BM İklim Değişikliği Konferansı’ndan dikkate alınabilir, güçlü ve bağlayıcı bir karar çıkmaması bir sürpriz olarak değerlendirilebilir mi? Açıkçası hayır.
Konferanstan anlamlı bir karar çıkmama ihtimalinin ağırlık kazandığı, zirveden daha haftalar önce dile getirilmeye başlanmıştı bile. Gözlemcilerin çoğunluğu zengin Kuzey ve yoksul Güney arasında gerçekleştirilebilir bir anlaşma ihtimalinin zayıflığından dem vuruyordu. Gerçekten, başta özellikle ABD olmak üzere (elbette aralarında Türkiye’nin de dahil olduğu) bir dizi ülke konferanstan anlamlı herhangi bir sonuç çıkmaması için ellerinden geleni ardına koymadı. Obama hükümetinin zirveden önce açıkladığı ve sera gazı emisyonlarını 1990 düzeyine göre sadece yüzde 4 azaltmayı hedefleyen zayıf önerisi zaten zirveyi çıkmaza sürüklemişti.
Hillary Clinton’un “durumu kurtarmak” için son bir hamleyle açıkladığı, ABD’nin 2020 yılına kadar yoksul ülkelere yönelik 100 milyar dolarlık yardım fonuna katkı sunacağı vaadi de yetersiz bir öneri olarak değerlendirildi. Naomi Klein, Clinton’un bu vaadinin ABD’nin benimsediği bir anlaşmanın ortaya çıkmasına bağlı olduğunu, bunun da Kyoto Protokolü’nden, yani yasal olarak bağlayıcı emisyon indirimlerinden vazgeçilmesi anlamına geldiğini hatırlatarak bu “vaadin” açık bir şantaj anlamına geldiğine dikkat çekiyor. Dahası bunu IMF’e atıfla “İklim Yapısal Uyum Programı” olarak adlandırıyor. Öte yandan Obama yönetimi, bir yandan Bush döneminde olduğu gibi Çin’i bahane ederek bağlayıcı uluslararası bir anlaşma ihtimalinden sıyrılma, diğer yandansa Çin’i yanına alarak kendi çözümünü dayatma derdinde. Bu anlamda karşılıklı suçlamalara rağmen ABD ve Çin’in aslında düşman kardeşler gibi davrandığını not etmek gerek.
Sözün özü 1992’de Rio’da başlayan uluslararası platformlardaki iklim görüşmelerinin 17 yıl sonra geldiği nokta gerçekten her türlü kötümserliği haklı çıkaracak cinsten. Tüm göstergeler ani iklim değişikliği tehlikesinin yaşanabileceği kritik eşiği aşmanın neredeyse kıyısında bulunduğumuza işaret ederken, mevcut uluslararası kurumsal ve siyasal yapının çözüm yönünde ilerleme kaydedemeyişi, hatta bir dizi alanda gerileme dahi yaşanması umutsuzluğu arttırıyor. Kopenhag zirvesinin tam anlamıyla bir fiyaskoyla sonuçlanması, etnik ve sınıfsal olarak son derece bölünmüş bugünkü küresel yönetişim sisteminin iklim krizi karşısındaki etkisizliğini açık biçimde ortaya koydu.
Obama’nın bir son dakika manevrasıyla yanına Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika liderliklerini alarak bir niyet metni ortaya çıkarması, yıllar süren müzakere sürecinin fiyaskoyla sonuçlandığı gerçeğini gizleyemiyor. Kuşkusuz bu sonuç Obama’ya umut bağlayanlar açısından da bir dönüm noktası oluşturacak. Bu çevreler nezdinde Obama’nın seçimi iklim değişimi konusunda ABD’nin sorumlu davranıp nihayet elini taşın altına koyacağı şeklinde algılanmıştı. Ama Obama’nın gerek zirve öncesi gerekse de zirve sırasında masaya koyduğu yetersiz öneriler, kendisine bağlanan umutların beyhudeliğini açıkça gösteriyor.
