İlk kez seçime girip birinci parti ve tek başına iktidar imkanı edindiği 2002 Kasım’ından beri girdiği her seçimde oylarını arttırıp, sonuncusunda Haziran 2011 seçiminde toplam oyların yarısını alarak iktidarını daha da pekiştirmesi AKP’ye, “soykütüğü”nde yer alan hiçbir partinin sahip olamadığı bir güç ve prestij sağlamıştı.
Ne 1950’lerin bir biçimde (1954) %57 oy oranına ulaşmış DP’si, ne 1960’larda %52’yi (1965) bulmuş AP’si ne de 1980’lerin ANAP’ı için söz konusu idi bu. Adı geçen partilerin tümü de hem ülkenin temel siyasal konu/sorunları bahsinde “vesayet” altındaydılar hem de güçlü bir ana muhalefet partisinin nefesinin enselerinde olduğunu bilerek hareket etmek zorundaydılar.
Oysa AKP sadece o “vesayet”ten kurtulmuş değil ayrıca onu “yenmiş” olmanın gururunu da taşıyan bir parti olmanın yanısıra; pejmurdeleşmiş ve bu haliyle bir de bölünecek gibi görünen CHP ana muhalefetinin, alternatif olma şansı bulunmayan, kendi içlerine büzülmüş bir MHP ve BDP’nin ortasında bir kat daha fazla rakipsiz ve hareket alanı gayet geniş bir konumdadır. Buna bir de dış politikada hiçbir Cumhuriyet hükümetinin sahip olamadığı kadar inisiyatif kullanabilme imkanının oluşu da eklenirse; AKP’nin ne denli güçlü bir pozisyonda olduğu yeterince açık biçimde görülür.
Elbette ki AKP de gayet farkındadır bu durumun. Nitekim, 12 Haziran’dan bu yana AKP üst yönetiminin ve özellikle de başbakanın genel davranış tarzı ve üslubuna bakıldığında, ilk göze çarpan nokta, gücünden ve pozisyonundan son derece emin olmanın yanısıra rakip-muhataplarını artık küçümseyebiliyor olmanın verdiği kibirli bir rahatlık halidir. AKP’nin halen sahip olduğu güç ve imkanları bu davranış tarzıyla kullanmasının, başlıbaşına bir faktör/sorun olacağına işaret etmek gerekiyor.
Çünkü, önümüzdeki birkaç yıl boyunca, bu ülke, aslında TC’yi yeniden –ikinci defa– kurmakla aşağı yukarı eşdeğer ve kapsamda bir düzenlemeler süreci yaşayacaktır. Özellikle böylesine kritik dönemlerde sürecin başlıca aktörlerinin gücü, görüşleri ve manevra imkan ve kabiliyetleri kadar olmasa bile davranış tarzlarının moral ve duygusal etkileri de büyük önem taşır. Örneğin AKP, her fırsatta, başta –neredeyse kangrenleşen– “Kürt-Türk sorunu”muz olmak üzre, çoğu tabularla muhafaza edilegelmiş başlıca sorunlarımızın çözümlenebilme –veya tersi– koşullarını önemli ölçüde belirleyecek olan yeni/sivil Anayasanın büyük çoğunluğun içine sindirebileceği bir uzlaşmanın eseri olması gerektiğini ve olacağını söylüyor. Ama 12 Haziran’dan beri sıklıkla tanık olduğumuz o yer yer küstahlığa varan pervasız tutum hiç de hayra alamet değildir. Hayatî önemdeki Anayasa konusunun “uzlaştırıcı” niteliğine titizlik gösterecek bir parti ve onun lideri, o Anayasanın en kritik noktalarında muhatap olacağı bir CHP ve BDP’ye –listelerinden seçilen tutuklu milletvekillerinin tahliye edilmemesi üzerine– başlattıkları boykot konusunda özellikle başbakanın takındığı o nobran tutum, o aşağılayıcılık ve kırıcılık yüklü “tıpış tıpış gelecekler” derken ki alaycı gülüş; herhalde gücü büyürken tevazusu da artan bir olgunluğun değil güç artışıyla böbürlenme kibrini yansıtıyordu.
Kaldı ki, AKP’nin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın BDP’ye karşı, sadece bu kibirlilikle kalmayıp giderek düşmanca diyebileceğimiz düzeye varan bir tavır alışı da içeren bir tutum takınması, 12 Haziran seçimlerinin epey öncesinden beri devam etmekteydi. Bu konuya az sonra yeniden döneceğiz ama bununla da dolaylı olarak ilişkili olan bir noktaya değinmeden de geçemeyiz.
