Tekel İşçileri Eylemi:Tekel’in Sesi

Emek tarihçiliğinde yaklaşık on beş yirmi yıldır yapılan çalışmalar (başta Robert Castel), geç ortaçağdaki veya ticaret kapitalizmin arifesindeki emek rejimi ile günümüzde emek rejiminin seyri arasındaki benzerliklere dikkat kesilmemizi sağladı.

Esasen; emek rejiminin had safhada esnekleşmesi bakımından, işsiz kitlesinin büyümesi ve sistem nazarında “lüzumsuz nüfus” haline gelmesi bakımından...

LÜZUMSUZ VE TEHLİKELİ SINIFLAR

Kapitalizmin arifesindeki o karışık ve tekinsiz dönemde, zümre örgütlenmesi henüz tamamen çözülmemişti, buna mukabil ‘özgür’ ücretli emek sömürüsü de hegemonik hale gelmekten uzaktı, dahası emek rejiminin istisnai bir biçimi idi. Zümrevî zanaat ve hizmet üretimin kapsayamadığı işgücünün büyük bir bölümü, geleneksel toplumsal ağlar içinde massedilemediği ölçüde, fazla ve lüzumsuz addedilir hale gelmişti. Maişeti temin ettiği gibi cemaat kontrolünü de sağlayan bağlardan boşanmış, kopuklaşmış adamlar ve kadınlar, hayır-hasenatı bile hak etmeyen lüzumsuz bir nüfus olmanın ötesinde, tehlikeli addediliyorlardı. Malûm; proleterya, bu adı almadan önce, uzun süre, “tehlikeli sınıflar” namıyla maruftu. Bilhassa ‘yerini’ terk edip karnını doyurabilmek için veya daha iyi bir hayat aradığı için göçe kalkanlar, yaklaşık iki yüz yıl boyunca, ağır takibata konu oldular.

Buradaki temel paradoks şuydu: İşgücü zümrevî üretim yapısına göre fazla boldu (yani lüzumsuz) ama gerek kralların-prenslerin-devletlerin, gerek tacirlerin üretim örgütlenmesi için pekâlâ işlevseldi ve istihdam ediliyordu. Mesele şu ki, eski zümre örgütlenmesi ile serpilen, müstakbel ücretli emek biçimi arasında kalan envâî çeşit melez formlarda, çok defa da enformel biçimlerde istihdam ediliyordu. Manüfaktürden gizli/yasadışı/paralel zümre yapılanmalarına, köylü mevsimlik işçilere, oradan muhtelif zorunlu çalıştırma biçimlerine kadar.

Göçün şiddetle engellenmeye çalışılmasındaki paradoks da, otoritelerin bu göçün engellenemeyeceğini gayet iyi bilmeleri idi. Bütün başıboşların, bütün “serserilerin” yakalanması, hapse tıkılması veya öldürülmesi mümkün değildi. Ancak “serseri” statüsü, bu lüzumsuz/fazla, kopuk, bağsız nüfusun tasnifi ve kontrolü için gerekliydi. “Serserilerin” önemli bir bölümü, bu statüleri icabı hapsedilerek veya kolonilere sevk edilerek zorunlu çalıştırmaya tabi tutuldular.

Emek rejiminin bu uzun geçiş döneminde, zorunlu çalışmanın koşulları ile ‘özgür’ çalışmanın koşulları arasında da fazla büyük bir fark olamıyordu. Kapılanacak bir yer arayan göçmen, zaten çok defa “serseri” diye yakalanarak mahpus-emekçi yapılıyor, değindiğim enformel istihdam biçimlerinden birine intisap edebildiğinde de, yine onlarınkine benzer koşullarda (özetle: boğaz tokluğuna) çalışıyordu.

Kapitalistleşme sürecinin ileri aşamalarına, takriben 19. yüzyıl sonlarına kadar, bu aşırı esnek ve ‘çoğul’ emek rejiminin hükmünü sürdürdüğünü anlıyoruz. İşgücünün hukuksal özgürlüğünün, başka deyişle bir proleter olarak işgücünü satışa çıkarmasına olanak veren ‘reşitliğinin’ tanınması, hayli uzun sürdü. Dolayısıyla, belirli sadakat yükümlülüklerini de içeren zümrevî istihdam evreninin etkisi hayli uzun sürdü; ve bu evrenin dışında kalan istihdam biçimleri de hayli uzun bir süre, –büyük ölçeklere ulaşsalar bile–, istisnâî, hukuku tanınmayan biçimler olarak gayrımeşruluğun kıyısında kaldılar.