Obama’nın öncülüğünde yayımlanan bildiri. Her şeyden önce, 193 ülkenin imzacısı olduğu ve kararların konsensusla alındığı varsayılan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi sürecinin ciddi bir ihlali. Hazırlanma süreci tamamen anti-demokratik ve gizli diplomasiye dayalı. Obama’nın yanına Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika liderliklerini alarak oluşturduğu ve sonrasında AB, Kanada, Avustralya ve Japonya gibi ülkelerin de desteğini alan deklarasyonla, özellikle yoksul Güney ülkelerinin sesi fiilen kısılmış oldu. Üstelik zengin ülkeler, Bolivya iklim baş müzakerecisi Angelica Navarro’nun ifadesiyle, süreç içerisinde gizli ve katılımı sınırlı toplantılar düzenlemek ya da kimi yoksul ülke delegasyonlarına “bağışlar” yapıp ayrı görüşmek gibi “DTÖ taktikleri” uygulayarak yoksul güney ülkelerini yalıtmaya ve bölmeye gayret ettiler. Öte taraftan yine bu adımın önemli bir sonucu, Kyoto Protokolü aracılığıyla cılız ve denkleştirme mekanizmalarıyla sulandırılmış biçimde de olsa yürürlüğe konulan bağlayıcı emisyon azaltımı hedeflerinin ortadan kalkmasıyla tartışmanın ABD’nin yıllardır çekmeye çalıştığı zemine gelmesiydi. Uluslararası herhangi bir bağlayıcı emisyon azaltımı hedefinin yokluğunda ulusal hükümetler kendi “taahütlerini” gerçekleştirecek ve bunların gerçekleşip gerçekleşmediği henüz ayrıntıları açığa kavuşmamış bağlayıcılığı ve yaptırım gücü bulunmayan uluslararası bir sistem tarafından “denetlenecek”. Böylelikle Kopenhag’da “mütevazı” bile olsa bağlayıcı bir uluslararası iklim anlaşması ortaya çıkmadı ve deyim yerindeyse süreç çok daha belirsiz bir hale büründü. Dahası açıklanan metin orta vadeli ve uzun vadeli hedefler de içermemekte. Yine Rio’dan beri uluslararası müzakerelerin kurucu referanslarından birini teşkil eden ve iklim değişiminin oluşumundaki farklı tarihsel sorumluluk derecelerini ifade eden “ortak fakat farklı sorumluluk” anlayışı da metinde çok daha cılız bir biçimde ifade buldu. Dolayısıyla emisyon azaltımında ve zaman aralığında bağlayıcı olmayan, Kyoto’da ortaya çıkmış karbon pazarını daha da genişleten ve yoksul ülkelere de Dünya Bankası gibi uluslararası finans kurumlarının kontrolünde kısa dönemli mali bir “yardımı” içeren zayıf bir belgeyle zirve sonuçlanmış oldu.
Böylesi bir “sonuç”, iklim değişimi konusunda asıl ihtiyaç duyulanın, yani emisyonların azaltım miktarları ve zaman aralıkları hususunda bağlayıcı uluslararası bir kararın çok gerisinde. Üstelik yoksul ülkelere yapılacak “iklim finansmanı”nın miktarı ve şekli, emisyon azaltma hedefine yardımcı olup olmadıkları, şeffaflıktan uzak bir ticari mekanizma olarak eleştirilen denkleştirme mekanizmalarının ne ölçüde “çözümün” bir parçası olarak sunulabileceği gibi sorular havada kalıyor. ABD başta olmak üzere kimi zengin ülkelerin istediği şey, Kyoto’nun cılız da olsa bağlayıcı emisyon azaltımı hedeflerini ıskartaya çıkartırken aynı süreçte ortaya atılan karbon piyasalarının ve denkleştirme mekanizmalarının sınırsız biçimde genişlemesiydi ve bu hedeflerini büyük ölçüde gerçekleştirdiler denilebilir.
Anlaşmanın iklim değişimini yeryüzü ortalama sıcaklığında endüstri öncesi döneme kıyasla 2 derecelik artışla sınırlandırma hedefiyse artışın 1.5 dereceyle sınırlandırılması gerektiğini savunan Afrika ülkeleri ve Küçük Ada Devletleri İttifakı tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Ortalama iki derecelik artışın Afrika için çok daha yüksek bir artış anlamına geleceğini savunan G 77’yi temsil eden Lumumba Stanislaus Di-Aping, 2 derecelik artışa izin vermenin Afrika ve okyanuslardaki ada devletleri için yıkıcı sonuçlara yol açacağını ve Afrika ülkelerinden bazı ülkelerin ekonomik üstünlüğünü korumak için bir intihar imzası atmalarının beklendiğini vurguladı. “Anlaşma” başta Venezüella, Küba ve Bolivya olmak üzere ALBA ve bazı Afrika ülkeleri tarafından reddedildi. Bu ülkelerin tepkisiyle ABD’nin dayattığı bu belgenin zirvede sanki konsensusu sağlamış izlenimi uyandırmasına da engel olundu.
