Kürt Açılımı: AKP, DTP ve Bize Düşen Görev ve İşlevler

Başlıca siyasal güç, akım ve odakların “Kürt açılımı” gündeme getirildiğinden itibaren aldıkları tutuma bakıldığında içlerinde en hesaplı, ne yaptığını, strateji ve rotasını, muhtemel gelişmeler karşısındaki tavır ve üslubunu belirlemiş görünenin AKP olduğu görülüyor.

Hükümet ettiği dönem boyunca yapmaya çalıştığı birçok siyasal hamleyi ya sonuna kadar götüremeyen ya da –çoğunlukla– önceden görülmesi ve hesaplanması hiç de zor olmayan tepkiler karşısında geri çeken bu parti-hükümet, bu kez “oyun”u, daha önce sadece o kritik Cumhurbaşkanlığı seçiminde gördüğümüz dikkat ve kararlılıkla oynuyor.

Her ne kadar MHP ve özellikle CHP başından beri “açılım”a beklenenin çok ötesinde bir öfke ve nefret söylemiyle karşı çıkma tavrını hiçbir açık kapı bırakmayarak sürdürdüyseler de burada etraflıca, serinkanlılıkla düşünülmüş; araçları, sonuçları iyice hesaplanmış bir kararlılıktan bahsedilemez. Tamamen –Türk– milliyetçiliğin ilkel reflekslerine, en kaba reaksiyoner damarlarına seslenmekten başka bir özelliği barındırmayan bir dil ve tutum söz konusudur. Onların ve aynı dili paylaşan çevrelerin bu ölçüsüzce reaksiyoner söylemlerinin çağrıştırdığı ihtimalleri ve bunların sonuçlarını iyice hesaplamış ve göze almış olduklarını sanmıyoruz. Çünkü, eğer bunları gerçekten göze almış iseler; seslendikleri kesimleri ortada çok ağır bir ihanet girişimi, ürpertici bir “yok oluş tehdidi, tehlikesi” olduğuna tamamen inandırmak istiyorlarsa, böylece zıvanadan çıkaracakları Türk milliyetçiliğine –AKP “açılım”ı durdurmadığı, iptal etmediği takdirde– bir iç savaşın kaçınılmaz hatta zorunlu olduğu inancını empoze ediyorlar demektir. Karşı çıkışlarının hiddet yüküne, ithamlarının ağırlığı ve ölçüsüzlüğüne rağmen niyet ve beklentilerinin tam da bu olduğunu söylemek istemiyoruz. MHP ve CHP’nin sözcülüğünü yaptığı cephe, bu aşırı reaksiyoner ve tehditkar duruşu ve söylemiyle dışında ve karşısında yer aldıkları açılım politikasının araladığı mecrayı olabildiğince tıkamak, bu mecranın genişlemesine, akışın gürleşip hızlanmasına set çekmek istiyor olabilirler.

Bu yazıda konumuz, o mecranın içinde yer alan, DTP gibi varlık nedeni zaten bu olan veya –sıfatlarının hakkını gerçekten vermek istiyorlarsa– sosyalistler gibi asli misyonlarından biri de bu tür mecraları olabildiğince genişletmek olan siyasal güç ve akımlardır.

AKP’den başlayalım. Az önce de işaret ettiğimiz gibi, bu parti –özellikle de hükümeti– şüphesiz “muhafazakâr demokrat” kimliği ile, o kimliğin sınırlarını zorlayan, ama aşmayan bir cesaret, kararlılık ve hazırlanmışlık ile işe koyulduğunu gösterdi, şu ana kadarki tutumuyla. Bu tutumun, “açılım”ı ilke olarak olumlu bulan DTP ve sosyalistler tarafından bütünüyle onaylanması, yeterince tatmin edici olması, elbette söz konusu değildir. Başlıca siyasal rakipleri tarafından “Kürt sorunu”nu çözeceğim derken ondan beş beter bir “Türk sorunu yaratmak”la itham edilen, seçmen kitlesinin önemli bir kesimi bu tür ajitasyonlara “hassas” olan bu parti-hükümetin, bu politika ile aldığı risk hafifsenecek gibi değildir. AKP’nin gerek yapısı ve kimliğinin sınırlayıcılıkları ile gerekse aldığı riskin ciddiliği nedeniyle, yapmadıkları veya yapamadıkları açılımı en azından ilke olarak savunanlar tarafından onu eleştirme ve itham etme malzemesi olarak değil, “bize düşen görev-işlev” olarak anlaşılmalı ve işlenmelidir.

