KCK Davası: İkinci Kürt Açılımı ve KCK

Kürt sorununda önemli bir dönemeçteyiz. Geçen yıl başlayan ve kısa sürede sonuçsuz kalan birinci açılım sürecinin yarattığı hayal kırıklığı bu kez herkesi biraz daha temkinli olmaya itti.

Süreç ve süre konusunda bu temkin durumu söz konusu iken, beklentiler ve talepler bir önceki döneme göre kısa, orta ve uzun vade açısından daha net gibi görünüyor; net telaffuz ediliyor. Ancak, talepler konusunda tarafların niyet beyanından öteye geçmemesi halinde yeniden ilk kareye dönmek işten bile değil. Gelinen noktada dönülen ilk karenin eskisi olmadığı da açık. PKK, BDP, Kandil, İmralı ve Avrupa’nın bir tarafta diğer diğer tarafta ise ismini açılım olarak koyup altını doldurmayan ya da doldurma konusunda kafası henüz netleşmeyen; kendi kafasındaki muhafazakar/İslami çözümü henüz dillendirmese bile ipuçları veren, sorunu içeriden dışarıya değil dışarıdan içeriye, çevre ülkelerin yardımı ile halletmek için nabız yoklayan ve bu anlamda Kürtlere güven vermeyen AKP, devlet, Ordu ya da her üçünün de iç içe geçtiği bir yapının, “çözüm” konusunda netleştiremediği bir durumla karşı karşıyayız.


Öte yandan Abdullah Öcalan’ın avukatlarından DTK eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un İmralı’dan dönüşünde yaptığı açıklamalara bakacak olursak, İmralı’nın kafasında stratejik bir çözümün yattığı ve bu çözümün ana hatlarının bugün için devlet tarafından kabulünün güç olduğu bilinmesine rağmen uzun süreden bu yana devletin çeşitli kademeleri ile PKK liderinin görüşüyor olması azımsanacak bir durum değildir. Devletin bir yandan PKK liderinin örgüt ve kitle üzerindeki etkisinin azaldığı görüntüsü yaratmaya çalışırken öte yandan görüşme içine girmesi manidar; manidar olduğu kadar da “başka bir çözümün” ne kadar mümkün olup olmadığının test edilmesidir.

Bu sözlerden anlaşıldığı kadarıyla Abdullah Öcalan PKK/KCK üzerindeki etkisinin ne kadar olduğunu kanıtlamaya çalışırken, uzun vadeli stratejik unsurlardan değil daha kısa vadeli adımlardan söz etmektedir. Ancak en çok dikkat çeken nokta devlete ya da görüştüğü kişilerin temsil ettiği kurumlara olan güvensizliğidir. Bu görüşmeler olumlu olmakla birlikte hâlâ yolun ne kadar başında olunduğunun da göstergesidir. Ayrıca, bilgilerimiz Abdullah Öcalan’ın silahlı mücadelenin artık hareketi daha ileri bir noktaya taşıyamadığı, varılacak noktada herhangi bir uzlaşma çizgisinin bulunamayacağının farkında oluşudur. Bu durumun net ifadelerle söze dökülmesi şu an için kolay değildir. Öcalan bu nedenle “güven” unsurunu öne çıkarıp, görüştüğü kesimlerin ne kadar belirleyici olduğunu ve mutabık kalınan noktalarda sözlerinin ne kadarını tutacaklarından emin olmak çabasındadır. Çünkü, bu taktik savaşta Öcalan verilen sözlerin tutulmaması halinde Kandil ve örgüt üzerinde güven kaybı yaratacağı ve kendi etkisini azaltacağından emindir. PKK lideri örgüt üzerinde en önemli belirleyici olmakla birlikte hem derin devlet hem PKK içindeki bazı unsurlar tarafından bu süreç içinde boşa çıkarılma amacıyla provokatif eylemler olabileceğinden emindir. Açık söylemek gerekirse bu dönem her iki tarafın birbirini test, ettiği; güven ve güvensizlik arasında gidip geldiği ama çözüm konusunda hâlâ çok farklı düşünülen bir dönemdir. Yani çözüme yönelik iki tarafın da atacağı olgun adımlar, başka bir deyişle karşılıklı olgunluk için daha vakit erkendir. Ancak vaktin erken olmasına rağmen çevresel etkiler Türkiye’yi bu konuda “bir şekilde” çözüme zorlamaktadır.