Asıl sürpriz, zirveden çıkan sonuç(!)tan ziyade, zirve esnasında her türlü protesto ve karşıt sesin büyük bir sertlikle susturulmaya çalışılmasıydı. Bu bastırma harekâtının hedefindekiler, polisin “önleyici müdahale”siyle gözaltına alınan veya tutuklanan eylemcilerden zirveye akreditasyonları iptal edilen Friends of the Earth gibi çevre örgütlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Sözün özü, zirvenin resmî konuğu olan siyasetçi ve şirket lobicileri dışındaki neredeyse tüm katılımcılar “hedef” haline getirildi.
Resmî zirvedeki çözümsüzlüğün en önemli göstergesi, BM İklim Değişimi Çerçeve Konvansiyonu’nun bir iç notunda, hükümetler tarafından zirvede açıklanan hedeflerin şu ana kadar iklim görüşmelerinde ortalama sıcaklığın 2 derecenin üzerinde olmaması hedefini geçersizleştirdiği ve hatta 3 derecelik bir artışa işaret ettiğinin itiraf edilmesiydi. Buna mukabil Bolivya’nın, geçtiğimiz günlerde büyük bir çoğunlukla yeniden seçilen devlet başkanı Evo Morales ise yeryüzü ortalama sıcaklığının sadece 1 derecelik bir artışla sınırlandırılmasını önererek artışın 1.5 derece ile sınırlandırılması gerektiğini vurgulayan Küçük Ada Devletleri İttifakı ve kimi Afrika ülkelerinden de radikal bir yaklaşım sergiledi. Üstelik Morales, BM gözetiminde bir iklim değişikliği mahkemesi oluşturularak burada Kyoto sürecinin yürütülmesini engelleyenler ve soruna çözüm bulunmasına mani olanların yargılanması gerektiğini önererek özellikle ABD yönetimini işaret etti. Morales gibi Venezüella lideri Chavez de zirvede sergilediği tutumla “dışarının” gündemini “içeriye” taşıyan zirve katılımcılarındandı. Chavez, göstericilerin de dile getirdiği “iklim büyük bir banka olsaydı zengin hükümetler tarafından mutlaka kurtarılırdı” sözünü tekrar ederek zirveye egemen piyasacı yaklaşımı veciz biçimde teşhir etmeyi başardı.
Zirvenin bir başka sonucu ise iklim adaleti kampanyacısı ya da eylemcisinin “imajının” da değişmeye başladığını göstermesiydi. Aslında iklim ve ekolojik kriz bağlamında yeni tipte bir ekolojik eylemcilik bir süredir kendini daha güçlü biçimde ifade ediyor. Fosil madenciliğinden, kömür santrallerine, ormansızlaşmadan HES’lere kadar birçok alanda değişik protesto ve doğrudan eylem biçimleriyle kendini ifade eden bu aktivizmin önümüzdeki dönem giderek kitleselleşeceği ve görünürlük kazanacağı aşikâr. İşte Kopenhag’da polisin şiddet içermese dahi her türden doğrudan eylem, sivil itaatsizlik ve protestoya karşı gerçekten sert tutumu, hatta önde gelen iklim adaleti aktivistlerini gece yarısı operasyonu düzenleyerek gözaltına alması, önümüzdeki süreçte iklim adaletini eylemcilerinin karşılaşacakları şiddete dair bir ipucu veriyor. Danimarka hükümeti zirve öncesinde göstericilere uygulanan gözaltı süresini uzatan, yabancı protestocuların sınır dışı edilmesini kolaylaştıran “önleyici gözaltılara” yasal kılıf sağlayan düzenlemeleri yürürlüğe koyarak protestolara karşı uygulayacağı yöntemi işaret etmişti etmesine ama bu ölçüde bir “tahammülsüzlüğü” açıkçası bekleyen de yoktu. Aslında tüm bu sertlik ve tahammülsüzlüğü de Taraflar Konferansı (COP) sürecinin çıkmaza sürüklenişinin ve meşruiyet yitiminin bir izdüşümü olarak değerlendirmek gerek.