Bu görev ve işlevin çapı ve kapsamı, tüm önemi ve kritikliğine rağmen “Kürt sorunu”ndan ibaret değildir. Ve sadece ona odaklanarak da hakkıyla yerine getirilmiş olmaz. Belirtmeliyiz ki; “açılım”ı daha geniş bir perspektif içinde, en azından AKP hükümetinin onun az öncesi ve sonrasında başlattığı diğer açılımlarla birlikte ele aldığımızda, zaten AKP’nin de bunu çok daha boyutlu bir girişimin –esaslı– bir parçası olarak gördüğü, böylece başlattığı yargısına varabiliriz. Dolayısıyla, AKP’nin Kürt açılımını tatmin edici bulmayanlar, söz konusu mecrayı -gerekirse AKP’ye rağmen- genişletmek, akışı gürleştirme işlevlerini nasıl yerine getirebileceklerini düşünürken sürecin o boyutlarını da hesaba katmak zorundadır.

Az sonra özetle açıklamaya çalışacağımız üzre, bütün bu boyutlar dikkate alındığında, “açılım”(lar) mecrasının sadece tek tek sorunlara ilişkin/odaklı olmaktan çok; –Türkiye’nin– bir yeniden kuruluş, kurgulanış perspektifinin ürünü olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle AKP, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk seksen yılına damgasını vurmuş hâlâ da tüm yıpranmışlık hatta çürümüşlüğüne rağmen etkin kurum ve kalıntılarıyla yine de ağırlığını hissettiren –resmî/Atatürkçü ideolojinin belirleyiciliğinde oluşmuş– ulus-devletin inşası sorunsalının empoze ettiği düşünüş-davranış çemberini geride bırakmak, ondan sıyrılmak için kapsamlı bir atağa girişmiştir. Bunu merkez –sağ– muhafazakâr siyasal tarza özgü ihtiyatlı, keskin dönemeçlerden sakınan, tevil edici sivrilikleri törpülenmiş bir dil ve üslupla –yani bizzat Başbakan Erdoğan’ın deyişiyle “hazmettire hazmettire”– yapıyor oluşu, söz konusu girişim(ler)in toplam içeriğinin “radikal” niteliğini gözden kaçırmamalıdır. AKP’nin, yönetici kadrosunun şansı (ama bu nitelikteki süreçlerin gerçek bir atılım olabilmesi açısından bakıldığında şanssızlığı) karşısında veya çevresinde, bu perspektife içinden veya ötesinden alternatif olabilecek “rakip”lerinin olmayışı, gözükmeyişi. Başlıca muhalefet partileri –CHP ve MHP– AKP’nin bu çaptaki atağı karşısında tamamen ilk kuruluş dönemi sorunsalının içine, onun beslendiği tarihsel kaygı, korku ve komplekslerin yatağına çekildikleri için, AKP, olduğundan çok daha “ileride” bir konumda algılanabiliyor.

Bu tespitleri yerli yerine oturtabilmek için AKP’nin yedi yıllık hükümet döneminin önemli işaret noktalarını hatırlatmamız gerekiyor.

Her ne kadar, Birikim olarak, AKP’nin iktidara gelişini, bunun ilk alametleri belirdiğinden itibaren, Türkiye siyasal tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olacağını sürekli belirtmişsek de; bu iktidara geliş, hiç de o önemde orantılı bir hareketlilik ve gerilim yüklü bir yolla olmadı. Belki de bu gösterişsizlik, bu “zafer” havasından uzaklık onun bir sürpriz, geçici bir fenomen gibi algılanmasını, fazlasıyla ciddiye alınmamasını mümkün kıldı. O nedenle de AKP hükümetinin işbaşına geldikten sonraki ilk iki yılda Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğini resmileştirmek için Anayasa ve diğer yasalarda, devlet çarkının işleyişinde yaptığı demokratikleştirme reformları, onun kimlik ve misyonunun bir gereği olarak değil, AB’ye üyeliğini iktidara tutunabilme güvencesi saymasının bir gereği olarak yapılan işler diye yorumlanabildi. Bu kanı, AKP’nin, ilk dört yıllık iktidar döneminde, “çağdaş yaşam”a ilişkin bilinen “hassasiyet”leri biraz depreştirip ardından geri adım atması dışında, başta Kürt sorunu olmak üzre TC ulus-devletini çerçeveleyen “temel politikalar”a, bunların yürütülmesinde “Ordu-yüksek bürokrasi”ye tanınan imtiyaz ve ağırlığa riayetkâr bir tutum izlemesi ile de takviye edildi.