İŞSİZLİK ÇAĞI

Bu okumayı yapan emek tarihçileri, bu tablo ile bugünün kapitalizmindeki emek rejimi arasındaki benzerliklere işaret ediyorlar. Kuşkusuz, abartmadan, anakronik aynılaştırmalara kalkışmadan üzerine düşünülecek benzerlikler. Birisi, emek rejiminin olağanüstü esnekleşmesi, bir-iki-üç-daha fazla standartlı hale gelmesi ve hukuksuzlaşması. Sendikalı işçiliğin, 19. yüzyıl öncesinin zümrelerine benzer bir tabana daralıp, bunun dışındaki çok daha yaygın istihdamın ‘istisnâî’, geçici statüler içinde sürmesi. Bu esnekleşmeye ve güvencesizleşmeye bağlı olarak, çalışma koşullarının kötüleşmesi, kimi noktada angaryaya benzemesi. İkinci benzerlik, geniş bir nüfusun üzerine kapkara bir “lüzumsuzluk” bulutunun çökmesi. Çok geniş nüfusların “fazla” durumuna düşüp lüzumsuz addedilmesi, kronik yoksulluk içinde toplumsal açıdan bağsızlaşması. Göç dalgaları ve göçmenlerin ağır kriminalizasyonu, geç orta çağ ile geç-kapitalizm çağının bu benzerliğini açık seçik ortaya koyan bir olgudur.

Ancak içinde bulunduğumuz dönemi ayırt eden dramatik fark, kapitalizmin giderek kitlesel işsizliği yapısallaştıran bir rotada ilerlemesidir. Otomasyonun ve bilgisayarlaşmanın olağanüstü hızlı gelişmesi ve kârlılığı belirleyen temel etken olması, üretimdeki emek gücü payının istikrarlı biçimde düşmesini beraberinde getiriyor. Bu seyrin kapitalizmi kendi içinde rahatsız edebilecek sonucu, ucuzlayan ve bollaşan üretimi satın alacak gelire sahip nüfusun da daralması olabilir. Ne var ki halihazırda global kapitalizm, dar bir tüketici nüfusuyla kendini döndürmeye ayarlı. Yedek emek gücü ordusunu ömrü billah yedekte bekletebilecek bir yapı bu. En alttakileri üretim süreci dışındaki konumları ve total yoksunlukları, dışlanmışlıkları üzerinden tanımlayan yoksulluk kavramının gündemi kaplamasının manası ve lüzumu da bunla ilişkilidir.

Kitlesel işsizliğin beraberinde getirdiği “fazlalık/lüzumsuzluk” tehdidinin geç ortaçağa benzer bir veçhesi, insanların anlam dünyasındaki sarsıntıdır. O zamanlar geleneksel toplumun çözülmesine benzer biçimde, bugün de istihdamın ‘arızîleşmesi’, toplumsal konumun ‘iş’ etrafında belirlendiği anlam dünyalarında sarsıntıya yol açıyor. İşsizlik, maişet sorununun yanında, ondan da öte, kendini bu dünyada bir yere ait görmenin ve anlamlı/değerli hissetmenin imkânını kapatıyor. Sadece sistemin değil, asıl insanların kendilerini lüzumsuz görmelerinin kapısını açıyor.

Zamanımızda sosyalizm ve sosyalist perspektifli emek hareketi, bu tabloyu görmezden gelemez. Emek rejimini, –hışırı çıkarılmış klişenin bu defa yerinde kullanımıyla–, ortaçağ karanlığına geri götüren istihdam biçimleriyle mücadele, burada savunma hattıdır. İnsan onuru, hak ve özgürlük taleplerinin buluşma noktasıdır. Ancak sosyalizmin/solun savunmadan çıkmak için, (tam-)istihdam odaklı perspektifin ötesine geçmesi gerek. Emek gücüne ihtiyaç azalır ve sabit iş sahibi olmak imtiyaz haline gelirken işsizlerin “lüzumsuz”laştırarak kriminalize edilmesi arasındaki yapısal çelişkiyi hedef alması gerek. Kapitalizmin lüzumsuzlaştığını gösterecek olan, budur! Vatandaşlık geliri, asgarî gelir gibi proje ve tartışmaların anlamı da bu ufku açma potansiyellerindedir.

TEKEL İŞÇİLERİ

Ankara’da Türk-İş genel merkezinde bir ayı aşan direnişlerini açlık grevine dönüştüren Tekel işçilerinin durumu, birincisi, emek rejimindeki esneklik ve güvencesizliğin bir vakası olarak önemlidir. İşçilerden birisinin dediği gibi, adı hapishaneyi çağrıştıran 4 C kodlu madde, provokatif denebilecek bir hak ve güvence iptalini düzenliyor. “Onurlu iş akdi” kavramını kamu otoritesi adına sırt çevirerek çalışma koşullarında her nevi keyfî düzenlemeyi meşrulaştıran bir düzenlemedir bu. İşçilerin direnişi, her şeyden önce, bu keyfîliğe karşı bir hak öznesi olma talebini yansıtıyor. Bu direniş, “lüzumsuz” ilan eden ve buna bağlı olarak kriminalleştiren söylemi (aynı zamanda rejimi) de teşhis etmemizi sağlıyor. Başbakan, üretim dip ücretlerle güvencesiz çalışan özel işletmelere kaydırıldığı için bir yılı aşkın zamandır iş verilmeyen bu işçileri “boş oturuyorlar” diyerek lüzumsuz ilan ediyor. Parlamento dışı politikayı anarşi olarak gören sağ geleneğin izinde, her türlü hak talebi ve protestoya refleks halinde hıyanet atfediyor; mülkiye ve emniyet bürokrasisi her türlü hakkın iptalini davet eden “terörist” yaftası ve “bilmiyorsunuz, aralarında provokatörler var” mitosuyla devamını getiriyorlar. Bu devletlû reaksiyonerliğe karşı eylemli itiraz, başlı başına kıymetlidir.