AKP ve özellikle Başbakan, bu kibirli tutumu sadece muhalefet partileriyle “diyalog”larında takınmıyorlar. Özellikle “yandaş” ve teşvikçi çevresi tarafından “post-Ergenekon” diye adlandırılan tutuklama operasyonları ve yine KCK ile ilişki nedeniyle tutuklanan bazı kişiler ve genel olarak bu soruşturmaların kapsam genişliğine dair endişe ve eleştirilerini dile getiren kimi sosyalist ve sol/liberal çevre ve kişileri de bilhassa nasiplendiriyorlar. Söz konusu sosyalist ve sol/liberal kişi ve çevrelerin AKP ile –moda tabirle– “vesayet rejimi” arasında cereyan eden mücadele boyunca ve özellikle de en zor, kritik dönemeçlerinde AKP’ye etkin bir moral-entellektüel destek verdiği; ayrıca çok daha öncesinde, AKP’nin içinden doğduğu –“İslamî”– hareketin yine aynı vesayet rejimi tarafından sürekli hırpalandığı 1990’lı yıllarda çiğnenen haklarının meşruiyetini mağdurlarından bile daha yüksek sesle savunduğunu en fazla kendileri bilmelerine rağmen takınabiliyorlar bu tutumu. Ama aslında şu “rağmen” kelimesi fazla burada. Çünkü; AKP gibi o malum siyasetçi yaklaşımından başkasını bekleyemeyeceğimiz bir parti ve onun “siyaset ticaret gibidir” deyişine pek inanan ve sıkça tekrarlayan lideri açısından, özellikle böylesi bir güçlülük konumuna erişmişler ise, sözünü ettiğimiz o bilgi, bir an önce unutulması, unutturulması, örtülmesi, olmuyorsa önemsizleştirilmesi gereken bir şey haline dönüşür. NitekimTayyib Erdoğan daha 12 Haziran seçimine aylar varken ama sonucunu aşağı yukarı kestirilebilir hale geldiği bir dönemde başlatılan o mahut “post-Ergenekon” tutuklamaları esnasında, Ergenekon’un ve askerî darbe girişimlerinin teşhirindeki katkılarıyla bildiğimiz bazı gazetecilerin de bu arada tutuklanmalarına, “ciddi deliller var” denilmesine karşılık AKP’ye muhalif olmakla pekâlâ izah edilebilecek “delil”lerden başka bir şey gösterilmemesine isyan eden aynı sosyalist ve sol liberal kesime, onların bu Ergenekon ve darbelere karşı mücadeleye katkıları hatırlatıldığında “olabilir ama asıl işi yapan biziz” mealinde laflar edebilmişti. Ne o zaman ne de şimdilerde, örneğin “KCK’lı” ya da “PKK’nın direktifleri altında çalışmak” ve hatta “terörist eğitmek”le itham edilerek tutuklanan Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı, Ayşe Berktay gibi sosyalist, sol liberal çevrelerin çok yakından tanıdığı kişilere ilişkin “ne yapmaya çalışıyorsunuz” mealindeki eleştirilere karşı aynı Erdoğan’ın o azarlayıcılığının yanısıra “ayar vermeye”de yeltenen tavrı, ne yazık ki şaşırtıcı değil, beklenen bir şeydi.
Tayyib Erdoğan, örneğin Büşra Ersanlı’nın tutuklanma nedeni hakkında “kamuoyunu aydınlatma” ihtiyacı duyan ve bu konuda bazı hükümet yanlısı gazetelere önceden servis edilmiş “bilgileri” tekrarlayan İçişleri Bakanı’nın Büşra Ersanlı’nın Yahudi asıllı eski eşinden “dikkatinizi çekerim” üslubuyla bahsedecek kadar müptezelleşmesini normal karşılıyor olabilir. Güçlendikçe ve gücüyle şişindikçe üzerindeki “demokrat” ve hoşgörü cilası da çatlayıp dökülerek “asli malzeme”si, yani ülkemiz sağcılığının alamet-i farikası olagelmiş o “mücadele ettiğine karşı ahlakî yükümlülüğün yoktur, kullandığın aracın doğruluğuna değil etkililiğine bakacaksın” diyen “ilke”siyle belirlenmiş bir tutumla karşılaşmamızı da bizim normal karşıladığımızı bilmesini isteriz.
Gerçi, hiçbir geçerli nedeni olmadığı halde kendilerini “sol”, veya “sosyal demokrat” diye etiketleyen; ama –yukarda AKP vesilesiyle değindiğimiz– siyaset anlayış ve mantığına dair söylenenleri özellikle paylaşan; dolayısıyla aslen sağcılığın bir diğer versiyonu olan Atatürkçü, “ulusalcı cenah”, AKP’nin ve Erdoğan’ın bu bahsedilen tutumunu işaret edip, yine beklediğimiz üzre “gördünüz işte, ihtiyaçları kalmayınca nasılda silkeleyip hapse bile tıkıyorlar” deyip yüreklerini ferahlatma fırsatını kaçırmamış oluyorlar.