Bu kanı-izlenim, AKP’nin Cumhurbaşkanlığı’na “kendi içinden birini seçtirmek”teki sakin, ama sağlam kararlılığı fark edildiği andan itibaren ve fark edildiği oranda hızla değişti. AKP “Çankaya savaşı”ndaki tutumuyla, o zamana kadar verdiği, geleneksel merkez sağ hükümetlerin biraz daha muhafazakar bir versiyonu görünümünün hayli yanıltıcı olduğunu ve bu görünümden sıyrılma kararlılığını kanıtlamış oldu. 22 Temmuz seçim sonuçları bu tutumu pekiştirdiği gibi; partinin üzerinde bir Demokles kılıcı gibi sallandırılan “kapatılma davası”nın fiilen düşmesini de sağladı. AKP, artık ifşa edilmiş bu özgüvenle, çok önceden haberdar olduğu, izlettiği “Ergenekon”un üzerine gitmenin vakti geldiğine karar verebildi. Bu soruşturmayı ve bir kısım emekli ordu-kuvvet komutanlarına kadar uzanan tutuklamaları yaptırtmayı bir siyasal koz olarak da kullandığı besbellidir. Bununla, fiilen muhalefet cephesinde yer alan Ordu-yüksek bürokrat zümreyi “uzlaşma”ya mecbur etmenin yanısıra, bu zümrenin dış politika ve Kürt sorunu gibi “temel devlet meseleleri”ndeki imtiyazlı konum, işlev ve ağırlığını gevşetme ve geriletmenin zemini de yaratılmış oluyordu çünkü.

Nitekim AKP hükümetinin TC ulus-devletinin alamet-i farikası olup, odağında “dört tarafı düşmanlarla çevrili” bir ülke tanımının yer aldığı “dış politika”ya enerjik biçimde el atması bundan sonradır. Böylece bir çözüm veya sözü edilir bir ilerleme sağlanamamış olsa da “Kıbrıs sorunu” sürekli bir gerilim, Türkiye ile Yunanistan arasındaki muhtemel bir savaşın fünyesi gibi görülmekten büyük ölçüde uzaklaştı. Suriye’yle ilişkiler hızla normalleştirilirken “Ermenistan’a açılım” başlatılabildi. “Laik cephe”nin kâbuslarından biri olan İran’la ABD’nin çatık kaşlarına rağmen ortak hareket alanları genişletildi. Irak Kürdistanı ve Bağdat yönetimi ile, kimilerine fiilî bir entegrasyona mı gidiliyor sorusunu sordurtan yoğun, çok yönlü bir ilişkiler kanalı açıldı.

TC ulus-devletinin kuruluş sorunsalı ve onun içeriklendirilmesinde belirleyici olan resmî-Atatürkçü ideoloji, az önce de işaret edildiği üzre düşman bir dünya ile kuşatılmış bir ülke/vatan tanımını esas alıyor, çevresindeki ülke ve halklarla –zaten asgari ölçekte tuttuğu– ilişkilerini bu önyargıyla kuruyordu. Dolayısıyla AKP hükümetinin gayet özetle aktardığımız bu tutumu ve girişimleri, o sorunsalın ve hakim ideolojisinin çekirdeğinde yer alan ülke/vatan kavramını fiilen –aşıyor demesek bile– ardında bırakıyor; bu kavrama çok daha geniş bir tasavvur ufku açmış oluyordu.

O halde AKP hükümetinin “Kürt sorunu” ve açılımını bu tasavvur ufku içinde ele aldığını, “kısa vade”yi değilse bile orta-uzun vadeli çözümü böylece tasarladığını öne sürmek hiç de spekülasyon sayılamaz.