Bu yüzden önümüzdeki dönemde bugün olduğu gibi “niyet” okuma faslının geride kalıp Türkiye’yi yönetenlerle PKK/BDP çizgisinin daha net bir karşılaşma ile yüz yüze gelmesi kaçınılmazdır.


Kürt açılımının birinci evresi büyük umutlar ve hayal kırıklığı yaratmışken, ismi konmasa bile ikinci açılım diyebileceğimiz yeni süreç, birincisinden çıkarılan olumlu/olumsuz derslerle ilerliyor. Birinci açılımın tersine çözümün bugünden yarına gerçekleşeceği havası bu kez yok. Olmaması da olumlu. Çünkü geçen yıl özellikle Kürt bölgelerinde 25 yıl sonra ortaya çıkan beklenti hayal kırıklığına dönüşmüş olsa da her şeye rağmen geriye dönüşün mümkün olmadığı bir noktaya vardı. İşte bu noktada tarafların karşılıklı olarak daha temkinli, daha güvenli/güvensiz yaklaşımları ile birbirlerini denedikleri bir döneme girildi.

Bu dönemde atılan adımlar kendi başına soruna çözüm getirmeyecek olsa da en azından bazı konuların tartışılmasının geride kalması, “aşılmış” olması bile önemli. 25 yıllık bu sorunun en can alıcı noktalarının hem devlet/AKP hem PKK/BDP/İmralı/Kandil/Avrupa tarafından karşılıklı bir “yoklama” şeklinde geçmesi de gayet normal. Gelinen noktada ise asgari müştereklerin kısa vadeli, pratik hatta faydacı olabilecekleri ihtimali karşısında bile henüz alınmış net bir tavır yok. Bu devlet ve AKP’nin çözüm konusunda kafasındaki modelle, PKK, BDP çizgisinin çözüm yöntemi arasındaki farkı da ortaya koyuyor. Ama en baştan söylemek gerekir ki sorunun çözümünde girilen yolda bir süre sonra her iki taraf da daha önce öne sürdükleri tezleri savunamaz ya da dayatamaz noktaya gelebilirler.


İkinci açılım dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu dönem BDP çizgisinin referandum kampanyasındaki “boykot” kararına rağmen AKP’nin önünü açmıştır. BDP kendine göre öne sürdüğü şartların hayata geçirilmemesi, bu konuda bir yeşil ışık yakılmamasını gerekçe göstererek boykot kararı almıştır. Oysa bu utangaç tavır hatalı olmakla, AKP’nin elindeki tüm kozları alma fırsatını kaçırmakla birlikte BDP için kendi kitlesi, gücü ve duruşu konusunda bir netlik ortaya koymuştur. Referandum sonuçları her ne kadar önümüzdeki yıl gerçekleşecek seçimler için net bir manzara ortaya koymasa bile, referandum şunu göstermiştir ki hükümetin hemen hiçbir konuda (KCK davası, seçim barajı gibi kısa ve orta vadeli talepler) yumuşamama politikası, hatta başbakan Erdoğan’ın Kızılcahamam kampında seçime de yönelik olarak BDP ile ilgili söylediği sözlerle birlikte Kürt illerini giderek Hakkari çizgisine çekmek için elverişli zemini yaratmıştır. Diğer yandan BDP’nin sözünün ne kadar duyulduğu, hükümet tarafından ne kadar kaale alındığı da tartışmalıdır. Normal olarak çok kolay bir araya gelmeleri gereken hükümet ve BDP temsilcilerinin birbirlerine bu kadar uzak durması, Hakkari benzeri provokatif saldırılardan etkilendiklerini gösterir ki, bu durum bundan sonra olabilecekler ya da çözüm önünde engel oluşturmak isteyen kesimleri cesaretlendirecektir.


