Darbe Planları: Kozmik Bilgiler Zamanı

Eğer, ıslak imza tartışmasına konu olan belgede ucu görülen, “Kafes” Planı’nda “nasıl olabilir” dedirten, son “Balyoz” planında dehşete düşürten o “ortam hazırlama”ya matuf alçakça projeler olmasaydı; Türkiye toplumu, bütün o darbe planları karşısında düşünce tarzı ve tavrını sorgulamak gereğini duymaz; bunlara malumun belgelenmesinden başka bir önem ve anlam vermezdi.

Çünkü, hepimizin de bildiği gibi, Türkiye toplumunun çok geniş kesimlerinde yaygın, “ezelden beri” içselleştirilmiş bir siyasal önkabule göre “asker, askerî darbe-rejim” bir siyasal opsiyon, alternatiftir. Üstelik bunu “katlanılması gereken” bir belâ, önlenemeyecek bir kader olarak değil –bazen böyle ifade edilse dahi– tam aksine, olması gereken bir emniyet sübabı, bir can simidi olarak görür. Siyasal durum biraz karıştığında, tartışmalar uzadığında, gerilim herhangi bir nedenle arttığında, toplumun omurgasında, oy veregeldiği parti fark etmeksizin alt-orta tabakalardan yukarıya ve daha alta doğru “Ordunun duruma el koyması”, yönündeki sesler, bir dilek, beklenti veya endişe kipinde yükselmeye, bu nedenle başlar.

Psikanalizdeki, ergenlikten henüz kurtulamamış çocuğun, bir güçlükle karşılaştığında “çözüm”ü babasından beklemesi, ona havale etmesine, bu içgüdüsel “mekanizma”ya tekabul eden bir tutumdur bu. Karşılaştığı sorun bağlamında kendi güç, kavrayış, irade ... zaafını kabullenmesi oranında babaya atfettiği telafi edici işlev ve nitelikleri de büyütecek olan çocuk, bunu yaparken nasıl nesnel kanıt ve kıyas ölçütlerine aldırmaz ise; Türkiye toplumunun çok geniş kesimleri de “darbe beklentisi”ne girdiklerinde ne daha önceki beklentilerinin sonuçlarını ne Ordunun halihazır vasıflarıyla karşılaşılan sorunlar yumağına uygun olup olmadığına pek aldırmaz. Onun fiziken “güçlü” olduğuna ve “müdahale”sini meşru addeden toplum çoğunluğunun iyiliğini gözettiğine inanması yeter. “Müdahale”nin sonuçları pek de iyi olmasa dahi, onun kendince “iyilik” niyetiyle davrandığı kabulünü sorgulamaz.

Gerçi son on-onbeş yıldan beri bu ülkede giderek genişleyen bir çevrede artık sadece 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a askerî darbelerin olumsuzluklarını daha fazla belirten bir tartışma-sorgulamanın sürmesinin yanısıra, Ordu’nun şu bahsettiğimiz nitelikteki “vasi” konumunun da eleştiriye tabi tutulduğu bir dönem yaşanıyor. Bu tartışma-sorgulama sürecinde, bizim de, dergi olarak dahil olduğumuz bir kesim, o “vesayet rejimi”nin başlıbaşına bu ülkenin en kritik sorunu olduğunu vurgularken aynı zamanda da Ordu vesayeti ve müdahalelerinin, herhangi bir “toplumun iyiliği” niyetinden çok, bu gerekçe altında Ordu’nun bir zümre, parti ve bir blok bileşeni olarak kendi imtiyaz ve çıkarlarını korumak, güçlendirmek amacını taşıdığını, asli saikin bu olduğunu anlatmaya açıklamaya çalışıyordu. Ancak, sözünü ettiğimiz o içgüdüsel – “babaya ihtiyaç” faktörünün adeta genetikleşmiş etkisiyle, ordunun kendi alalade çıkarları, soğuk çıkar hesaplarıyla değil, kaba saba da olsa “iyilik” arzusuyla davrandığına inanma eğilimi ağır basabiliyordu.

