Dördüncü yılı dolarken, Hrant Dink cinayeti soruşturmasındaki sistemli geçiştirme ve sürüncemeyi izlemek, acı veriyor. “Hrant’ın Arkadaşları” ve avukatları, 19 Ocak’taki uğursuz yıldönümü öncesinde, bu sürüncemenin dökümünü sundular.
Onların her duruşma öncesi yeniledikleri bu döküm, Türkiye’de “derin devlet” denen olgunun açık seçik resmini çiziyor. Bu davanın peşindekilerin gittikçe ümitsizleşse de hiç yılmayan takibatı, derin devlete yönelik belki de en sıkı takibat olmanın tarihsel önemini taşıyor.
Kaybının dördüncü yılında özlemimiz eskimedi. Hrant’ı çok özlüyoruz. Telâfisizliğini kaybedince daha iyi idrak ettiğimiz bir kayıp, o. Neler ifade ettiğini, nasıl bir yer doldurduğunu, belki daha doğrusu: Doldurulacak o yeri bizzat açmış olduğunu, kendisini hiç tanımamış olanlar da biliyorlar şimdi.
Hrant Dink’in gücü ve etkisi, kuşkusuz önce samimiyetinden geliyordu. Takınılmış jestler değil, samimi samimiyet.
Onun samimiyeti, yılmaz bir hakikat anlatıcısı olmasıyla ilişkiliydi. Bildiği, yaşadığı, alın yazısı olmuş bir hakikat vardı. Onunla barışarak beraber yaşayabilmek için, o hakikati içinden çıkarıp atması lâzımdı. Herkesin bilmesi lâzımdı. Asıl mesele: hakikatini paylaşması lâzımdı. Günümüz halkla ilişkiler dilinin ‘malûmat vermek-söylemek’ yerine kullandığı naylon anlamıyla değil, yine samimi anlamıyla paylaşmak... Hakikatin ayan olmasını bir defalık bir ifşaat, bir skandal olarak tasarlamıyordu, hakikatin aramıza karışmasını istiyordu Hrant Dink. Hakikat sonrası bir yaşam istiyordu; hakikati paylaşmanın ortaklığıyla kurulmuş bir gelecek istiyordu. O, geleceği kurmaya adanmış bir hakikat anlatıcısıydı.
Bunun için, her körün koluna girip filin başına götürmeye, her körün elinden tutup filin her yerini yoklatmaya hazırdı. Onun gücü ve etkisi, bir de bu azminden geliyordu. Başka tür bir cesaret, başka tür bir kahramanlıktı bu: Herkesle konuşma, herkese anlatma cehdi... “Herkese idrakine göre hitap etme” zahmeti... 2000 yılında Trabzon’da (tam da orada), mikrofonu alır almaz “ASALA... Karabağ” diye lâf atmaya başlayan bir topluluğa, meramını anlatmayı başarabilmişti. Öldürülmesinden kısa zaman önce, Antalya’da bir panelde, ellerinde Türk bayraklarıyla ajite vaziyette bekleyen ulusalcı salonu nasıl ‘nötralize edebildiğini’ hayranlıkla anlatıyor, o gün kendisiyle beraber olanlar. Televizyon programlarında, en hoyrat milliyetçilere, en kalın kafalı inkârcılara derdini anlatma çabasından geri kalmadığı hatırlanıyor. Nasıl anlattığı, üslûbu, bakışı, neyi anlattığından daha fazla yer etti hafızalarda. Bizzat o anlatma, herkese anlatma cehdi, anlatmaya çalıştığının özüydü çünkü.
Yakından tanıyanlar, ondaki şeytan tüyünü daha iyi biliyorlar. Gönül kazanan biriydi. Aklın fikrin, ‘savların’ işlemediği yerde, jestle, dokunarak, olabilecek en asgarî müştereğe sarılır, temasa tutunurdu.
Hrant Dink’in bu hasletini, “Anadolu insanı” romantizmiyle güzelleyenler oluyor. (Bilhassa muhafazakârlar, onu “bizden” sayarak ‘kucaklamanın’ yolunu böyle buluyorlar.) Tevazuu, yalınlığı, candanlığı, halktanlığı, kuşkusuz Hrant’ın insanlara -halka- hitabını kolaylaştırıcı bir vasfı idi. Sadece bu değil ama; elbette şahsî bir damga da vardı onun hal dilinde. Hrant Dink’in gücünü ve tesirini, onun meşrebinden, şahsiyetinden ayrı düşünemezsiniz. Ama ona indirgeyemezsiniz de... Ama Hrant’ın tesir sahası eşi dostu, yârenlik ettikleri, koluna girdikleriyle sınırlı değildi; o kamusal, politik bir şahsiyetti. O halde, meşrebin/şahsiyetin temsil, ifade ve belki tercüme ettiği toplumsal durum üzerine, politik saikler üzerine düşünmeliyiz biraz.