Hükümet çevreleri BDP’nin çözüm için yeterli iradeyi göstermediği konusunda haklı olmakla birlikte, BDP’ye yönelik muhataplık sorununu çözmüş değiller. Bu durum her türlü gelişme önüne engel olarak çıkabiliyor. Çünkü yine aynı hükümet PKK ve BDP’yi sorunun çözümü önündeki engel olarak görüyor. Bu kafa karışıklığı özellikle hükümetin ikinci açılım sürecinde hâlâ kafasının netleşmediğini ya da net bir politika oluşturmadığını gösteriyor. Aslında bazı uygulamaları ile kafasındaki çözümün ipuçlarını veriyor ya da bu konuda nabız yokluyor. Ama attığı bu adımın Kürt meselesine yönelik bir çözüm için anahtar olmayacağını söyleyebiliriz. Bugüne kadar merkez sağ ve Ordunun da yıllarca sorunun çözümünü geçiştirmek için benzer adımlar attığı biliniyor.

Bir süredir bölgede Hizbullah’ın tabanı olarak bilinen Mustazaf Der aracılığı ile dindar Kürtlerle-BDP kitlesi karşı karşı getirilmeye çalışılıyor. Abdullah Öcalan’ın “Kürt Hamas’ı yaratmak istiyorlar” dediği bu nokta henüz bu aşamaya varmış olmamasına, bir Kürt Hamas’ı yaratmanın hükümetin işine gelmeyeceği bilinmesine rağmen yine hükümet, danışmanları ve bölge dinamiğini İslami bir anlayışla çözebileceklerini sananlar hâlâ bu anakronik ısrarın peşinden koşmaktan kaçınmıyor. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’de Kürt sorunu muhafazakar olsun olmasın artık her Kürt için temel bir etnik sorun haline gelmiştir. Dinî yaklaşımlarla çözümü denemek, zamanı boşa harcamaktan öte bir anlam taşımaz. Bilinir ki Kürt coğrafyasında çoğunluk muhafazakardır ama artık öncelikle Kürttür.

Ama, son kertede PKK’nın bu adımlardan rahatsız olduğu bilinmektedir, Hizbullah tabanı ile karşı karşıya gelmekten kaçınmakla birlikte Fethullah Gülen cemaatinin bölgede boy göstermesinden rahatsızdır. Ondan da öte Hakkari’de geçen ay bir imamın PKK tarafından öldürülmesi de bu durumun bir uzantısıdır. Başbakan Erdoğan’ın bu konudaki tepkisini sert bir biçimde dile getirirken gelen bir politikanın uzantısı olmakla birlikte bölgeye binlerce imamın atanma kararının aynı zamana denk gelmesi anlamlıdır.


Referandum sonrası elinin rahatladığı düşünülen hükümetin BDP’nin öne sürdüğü talepleri görmezden gelmesi; oerasyonların durması, KCK tutuklularının serbest bırakılması, seçim barajının indirilmesi, demokratik özerklik gibi güncel ya da uzun vadeye yayılabilecek taleplerinin hemen hiçbirinin karşılanmamış olması BDP çizgisindeki güvensizliği arttırmaktadır.


BDP’nin en temel taleplerinden olan ve çoğunluğunu seçilmiş belediye başkanı ve belediye meclis üyelerinin oluşturduğu davanın gidişatı da en azından başlangıç itibariyle beklentileri karşılamamıştır. Oysa KCK davası bölgede hükümetin iyi niyetini gösterecek en pratik adım olarak görülmektedir. Özellikle belediye başkanlarının tutuksuz yargılanmalarının yaratacağı havanın Kürtler üzerindeki olumlu etkisini tartışmaya bile gerek yok. Ancak Başbakan Erdoğan’ın davanın başlamasından bir gün önce sarfettiği sözler hem dava hem de genel olarak BDP’yi sert biçimde eleştirmesi, gelecek yıl yapılacak seçimlere kadar hükümetin bakış açısı ve nasıl bir politika izleyeceğinin sanki ipuçlarını verir gibiydi.


Sanıkların çoğu eski DTP yöneticisi, BDP’nin seçilmiş belediye başkanları, meclis üyeleri ya da açıktan faaliyet yürüten insanlar. Duruşmada en etkili konuşmayı sanıkların tümü adına yapan Hatip Dicle “davanın sonucunun Kürt sorununun çözümüne olumlu katkı yapabileceğini” söylerken “Kürt siyasi mücadelesini silahlı çizgisinden, şiddet modundan çıkarmak amacındayız. Devlet demokratik yöntemin önünü açarsa sorun kalmaz” diyordu.