Şüphesiz Türk muhafazakârlığından beslenegelen damarları ile AKP’nin ulus-devlet ve milliyetçilik ötesi bir siyasal “proje”ye göre davranması, ne milliyetçilikten tamamen arınmış olduğu anlamına gelir; ne de onun halkların birarada yaşaması kaynaşması fikrinin “din bağı” ile sınırlanmış olduğunu örter. Türkiye’yi ve Türkleri –en azından– Ortadoğu Sünni halklarının büyük ağabeyi/dolayısıyla “doğal önderi” addetmek Türk Müslümanlığının diline ve “ruhu”na işlemiştir. Bu bakımdan AKP hükümetinin İsrail’in bizzat verdiği kınama fırsatlarını hiç kaçırmaması, böylesi bir İslami duyarlılığın siyasal hesaba tahvili, tercümesi boyutuyla da değerlendirilmelidir.


“Açılım”ın birincil derecede dayanaklarından biri –ve başka bir dille ifade edilirse– bizzat “muhatabı” addedilen ve bu politika-stratejiyi ilke olarak olumlu bulduğunu ilan eden DTP’nin tutumuna herhalde kararlı ve tutarlı denilemez. DTP’yi ve hatta bizzat PKK’yı oluşturan, –ama şimdiye kadar hükmünü yürüten “dış etken”lerin ağırlığı fiilen savaş durumunda yaşamanın cenderesi altında birbirlerine yaslandıkları için görülemeyen ve dile getirilemeyen– çeşitli eğilimlerin belki de ilk kez kıpırdanıyor olmasından doğan bir yalpalama hali görülüyor DTP’de ve hatta PKK’da.

Bu iki öznenin de önemli bileşenlerinden biri olan Kürt milliyetçiliğinin bir Kürt ulus-devletine kapalı herhangi bir açılım politikasını desteklemeyeceği, olsa olsa bu açılımların sağladığı imkânları “ideal”i yönünde kullanma fırsatı sayacağı zaten biliniyor, öngörülüyor olmalıdır.

Ancak, dünyada yaşanmış birçok deneyimden de bilindiği üzre; geride ne denli acı bir tarih olsa da ciddi kapsamlı bir demokratikleşme içeren açılımlar bu milliyetçilikleri neredeyse marjinalleştirebilmektedir. Söz konusu milliyetçiliklerin bu gidişatı fark etmeleri ile birlikte sertleşmeleri, şiddete yönelmeleri açılım stratejilerinin gözönüne almak ve katlanmak zorunda oldukları bir risktir. Bu riskin eşitlik imkanları ve duygusunu da arttıracak kapsamlı demokratikleşme süreçlerinin sağlamlaşması ile azalacağını bilmek bu durumda yegane güvencedir.

DTP’yi ve PKK’nın kitlesel ve kadro desteğini oluşturan modernleşmeden yana, “laik”, liberal, solcu bileşenleri AKP’nin başlattığı açılımın ciddiyetine ikna oluncaya kadar ihtiyatlı bir destekleme, hatta katkı tavrından yana gözüküyorlar. Ancak bu ciddiyeti test etmenin en sağlam yönteminin, süreci izlemekten değil, sürece AKP ile birlikte katılmanın yol ve araçlarını bulmak, önermek ve kabule zorlamak olduğu da hatırlanmalıdır.

Açılımın DTP’nin katkısı, desteği olmaksızın yürüyemeyeceği iddiasının ancak bir dereceye kadar geçerli olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır. AKP’nin bu politikayı başlatırken, Kürtlerle meskun vilayetlerdeki kararlı muhafazakar-dindar seçmen tabanının ve bunların “elitleri”nin yanısıra, Irak Kürt özerk yönetiminin ağırlıklı unsurlarını da hesaba kattığı, en azından orta vade perspektifini onlarla birlikte oluşturduğu mutlaka dikkate alınmalıdır.

Son derece önemli bir noktanın da altı çizilmelidir. Açılım bahsine ilişkin daha önceki yazılarımızda da (Birikim 244/245, 246) belirttiğimiz üzre; sosyalist olanların büyük çoğunluğu da dahil, hemen tüm Kürt-siyasal örgüt ve akımları, Kürt sorununa odaklandığı ölçüde ve bu bağlamda konuştuğu her konuda, muhataplarıyla olan etnik kimlik farkını şu veya bu ölçüde önemseyen, bunu bir “mesafelilik”e kolayca dönüştürebilen bir –düşünüş demesek bile– davranış çizgisinde duruyorlar. Bu “duyarlılığın” anlayışla karşılanmasının pek çok nedeni, gerekçesi olsa da; önümüzdeki kritik önemdeki süreç dikkate alındığında, o duyarlılığın kendisinden değilse bile, içselleştirdiği “siyaset yapma” dili ve tarzından mutlaka sıyrılınması gerekiyor.