Her iki taraf da yüreklerini böylece ferahlatadursunlar. Şu aşağıdaki birkaç satırın muhatabı onlar değil. Eğer bu ülkede siyasetin, kıyaslanmak isteyeceğimiz başka yerlerden çok daha fazla ahlakî-insanî değer ve ilkeler, ancak makyaj malzemesi olarak kullanma anlayışı üzerinden yapılageliyor oluşundan ve buna paralel olarak siyasetin çıkar alışverişlerinin veya çatışmalarının bir biçimi olmaktan öte bir içeriği ve tarzı olmadığına dair genel algılanıştan bıkmış ve bundan “kurtulmamız” gerektiğine gerçekten inanmış olanlara konuşuyoruz.
Türkiye şu son yirmi-otuz yıllık dönemde, muktedirlik konumunda oturanlar kim olursa olsun, onlarla ideolojik veya sosyolojik yakınlıklarına aldırmaksızın ve dönemlere egemen “trend”lere kapılmaksızın, ülkenin başlıca/ezeli sorunlarını ilgilendiren konularda o sorunla birinci dereceden bağlantılı siyasal-ahlakî değer ve ilkeler bazında konuşan, bunların gereklerini her durum ve koşulda savunabilen insanların da ortaya çıktığını nihayet görebildi. Farklı düşünüş dünyalarından, alanlarından gelmekle birlikte bu ilke ve değer temelli, anlakî hassasiyet ve tutarlılığı gözeten tutum sahiplerinin çoğalışı belki istenen düzeyde değil ama bu azlığa rağmen edindikleri prestij ve saygının yaygınlığı kesinlikle gelecek için umut verici düzeydedir.
Önümüzdeki dönemde bu tutumun korunması, güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması için verilmesi zorunlu mücadele, şüphesiz öncelikle ve büyük ölçüde AKP’nin muhafazakar otoritarizminin uç verdiği bütün alanları kapsayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, sözünü ettiğimiz o kolayca suflileşen kadim siyaset anlayış ve geleneği bildik bütün siyasal ideolojilerin örtüsü altına girebilmekte, oralarda da hükmünü yürütebilmekte, başatlaşabilmektedir. İlkeleriyle, idealize ettiği amaçlarla açıkça çelişen uygulama ve tavırlarını “siyasal gerekçeler”le haklı göstermenin veya “siyasetin zorunlulukları”na bağlamanın marifet sayılması yoluyla bütün bir sosyalizm akımının ne hale düşürülebildiği ortadadır.
Dolayısıyla; eğer vaktiyle o akımın yaratabildiği moral üstünlük, dinamizm ve umut dalgası ile kıyaslanabilecek bir hareket, şu son yüzyılların deneyimi ve çağdaş koşul ve imkanların ışığında oluşacak ise; kesinlikle öne sürebiliriz ki onun temel dayanaklarından biri ve hatta ekseni sözünü ettiğimiz bu ilke/değer siyasetinden veya onun verdiği esinlerden doğacaktır.
Yeniden AKP konusuna ve onun –Anayasa konusunu da doğrudan ilgilendiren– BDP’ye ilişkin –şimdilerde KCK dolayımında şekillendirilen– tavrına dönelim.
Ancak söze BDP’nin yaklaşımını özetleyerek başlamak gerekiyor. Herkesçe de bilindiği üzre BDP, “Kürt sorunu”nu sahiplenen tüm hareketlerin ortak yaklaşımını devralarak, ortada Ankara ile simgelenen TC devleti ile onun etnik-ulusal bir entite olarak tanımadığı Kürt toplumunun tamamı arasında bir sorun vardır. Bu “tanınmama” sorununu dile getiren veya dile getirenler içinde en fazla öne çıkan, bedel ödeyen ve bunun getirdiği prestijle donanan hareket, onu desteklesin ya da desteklemesin tüm Kürtler adına konuşma ve çözümün nasıl olması gerektiğine karar verme hakkına ve meşruiyetine sahiptir. Ve bu hak/meşruiyet içinde bulunduğumuz dönemde PKK dolayımında BDP’ye aittir. AKP de sorunun Türk veya devlet tarafını temsil etmektedir.
Bu şemanın 2000’li yıllara kadar bölgenin sosyo-ekonomik gerçekliği ile uyumsuzluğundan esasta söz edilemez. Ne Kürtlerin ezici çoğunluğu kendilerini TC’nin diğer –Türk– vatandaşları ile eşit hakka sahip vatandaşları saymış; ne de Türkiye siyasal partilerinin orada kalıcı bir toplumsal desteği, partili örgütlenmesi oluşmuştur.