KCK davasındaki muhtemel olumlu bir gelişme sembolik bir adım, bir jest olarak görülüyor. “İyi niyet ölçülecek” deniyor. KCK konusunda görüş şu: “Silahlı siyaset olmaz sivil siyaset gerek deniyor. Evet, bu insanlar da silahsız siyaset için dağda değil şehirdeler.”

Zaten istenen de bu değil mi? İşte tam da bu noktada geçen yıla dönmek gerekiyor. KCK davası geçen yıl Habur’daki görüntülerin rövanşı olduğu görüşü hakim. Hele KCK tutuklusu belediye başkanlarının elleri kelepçeli fotoğraflarının çektirilmesi de bu rövanşın bir uzantısı.

Hükümete “fikir veren”, “bölgenin dinamikleri ile uzaktan yakından ilgisi olmayan” birtakım “uzmanların” iddiası şu: “Kürt siyasetinde şiddeti savunanları derdest edersek bölgede yeni seslerin, farklı görüşte olanların önünü açarız”. Bölgede kim yelpazenin neredesinde herkes biliyor. Yıllardır muhafazakar Kürtlerin büyük bölümü zaten politikanın içindeler. Oylar MSP, RP, AKP çizgisindeki partilere gidiyor, insanlar da fikirlerini söylüyor. Yani söylendiği gibi tüm oylar BDP çizgisine gitmiyor. Başka seslere tabii ki ihtiyaç var. Ama bu yöntemle değil. KCK operasyonu ile yeni siyaset alanı açma iddiasında olanlar yani şahinlerin yerini güvercinlere bırakmasını isteyenler bu tür operasyonlarla bu işin olmayacağını, şahinlerin güvercinleşeceğine daha şahinleştiğini bilmiyorlar. Üstelik BDP çizgisinin boşalttığı alanı yeni seslerin doldurması da kolay değil. Bu boşluğu kim dolduracak? Bölgeye atanmaya hazırlanan din adamları mı? Kürt sorununu böyle çözmeye çalışanlar yanılıyor. Çözüm yöntemi bu değil. Şiddet şiddeti doğuruyor. Devlet ya da PKK; şiddet kullanarak Kürt siyasetinin önünün açabileceklerini sananlar yanılıyor. KCK operasyonları ile bugüne kadar konuşamayan Kürtlerin önünü açmayı düşünen “uzmanların” amacı aslında açılım sürecini baltalamak olmasın? Yani güvercin gibi görünüp şahin olmak.


Kürt meselesi artık bir Ortadoğu sorunu. Bu Türkiye’de Kürt sorunu konuşulmaya başlandığından bu yana böyle olmakla birlikte özellikle ikinci açılım evresinde daha net olarak ortaya çıktı. Hükümeti açılımı telaffuz eder etmez hemen yetkililerin bölge turuna çıkması Erbil, Şam gibi merkezlere gitmesi, İmralı ve BDP de farklı şüpheler uyandırdı. BDP “sorun içeride ama bizim dışımızdaki tüm unsurlarla görüşme yapılıyor”, derken PKK ve İmralı bu gelişmeleri çözüm yerine tasfiye çabası olarak algıladı. Mesut Barzani çözüm için paylarına düşeni yapacaklarını söyledi ama KDP’nin iki numaralı ismi Neçirvan Barzani PKK’yı denklemin dışında bırakılarak çözüm zor diyerek dışarıda atılmaya çalışan adımların tek başına sonuca ulaşmayacağını altını çiziyordu. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ise çıkarılacak genel bir af ile PKK içindeki Suriye kökenliler için de bir af çıkarılabileceğini belirtti. Ama o da bunun çevre ülkelerde gerçekleşecek genel bir afla paralel yürütülebileceği kanaatindeydi. Yani hükümetin çevreden kuşatma çabasına sanki bu çevre aktörleri tek başına bulaşmak niyetinde değildi.