“Islak imza”lı belgenin nihayet çatlattığı, çocuk katliamını bile göze almış “kafes”in bölük pörçük ettiği o muhayyel “iyilik” halesini tuzla buz eden “Balyoz”, ergenlik yanılsamasının adeta kutsallaştırdığı “baba”nın tüm gerçekliği ile görülmesini de sağladı. Karşımızda, kendi uçağını düşürüp suçu başkalarına yıkmayı, çocukları öldürmeyi, camileri bombalayıp infiale kapılmış kalabalıkları “laik”leri lince, Ordu binalarına saldırıya tahrik etmeyi serinkanlılıkla düşünebilmiş bir “vicdan” taşıyan, bu vicdansızlığın sicilinin son seksen yılımızın hemen tüm kanlı, karanlık ve iğrenç siyasal cürümlerle örüldüğü gerçeğini artık yüzüne haykırmamız gereken bir “baba” var. Hep böyle miydi yoksa zaman içinde “baba” yerine konmanın imtiyazlarıyla beslenmenin zehriyle aklı ve ruhu çürüdüğü için mi bu hale geldi?

Bu soruların cevabını düşüne duralım; ama yapılması gereken en acil iş bu ağır ve tehlikeli hastalıkla malul olan “babalık kurumu”nun derhal çok ciddi bir “tedavi”ye tabi tutulmasıdır.

Bu tedaviye derhal başlanmakla birlikte, bu ülkenin geleceği açısından asıl önemli olan, Türkiye toplumuna artık ergenlikten kurtulmuş olduğunun bilgisini, bilincini, özgüvenini kazandırmaktır. Ona “baba”nın bu sefil hale geliş nedeninin o “baba”da zaten mündemiç olan kötülük unsurunun hükmünü icra etmesinden ziyade, “oğul”un, yani Türkiye toplumunun en azından kendi kaderi hakkında karar verebilecek düzeyde yetkinleştiğini hazmedemenin, bunu sımsıkı sarıldığı “babalık imtiyazlarını koruyabilme açısından bir tehdit, tehlike olarak görmesi olduğunu anlatmak, bunu en geniş bir “siyasal gerçekleri açıklama” kampanyası ile yapmak temel koşul ve ihtiyaçtır. Bu kampanya, ona artık yetişkin olmanın, yetkin olmak anlamına gelmediğini de gösterebilmeli; yetkin olmanın insani değer ve niteliklerle donanma ihtiyacını sürekli duymak ve bunu gidermek için sürekli gayretle mümkün bir varoluş olduğu bilincini yaygınlaştırmayı hedeflemelidir.

Şüphesiz; tam da bu noktada, artık adlarını saymakta bile zorlandığımız o darbe ve “ortam hazırlama” planlarının birinci hedef tahtasında olmasına rağmen, AKP’nin, AKP’nin çoğunlukta olduğu TBMM’nin, bırakın bu çapta bir kampanyayı, bu vesile(!)lerle, demokratik düzeni –darbelere karşı– savunmanın sadece işbaşındaki hükümetlere değil, sıradan yurttaşlara da düşen bir görev ve sorumluluk olduğunu, “direnme hakkı”mızı hatırlatan ve teşvik eden bir tavır alıştan niçin kaçındıkları sorulmalıdır. Kaldı ki; bizzat Başbakan, bizlerin Taraf gazetesinin yayımlanmasıyla ürpertici muhtevalarını öğrendiğimiz darbe ve “ortam hazırlama” planlarını çok önceden bildiklerini söyledi geçenlerde. Bu önceden bildikleri arasında hayli yakın tarihlere ilişkin olan çocuk katliamı düzenleyen “Kafes” planı ve orada “operasyon” diye bahsedilen Hrant Dink cinayeti de var mıydı bilmiyoruz ama; şurası belirtilmelidir ki; o planların “hükümeti devirme” kısmı için AKP, bu öncelikle beni ilgilendiriyor gerekçesiyle inisiyatifini “susarak, bilgisini toplumla paylaşmayarak” kullanabilir diyelim. Ama o planların pek çoğunda “ortam hazırlamak” için katledilecek, “düzeni yeniden kurmak için” tepelenecek yığınlardan da bahsediliyor. İnsanların kendileri hakkındaki bu karanlık ve korkunç kasıtlardan, bu kasdın sahiplerinden haberdar olma hakkı da var. AKP hükümetinin bu hakkı onlardan esirgeme hakkı da yoktur.