Özetle işaret etmek istediğimiz şudur: Gelinen noktada “Kürt sorunu”na ilişkin “hamle”leri siyah (Türk) beyaz (Kürt) taşlarla oynanan bir dama veya satranç oyununa benzeterek düşünmek ve davranmak kesinlikle doğru değildir. TC devletinin ve hükümetlerinin Kürtlere ilişkin politika ve uygulamalarına hiç kimsenin karışmadığı, tepkilerini olsa olsa mırıldanarak, alçak sesle dillendirdiği ve durumu seyretmekle yetinebildiği dönemlerin ister istemez benimsettiği, kendiliğinden içselleştirdiği bir yaklaşım (unsuru) olabilir bu.

Ama, artık, epeydir “konuşan” bir Türkiye’deyiz. “Devlet”in geleneksel Kürt politikası, uygulamalarının detaylarına varıncaya kadar tüm dikenli, “en hassas” boyutlarını da sergileyerek konuşulmakta, eleştirilmekte, karşı çıkılmakta ve hatta engellenebilmektedir. O politikanın ciddi bir revizyondan geçirilmesini veya terk edilmesini, en azından milliyetçi-otoriter niteliğinin iyice törpülenmesini yüksek sesle talep eden veya uğraşanlar, bizzat devletin çekirdek aygıtları içinde bile çoğalmaktadır. Ortada yakın döneme kadar aynı planın/stratejinin farklı görünüm ve işlev üstlenmiş parçaları gibi iş gören bir “devlet” aygıtı olduğu da artık söylenemez.

Mevcut konjonktürün kritik noktası, tayin edici unsuru Kürt sorununa düğümlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin –yeniden– kurulması sorunsalı içinde düşünebilenler, bunun önem, değer ve erdemlerine inananlar ile artık fiilen geçersizleşmiş, hatta iflas etmiş olmasına rağmen 1920-30’ların ulus-devlet sorunsalına yapışmış olanlar arasındaki ayrışma, tüm Türkiye toplumunda olduğu gibi devlet aygıtında da geçerlidir. Dolayısıyla eğer ortada hepimizi saf belirlemeye zorlayan bir cepheleşme varsa bu konudadır. Ve Türkiye toplumunun her açıdan her bileşenini olduğu gibi bizatihi devlet kurumlarını da dikey kesen bir cepheleşmedir bu.

O nedenle DTP’nin, çoğu kez sadece devlet aygıtını değil, iktidarı ve muhalefetiyle tüm –“Türk”– partileri organize bir “taraf” olarak mütalaa edip bunların tümünden seçilmiş olumsuz tavır ve olguları öne çıkararak devletin –dolayısıyla Türk “tarafı”nın– asıl tutum ve niyeti budur diyebilmesi, böylece kendini karşı taraf olarak konumlandırma “alışkanlığı”nı terk etmeye acilen başlamalıdır.

Ne yazık ki, bu ülkede sosyalist sıfatının hakkını gerçekten verme kaygı ve kararlılığına sahip olanların sayısal gücü, bu son derece hayatî süreçte sözü edilir bir etkinlikte yer almaları için yetersizdir. Şüphesiz bu sayısal engele rağmen akıllarından ve ellerinden geleni yapmakla “mükellef”tirler ve herhalde yapacaklardır.

Ama eğer DTP ve PKK kitlesel-kadrosal desteğinin büyük kısmını oluşturduğunu umduğumuz, sosyalistler de dahil, milliyetçilik(ler)le –en azından– mesafeli bileşenleri, AKP’nin açtığı ama “mülkiyeti”ne de sahip olmadığı, olamayacağı bu sürecin hayati öneminin farkında bilincindeyseler, kendilerini iki taraftan biri olarak değil, tüm Türkiye toplum ve devlet aygıtını boydan boya kesen bu cephe hattının üzerinde, diğer mücadele arkadaş ve yoldaşlarıyla birlikte hareket eden biri gibi gören ve davranan bir siyaset tarzı edinmelidir. Belirtilmelidir ki; bu cephenin “bizim” tarafında –Saadet Partisi’nin dindarlarını da unutmadan– muhafazakâr demokratların büyükçe bir çoğunluğunun yer alıyor olması, açılımların bir handikapı değil, aksine ciddi bir imkan, bir başarı şansı olarak da görülebilir.