Kürt sorununun çözümünde ikinci aşamadayız. Bu aşamada şu ana kadar bilinebilen 2011’deki genel seçimlere kadar çok fazla bir adım atılacak gibi görünmemesi. Özellikle seçim barajı, anayasal vatandaşlık gibi konulardan BDP çevresinin de şimdilik bir beklentisi yok. Ama, ateşkesin sürekli hale gelmesi ve özellikle KCK davasının gidişatı en azından bu süre içinde çözüme yönelik olmasa bile havanın yumuşaması, iyimser bir psikolojinin devam etmesi açısından elzemdir. Tabii ki bu noktada CHP’nin katkı ya da tıkaç olarak, her iki halde de süreçte önemli rol oynayacağı ortada. Tüm bu sürecin BDP’yi daha milliyetçi bir çizgiye savurduğunun farkında olarak bu partinin de, bu ruh halini körüklemekten kaçınarak, bugün hayata geçirilemeyecek projelerle (demokratik özerklik vb.) karşıtını güçlendirmek yerine daha rasyonel bir çizgide yürümesi gerekmektedir. Ancak en temel nokta ateşkes sürecinin uzatılması ve sürecin en azından kansız bir şekilde yürümesidir. Net olarak söylemek gerekir ki silahlı çözümün çözüm olmadığı ve eski kısır döngüye yeniden dönülmesinin meselenin çözümüne hiçbir katıda bulunmayacağı ortadadır. Her türlü handikapa rağmen Kürt meselesinde çözüm için Türkiye’deki siyasi havanın eski göre daha olumlu olduğunu söylemek gerek; bu hava yeterli olmamakla birlikte artık geri dönüşü olmayan bir yola girildiği bilinmektedir. Sorun bu yolda ilerlerken Türk ve Kürtlerin yollarını ayırmadan zor olanı, aynı yolda yürümeyi becermesidir.

1 Tuğluk’un Öcalan’a atfen söylediği şu: “Ben şimdi size iki esastan bahsedeceğim. Buradaki görüşmelerin sonucunu, karşılıklı üzerinde uzlaşılacak iki protokol şeklinde ele alıyorum. Biri güvenlik boyutu-protokolü; PKK ve KCK’yle birlikte yürüteceğim, zaten onlar bana uyarlar. PKK ve KCK’yle sözlü ve yazılı diyaloglarımın olması gerekir, koşullarımın buna uygun hale getirilmesi lazım. Diğeri de demokratik haklar ve anayasa boyutu-protokolü. Bunun içinde DTK ve BDP var. Bunlarla görüşmem lazım, bunlarla eşgüdüm içinde olmalıyım. Bunlarla diyalog kurmam lazım.” Anladığım kadarıyla bunlar tartışıldı ve şu an bir cevap bekliyor. Gelecek yanıta göre, pratik düzenlemelerini ve önerilerini daha da geliştirecektir. Nihayetinde yeni bir sürecin başındayız. Bir yıl içinde belirtilen iki esas hayata geçebilirse, o zaman pozitif barış sürecine girebiliriz. Yani, ateşkesin sürdürülmesi, görüşmelerin devam etmesi, önerilerin karşılıklı paylaşılması, önemli bir gelişme olarak değerlendirilmelidir ve kesinlikle Öcalan meselenin çözümüne stratejik yaklaşıyor. Taktiksel davranan taraf varsa, o da hükümettir diye düşünüyorum.” (Aysel Tuğluk mülakatı, Mete Çubukçu, Radikal İki)

2 Kürt illerinde Hakkari, Şırnak’la başlayan “zihinsel kopuş”un bölgede uzun süredir konuşulduğu, bölgedeki aklı başında aydınların bu konuda tedirgin oldukları biliniyor. Özellikle BDP’nin “barışı yapacak son kuşak biziz” söyleminin ardında da bu illerdeki farklı haraketlilik yatıyor

3 Bölgenin ve genel olarak Türkiye’nin imam açığını kapatmak için yeni atamalar yapılacağını kaydeden Devlet Bakanı Faruk Çelik, “14 bin yeni imam atanacak. 5-6 ay içinde bu atamalar tamamlanacak. Büyük camilerde ise iki imam görev yapacak” diye konuştu. “29 Eylül tarihli gazeteler)

4 “Bunlar Kürt kökenli vatandaşlarımın temsilcisi değiller. Dürüstlerse, samimilerse silahları bıraksınlar öyle sandığa gitsinler, bakalım ne kadar oy alacaklar. Silahla, yakarız, yıkarız demekle oy almak kolay. Bırak Kürt kökenli vatandaşlarım kendi iradeleriyle oy kullansınlar. Bakalım ne kadar oy alacaklar. Onurlu oy bu oydur. Şu anda aldığınız oyun kıymeti harbiyesi yok, çünkü bu oy şaibeli oydur.” (Sabah gazetesi 17 Ekim)