AKP, bu, bilip de ifşa etmemenin, o sıralarda harekete geçmeyişinin, “ülkenin yüksek menfaatleri”nden kendi “hükümet stratejisinin icapları”na kadar çeşitli açıklama versiyonlarından bahsedebilir. Biz de buna onun “ordu –gerektiğinde– darbe yapabilir” kabulüne dokunmadan, onu yedekte tutmaya devam ederek Orduyla uzlaşma arayışına, “vesayet rejimi” ile ‘90’ların merkez sağı gibi bir “barış içinde bir arada yaşama” ilişkisi tesis etmeye dönük uzun vadeli hesabını da ekleyebiliriz. Ama bütün bu “ülkenin yüksek menfaatleri” “derin strateji”, “uzun vade” gibi gösterişli gerekçelerin altında temel bir kaygı-dikkatin yattığını bilerek. Tam da “muhafazakâr demokrat”lığın iç sınırlılık, kısıtlılıklarını ele veren bir kaygı-dikkattir bu: “Sıradan vatandaş”ın bir birey olarak dahi politik özne olma görev ve sorumluluğunu taşıdığı bilincinin güdük, bulanık kalmasını sağlamak.

Muhafazakâr demokratlık, demokrasilerin temeli, sağlamlık ve sürekli gelişiminin asli güvencesi olan “yetkin yurttaş”la uyuşamaz. Sivil –siyasi elitlerin– vesayetine boyun eğmeyecek, kendine ait olan kaderine dair karar verme hakkını oyu ile emanet ettiklerinden her an hesap sormaya hazır bir yurttaş profilinin genelleşmesi onun için tehlike çanlarının çalması demektir.

Bir muhafazakâr demokrat olarak Başbakan Erdoğan’ın ve partisinin –hükümetinin de elbette– örneğin aylardan beri geleneksel –askerî– vasilerimizin ipliğini pazara çıkaran, o meşum planları ifşa etmek gibi tarihsel bir görevi yerine getiren Taraf gazetesine karşı mesafeli, soğuk duruşunun temel nedeni de budur.

Farzedelim ki; Nokta’nın ifşaatlarıyla başlayan ve Taraf’ın genişleterek sürdürdüğü bu açıklama kampanyası, sadece AKP hükümeti dönemindeki darbe planlarının da ötesine geçip, daha önceki onyıllara uzanıp benzer “ortam hazırlama” safhalarında hangi kirli dolapların çevrildiğine dair kanıtları ortaya dökmüş olsun. Şüphesiz bu arada, sadece darbe fırsatı kollamakla yetinmeyip, ülkenin tüm temel sorunlarını “çözümsüzlüğe” mahkum ederek kangrenleştirmede büyük paya sahip vesayet rejimi muktedirlerinin bu sicili de enine boyuna konuşulur hale gelecektir bu durumda. Ve Türkiye toplumu, herhalde bu “aydınlanma”nın uyanışın hamlesiyle yerinden doğrulup, sorunu uzlaşmayla “aramızda halledelim” tavrıyla, kendi iç hesapları doğrultusunda “idare etmeye gayret eden AKP hükümetini derhal gereğini yapmak, Orduyu işgal edegeldiği konumdan indirip, normal bir demokrasinin gösterdiği yerde arındırılarak durmasını sağlamak için harekete geçmiş ve hükümet de mecburen bu yola girmiş olsun.

Bu durum, elbette AKP’nin ülkeyi “darbe belasından, çürümüş bir vesayet rejiminden kurtarması” değil, tam tersine toplumun, egemenliğin asli sahibinin onun adına iktidar yetkisini kullanan AKP’yi ve sonra gelecek tüm hükümetleri, o hükümetleri kuracak siyasal elitler zümresini “kurtarması” demektir. Böylece, geleneksel veya modern tüm siyasal/yönetici elit zümrelerinin kendilerine ait, kendilerinde mündemiç bir potansiyel saydıkları, varoluşlarını üzerine oturttukları “kurtarıcılık” misyonu, asli sahibinin mührünü taşıyacak ve kolay kolay da kazınamaz olacaktır.

Siyasal elitler ve özellikle de bunların muhafazakâr demokrat türünü ürpertecek bir ihtimaldir bu. Sanırız mevcut durumda tek, yatıştırıcı tesellileri ortada bu ihtimalin gerçekleşmesi için umut ve heyecan duyan, bu duyguyu topluma mal etmek için uğraşmaya azimli bir hareketin görünmemesi.

Halen yaşadığımız sorunlar yumağının düğümlerinin çözülmeye başladığı bu gibi sorunlar doğup şekillenecek bir yurttaşlık bilincinin, daha olgun ve zengin bilinçlenmelerin çekirdeği, kilidi olduğunu hâlâ kavrayamamış, bilincin mide kökenli olduğu takıntısına sığınıp, olup bitenleri “yesinler birbirlerini” havasıyla seyreden güya sosyalistliğin çemberinden çıkılmadıkça AKP’nin telaşa kapılması da gerekmez.