Konferansa egemen olan yaklaşıma alternatif olarak düzenlenen etkinliklerin en önemlisi, toplumsal muhalefet hareketleri ve sivil toplum kuruluşlarının örgütlediği İklim Forumu’ydu (Klimaforum09). Bu forum kitleselliği, iklim değişimi olgusunun tüm boyutlarıyla tartışılmasına zemin hazırlayışı ve çok sayıda farklı katılımcıya kürsü oluşturması bakımından gerçekten de resmi konferansa bir alternatif oluşturdu. Foruma özellikle gençliğin, Via Campesina’nın biraraya getirdiği tarım aktivistlerinin ve yerli toplulukların katılımı dikkate değerdi. Forumda karbon ticareti ve denkleştirme mekanizmaları, gerçek emisyon azaltımına yol açmamak, yerli ve tarım topluluklarının yaşam biçimlerini tehdit etmek ve şeffaf olmayıp şirketlere yeni ticari kâr fırsatları yaratmaktan başka işe yaramamakla eleştirildiler. Öte yandan iklim kaosunu önlemek için gerekli gerçek emisyon azaltım oranları, fosil yakıt ve kimyasal yoğun şirket tarımının aksine küçük aile tarımının gezegeni soğuttuğu, zengin Kuzeyin yoksul Güneye ekolojik borcu ve borcun nasıl ödenebileceği, sermayeden karbon vergisi alınması gibi öneri ve tespitler tartışıldı.
İklim Forumu sonunda katılımcı bireyler, topluluklar ve örgütler tarafından imzalanan “İklimi değil, sistemi değiştir” başlıklı deklarasyonsa iklim krizini küresel adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde çözme noktasında bir yol haritası oluşturuyor. Krizin gezegenin sınırlı kaynakları üzerindeki eşitsiz kontrol ve erişime dayalı mevcut sürdürülemez küresel ekonomik sisteme dayandığını belirten deklarasyon, iklim krizine müdahale için alınması gereken acil önlemleri şu şekilde sıralamakta:
Fosil yakıtların önümüzdeki 30 yıl içerisinde tümüyle terk edilmesi. Deklarasyona göre bu her 5 yıllık dönemler biçiminde aşamalar ihtiva etmeli ve özellikle gelişmiş ülkeler 2020 yılına kadar emisyonlarını 1990 seviyelerinden yüzde 40 oranında azaltmalı.
Bir diğer acil önlem zengin kuzeyin atmosferik uzayı aşırı tüketmesinden kaynaklanan “iklim borcu”nun tanınması ve geri ödenmesi. İklim ya da ekolojik borç kavramı son yıllarda ekolojik krize adil bir çözüm bulma yolunda giderek daha fazla vurgulanan ve krizin ortaya çıkmasında farklı düzeylerdeki tarihsel sorumluluğa işaret eden bir kavram.
Deklarasyonun bir başka önemli vurgusu ise nükleer enerji, tarımsal yakıtlar, karbon tutma ve depolama, Kyoto’da tanımlanan Temiz Gelişme Mekanizmaları, jeomühendislik projeleri ve REDD (Ormansızlaşma ve Bozulma kaynaklı emisyonları azaltma) gibi salt piyasa temelli ve teknoloji odaklı yanlış ve tehlikeli “çözüm” önerilerinin kesin reddi. Bunun yerine deklarasyon, iklim krizinin çözümünde doğal kaynakların güvenli, temiz, yenilenebilir ve sürdürülebilir kullanımıyla gıda, enerji, toprak ve su egemenliğine dayalı gerçek, adil ve eşitlikçi çözümleri savunmakta.
Son olarak, deklarasyon iklim krizini çözmek için gerekli çözümlerin alınmasını engelleyen egemen toplumsal ve iktisadi sistem ve küresel yönetişimi dönüştürmek için aşağıdan kitlesel bir hareketin oluşturulması çağrısında bulunarak radikal ve bütünlüklü bir krizden çıkış programı oluşturuyor.