Hrant Dink’in radikal suhuleti, yumuşaklığı, biraz da işinin zorluğundan kaynaklanan bir zorunluluk değil miydi? Bir tür ‘ileriye doğru kaçış’, bir tür nefsi müdafaa saiki de yatmıyor muydu, onun o muazzam ‘herkesi kucaklama’ azminin arkasında? Unutmayın ki Hrant Dink Agos’u yayımlamaya başladığında Ermeni ‘konusu’ henüz pek az örselenmiş bir tabuydu, bir büyük sırdı hâlâ. Hrant Dink, Ermeni meselesini karanlık kuyulardan çıkarırken, müesses bir inkâra ve idmanlı bir bilisizliğe/kayıtsızlığa karşı yol almaya çalışırken, elbette ihtiyat gösterecekti. Kıpırtısız ufûnet denizinde rüzgâr peydahlamaya çabalarken, elbette temkinli olacaktı. ‘Büyük Felâket”in tanınmasını, günahla yüzleşilmesini sağlamak için, uzun uzun konuşarak, herkesi tek tek ikna edercesine özenli bir dil kurması gerekliydi. En azından o bu gerekliliğe inanmıştı. Haklılığıyla orantısız bir kuvvetsizliğin mecburiyeti... Açıkçası, aczin zarureti mi demeli?
Nitekim onun yaklaşımını, mâduniyeti yeniden üreten bir acz tavrı olarak görenler olmuştu. Bir yüzleşmeye asla yanaşmayan devlet aklı ve nâdan Türk milliyetçiliği karşısında alttan alarak işi sulandırdığını düşünenler yok değildi. Soykırım kelimesinin telâffuzuna takılmayan, insanların hakikatle ‘kendi kelimeleriyle’ yüzleşmelerini daha fazla önemseyen tavrı, yarım-çeyrek özürlere yardım ve yataklık ettiği ithamıyla karşılaşıyordu. Günah keçisi olarak her habisliğin olağan şüphelisi statüsündeki “Diaspora”ya mahsus da değildi böylesi imâlar.
Her renkten Türk milliyetçileri, yumruklarını sıkıp kasıldıklarında, Hrant Dink’in suret-i haktan görünerek sinsice millî hassasiyetlerin altını oyduğunu düşünüyorlardı zaten. Onların nazarında, Hrant’ın vicdanlara hitap etme, gönül kazanma gayreti sadece oportünizmdi.
Hrant Dink’in kimilerine oportünizm olarak görünen pragmatizmini, aczin zarureti olmaktan çıkartan bir cevheri vardı ama. Bu pragmatizm, yalnız negatif bir etmene, yani anlatacağı derdi anlatmanın zorluğundan, damgalanmışlıktan, hareket alanının darlığından doğan bir zaruret haline dayanmıyordu, pozitif bir veçhe de taşıyordu. Geçmişle hesaplaşma davasının, geleceğe dönük kurucu iradeye bağlanması idi bu pozitif veçhe. Hrant Dink, onarımı, somut hayattaki müşterekleri, ortak gelecek umudunu önceliyordu. İyileşmenin gücüne ve erdemine işaret ediyordu. (Nitekim Tûba Çandar onun sıfatlarından birini şifâcı olarak belirliyor. fiifâ verirken kendisi de sağalan şifâcı...) Her iki anlamda iyileşme: Hem sağalma hem ‘iyi insan’ olma anlamında... Bu erdemin ışığının, ‘kötüyü’ bile cezbedeceğine inanıyordu. ‘İyi olma’ fırsatı vermenin, bir ‘iyilik’ deneyiminin veya zihni bir an çelen bir ‘iyilik’ serpintisinin, değişim ve değiştirme umudunun en sağlam tutamağı olduğuna inanıyordu. Her ağaçta tutunacak bir dal ararken, bu umudun peşindeydi. Ona manevî gücünü de, iyimserliğini de, müthiş enerjisini veren de bu umut değil miydi?
“Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” – Ermeni meselesi bağlamında, bu radikal sosyalist sloganı uç noktasına vardırmak, radikalleştirmekti aslında Hrant’ın yaptığı. O, hasmını da dönüştürecek bir değişime talipti. Ne büyük iddia, ne büyük cesaret...
Aptal manasında değildi herhalde saflığı. Bütün ‘kötülerin’ ikna ve telkinle ‘iyilere’ dönüşmeyeceğini elbet biliyordu. İnsandaki sağalma/iyileşme olanağını ‘kışkırtmakta’ inat etmenin tek devrimci olanak olduğuna inandığı gibi, bunun muktedirleri kışkırtacak en büyük meydan okuma olduğunu da biliyordu. Kahramanlık meydan okumaksa, cesaret göze almaksa... onun her şeyi göze alan bir kahraman olduğunu, er geç (çok geç), öldürülüşüyle fark etmedik mi?
İşte biz bugün cesaret ve kahramanlığın bu tarzını özlüyoruz.
Bir tarafta ‘doğru’ ve ‘haklı’ olmanın (ve “inanılmaz derecede masum”) dervişçe güveni. Diğer tarafta kırılmış, kırıma uğratılmış, horlanmış, şeytanlaştırılmış, azıcık kalmış olmanın aczi. Hrant Dink, bu ikisi arasındaki zorlu gerilimden enerji üretmeyi başarmıştı.
Mağduriyet ve aczden yıkıcı bir hınç çıkarmaktan beri durdu. Haklılığın (“kendine göre haklılık” da diyebilirsiniz; ne fark eder!) izole meşruiyetine güvenmedi. Haklılığıyla aczi arasındaki acı çelişkiye ilenmek yerine, bu durumu değiştirme uğraşına koyuldu. Uzun bir yola çıktığını, zahmetli bir inşa işine giriştiğini bilerek... Lisede idolü olan öğretmeni Baron Vahan’ın hareket tarzına kendi atfettiği tabirle: dingin mücadele... Büyük bir sırrı ifşâ etmenin, bir parlak lâfın, sihirli bir formülün anlık etkisine değil, sebatla öreceği ilişkilere emanet etti kendini. İlk gençliğinden itibaren, Felâket’in ve felâketlerin savurduğu hayatları bir ucundan onarmanın deneyimiyle yoğrulmuştu. Tuzla Çocuk Kampı’nda yoksul Ermeni çocuklarına yuva, eğitim ve yaşam sevinci kazandırmaktan kazandığı mutluluk, bunun örneği. “Her şeye rağmen” hayata tutunma emeğinin ve küçük başarıların kıymetini biliyordu. İyimserliğini oradan devşirdi.
Hrant Dink, bir politik öncüydü. Kimlik yaralarının ‘kimlik politikasına’ sıkışmayan bir ‘iyileşme’ yolunu açtı. Mağduriyet romantizminin yerine umut ilkesinin romantizmini koydu. Haklılık ve meşruiyetin ‘peşinatına’ güvenmedi; onların politik emek ve eylemle inşa edilmesi gerektiğini gösterdi.
Evet, Hrant, Ermeni soykırımının, Ermeni travmasının sembol kişiliğiydi. Hatırası, öncelikle, 1915’ten 80 küsur sene sonra öldürülen bir Ermeninin hatırasıdır.
Ama Hrant aynı zamanda bir sosyalistti, bir solcuydu. Onun politik kişiliğinin, politik öncülüğünün, Ermeni meselesiyle tüketilemeyecek bir yanı var, sola ders olması gereken.
Bu dersin talebesi olmayacak mıyız? Farkında değil miyiz, Hrant’ın solda da bir boşluk bıraktığının?
Onun yapıcılığı, şifâcılığı, sebatkâr mücadelesi ve bunlardan türettiği ‘iyilik’ gücü sadece mistik bir hatıra olarak mı kalacak? Onun temas iştahına ve davet etiğine talip değil miyiz? Sonra; hangi safta olurlarsa olsunlar, ayrışmaların ‘kaçınılmazlığına’ veya ‘bereketine’ inanarak hiddetlenirken en asgarî hukuku, en asgarî müştereği gözetmeyenler, Hrant’ın katledilmesine isyan ederek yürüyen yüz binlere ‘Dağılın!’ diye bağırmış olmuyorlar mı aslında?
1 Tûba Çandar: Hrant, Everest Yayınları, İstanbul 2010, s. xii ve 332.
2 Tûba Çandar, a.g.e., s. 97.