Express dergisinin, Tekel işçileri ve sendika yöneticileri ile söyleşilerin yer aldığı andığım sayısında, bir zamandır Tuzla’daki iş cinayetleriyle meşgul olan Aslı Odman’la da bir söyleşi yer alıyor. Tuzla’nın ölümcül şartlarında işçilerin sendikayla ilişkisini şöyle tanımlıyor Aslı Odman: “Kısa vadeli ve pragmatik amaçlar çerçevesinde yani verilmeyen ücretlerin tahsili için...” Peşinden de şu kuşkusunu dile getiriyor: “Sendikanın böyle noktasal bir şekilde, hak mağduriyetine uğramış işçilerle bir araya gelmesi [biz buna “işçilerin bir araya gelmesi”, diyelim – T.B.] kalıcı bir örgütlenmeye dönüşür mü?”

Tekel işçilerinin eylemine soldan gösterilen ilginin, alışılageldiği üzere, sarhoş bir gönül rahatlığıyla göz ardı ettiği de bu işte: Neticede çoğu AKP seçmeni olan bu –memur kökenli– işçilerin eyleminin kısa vadeli ve pragmatik saiklerini görmezden geliyor; ve direnişe dünyayı değiştirme misyonu atfediyorlar. “İşçi sınıfı vatan savunma mücadelesinin başına geçmiştir” diyen ulusalcıların, dünyayı değiştirmekten bu hükümeti indirmeyi anlayanların yüklediği misyonları bir kenara bırakıyorum. Muhtelif dışarıdan bilinç taşıyıcıların ziyaretine uğrayan işçilerin, bu misyonların pohpohunu –yine kısa vadeli ve pragmatik biçimde– kapılmaktan geri kalmayabildiklerini, örneğin MHP’yle CHP’nin mürai alâkasından yüksünmediklerini de unutmadan ama! Yine unutmadan: Bu gibi pohpohlar, yurttaki-dünyadaki bütün başka konuları ‘sahte gündem’ ilan eden bir tekelcilikle, radikal görünümlü bir apolitizme kapı açıyor; hatta ilgası istenen ‘sahte gündem’ konusu Ergenekon olduğunda, basbayağı gericiliğe varıyor.

Dünyanın adım adım, taş üstüne taş koyarak değişeceğini biliyoruz elbette. Nitekim direnişin iyimser gözlemcileri, gözleri kendi mağduriyetlerinden başkasını görmeyen işçilerin dillerinin zaman içinde “kurtuluş yok tek başına” sloganına döner olduğuna; polisin kendilerine şiddet uygulamasını “Habur’da eşkıyaya gösterilen iyi muameleyle” tartarak tepki gösterirken, Kürt-Türk bir arada günler geçirdikçe ötekilerin ve başka mağduriyetlerin farkına vardıklarına dikkat çekiyorlar. Evet, deneyimin eğiticiliği diye bir şey vardır.

Evet, ama iradenin iyimserliğine karşı aklın kötümserliğini elden bırakmamalı. Tekel’in de sesi var ama iki elinki gibi değil. Zonguldak maden işçilerinin büyük Ankara yürüyüşünün 20. yılında uzak tarih gibi kaldığı ve kazanımlarından söz etmenin zor göründüğü bir tecrübenin bilgisiyle, kısa vadeli ve pragmatik bir hak talebi mücadelesine yüklenen anlamın hududunu bilmeli. Dayanışma girişimlerinin işçilerin gönlünü kazanan etkisi, her şeyden önce insanî kıymeti ve deneyimin rahmeti bakidir. Ancak emekçi kitlesinin örgütlenme ve politik bilincinin direniş yeri ziyaretleriyle sıçramayacağı da herhalde kestirilebilir. Aslı Odman’ın Tuzla bağlamında söylediklerine başvuracağım yine: “İşçilerin farklılıkları içinde bir araya geldikleri bekâr odaları, kahvehaneler, hemşeri dernekleri, amele pazarları gibi yerleri tespit edip, oya işler gibi uzun vadeye sabırla yayılan bir örgütlenme...”

Çağımızın emek mücadelesi, çalışanların kazanılmış haklarını korumayı aşan bir perspektifi gerektiriyor. Sosyal devlet çağının bakiyesi olan istihdam statülerini ‘tutan’ savunmacı tutum; üç otuz paraya geçici veya yarını belirsiz haksız-hukuksuz işlere muhtaç edilen işsiz kitlesini gözeten bir politik kaygıyla birleşemedikçe, loncavârî bir imtiyaz talebine dönüşerek yalıtılacaktır. Giderek esnekleşen, güvencesizleşen emek rejiminin dışladığı, “lüzumsuzlaştırdığı” nüfusu gözetmeyen bir politika, bir dil, muhafazakâr kalacaktır.