12 Aralık’ta gerçekleşen miting ise hiç kuşkusuz iklim adaleti hareketinin Seattle’ı oldu ve yeni bir kitlesel hareketin doğuşunun sembolü oldu. O gün 100 bini aşkın gösterici saatler süren bir yürüyüşten sonra zirvenin yapıldığı Bella Center’a ulaşarak halkların yok sayıldığı bir anlaşmanın mümkün olmadığını ve meşru sayılamayacağını haykırdı. Gösterinin kitleselliği kadar önemli bir başka unsur da gösteriye hâkim olan ruh haliydi. 12 Aralık mitingi iklim değişimine karşı mücadelede “adalet” boyutunun giderek öne çıktığını açık biçimde gösterdi. Mitinge damgasını vuran slogan “İklim Adaleti Şimdi!” idi. Hareket içerisinde müesses siyaset esnafının ve sermayenin oyalama, faturayı aşağıdakilere ödetme ve yoksul güneyi yok sayma anlayışı sorgulanmaya ve iklim adaleti talebi öne çıkmaya başlıyor.
Neticede konferans çözümün adresinin sermaye lobileri tarafından kuşatılmış konferans merkezlerinden, uzmanlar ve teknokratlar arasındaki görüşmelerden ziyade toplumsal mücadele ve direnişlerin kendisi olduğunu açığa çıkardı. Çözümü Barack Obama’dan, Gordon Brown’dan, Al Gore’dan, çokuluslu şirketlerin çevreye “duyarlı” CEO’larından, “yeşil” kapitalizmden beklemenin geçersizliğini, küresel adalet ilkelerine uygun bir iklim sözleşmesinin ancak halkın basıncıyla, kitlesel ve demokratik bir iklim adaleti hareketinin yaygınlaşmasıyla mümkün olabileceğini tüm çıplaklığıyla gösterdi. Zengin ülke hükümetlerinin, çokuluslu şirketlerin krize karşı önerdikleri piyasacı ve iklim kolonyalizmine dayalı “çözüm” yolu siyasi ve ahlâki olarak iflas etti. Sermaye iklim krizinden, krizin maliyetini aşağıdakilere ödeterek ve doğa üzerindeki tahakkümünü derinleştirerek, sermayenin sınırsız genişleme eğilimine halel getirmeden ve ekolojik açıdan sürdürülemez üretim ve tüketim biçimlerini sorgulamadan çıkma peşindeyken küresel adalet ilkeleri çerçevesinde bir çözümü benimseyeceğini düşünmek ham bir hayal. Dolayısıyla Kopenhag zirvesi sonrasında on yıllardır süren oyalama çabalarının artık foyasının meydana çıktığını, mücadelenin ağırlık merkezinin “sokağa” kaydığını söylemek mümkün. Tüm dünyada iklim krizinin sonuçları konusunda endişe eden milyonlarca insanın zirve sonunda yaşadığı duygular hayal kırıklığı ve ihanete uğramışlıktı. İşte önümüzdeki dönemde iklim krizine piyasa odaklı yaklaşımların çözüm üretmekten uzak olduğunu giderek daha fazla insan tarafından anlaşılacağı bir sürece girdiğimizi varsaymak kehanet olmasa gerek.
İnsanlığın eşiğinde bulunduğu karar anında gezegenimizin umudunun, iklim değişimini ticari kâr ve doğa üzerinde sermaye tahakkümünün derinleşmesi “fırsatı” olarak gören şirket lobicilerinde, vakit kazanmaya dönük şatafatlı bir iki beyanatta bulunmaktan başka bir şey yapmayan egemen politikacılarda bulunmadığını ısrarla vurgulamak gerek. Sermayenin kriziyle bütünleşen ekolojik krizin en önemli görüngüsü olan iklim krizinin aşılmasında asıl rol İklim Forumu’na katılıp aşağıdakilerin önerilerini tartışanlarda, umutsuzca da olsa iklim adaleti gündemlerinin zirvede işitilmesini sağlamaya çalışanlarda ve Danimarka polisinin baskısına ve medyanın kriminalizasyonuna karşı sokağa çıkarak iklim adaletini savunmaktan geri durmayan eylemcilerde olacak. Bu bileşenlerin yaratacağı küresel ölçekteki kitlesel, demokratik ve çoğulcu bir iklim adaleti hareketi, içerisine hızla sürüklendiğimiz “medeniyet krizinin” küresel adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde çözümü için gerekli olan siyasi iradeyi ortaya çıkaracaktır.