Oysa, 2000’li yıllara girildikçe iyice belli olmaya başlamıştır ki bu durum ciddi ölçüde değişmektedir ve bu değişim giderek hızlanmakta ve yayılmaktadır. Sosyo-ekonomik yapıdaki değişimin sonucudur bu. Ve BDP’nin –esasında PKK’nın– layıkıyla anlamadığı, belki de anlamak istemediği şey de budur. Şüphesiz devlet-Kürtler şemasının geçerliliğini koruduğuna dair hâlâ pekçok kanıt/olgu gösterilebilir ama yeni bir şemanın egemen değilse bile hegemonik hale gelmekte olduğu da görülebiliyordu.
Konuyla ilgili olarak, Birikim’de daha önce yazmış olduklarımızı tekrarlamak bahasına özetle ifade edilecek olursa, bugün AKP, bölgede her ne kadar devlet ve devleti yöneten parti olarak bulunuyor ve kimi geleneksel devlet politikalarını hâlâ sürdürüyor ise de; “sorun”a ilişkin orta-uzun vade stratejisini bunların üzerine değil; asıl olarak orada kendi parti kimliğiyle –yerel burjuvazi– örtüşen “tabanı”nın güç/etkinlik kazanması üzerine inşa etmiş görünüyor ve bu doğrultuda davranıyor.
BDP, AKP’nin o malum “açılım” girişimini olsun, hemen ardından başlattığı ve hâlâ dalgalar halinde devam ettirdiği KCK operasyonunu –terk etmek istemediği– o artık iyice eskiyen şema üzerinden okumayı sürdürse de; AKP’nin bu operasyonla amaçladığı şey; genel olarak Kürt hareketini ezmek değil; o hareketin “muhafazakar-demokrat”lığın pekâlâ kabul edeceği talep ve düzenlemelerle bölgedeki kendi “tabanı”nın taşıyıcılığına devredilmesidir. Buna elbette Kürtlüğün muhafazakar içerimiyle, onun yöntem ve araçlarıyla TC’ye entegre edilme planı da diyebiliriz.
BDP’nin bu plana karşı çıkma, karşı koyma gerekçeleri elbette vardır. Ama karşı çıktığı şeyi yanlış tanımlamayı, eski plandan farklı olmadığını iddia etmeyi sürdürdükçe, sadece benzerliklere vurgu yaparak veya “yeni” olanı eskinin bir uygulamasına benzetip değişen bir şey olmadığına hem kendini hem başkalarını inandırmaya çalıştıkça AKP’nin zamana da oynayan orta vadeli planı işleyecektir.
Birikim’deki yazılarda, AKP’nin nasıl Türkiye genelinde otantik-yerel burjuvazi omurgasıyla, onun dinamizm ve gelişiminin bir sonucu, bu sosyo-ekonomik değişimin temsilcisi ise, Kürt nüfus yoğun illerde de
–henüz aynı etkinlik düzeyinde olmasa da– benzer bir omurgaya, onun etrafında şekillenmekte olan bir “tabana” oturduğunu ve o nedenle kendisini en az BDP kadar “yerli” bir güç addettiğini ve bu kimlikle “Kürt sorunu”nu temsil meşruiyetine kendisinin de pekâlâ sahip olduğunu iddia eder bir konumdan konuşup davrandığını belirtmiş idik. Bu durumda BDP’nin de onun nazarında bölgenin CHP’si gibi gözükeceği açıktır.
Duruma böyle bakıyorsa –ki bence tereddütsüz böyledir– BDP-PKK ilişkisini de CHP-Ordu ilişkisi çerçevesinden değerlendireceği ve bunun sonucu olarak da; BDP’nin ardındaki-içindeki PKK desteğinin minimize edilmesinin, bir biçimde etkisizleştirilmesinin BDP’ye, Ordu faktörünün ağırlığının azalmasıyla CHP’nin uğrayacağı kayıptan çok daha fazlasına mal olacağını kolayca hesaplamış olmalıdır. Aynı zamanda şunu da –ilgili herkes gibi– görmüş olmalıdır ki, BDP, ETA-Herri Batasuna veya IRA-Sinn Fein ilişkilerinde ikincilerin sahip olduğu inisiyatife PKK ile ilişkisinde sahip değildir. Ve zaten PKK da böyle olmasını istemediği için –ve ayrıca konfederalizm gibi daha kapsamlı bir tasarımın aygıtı olarak– KCK’yı devreye sokmuştur. AKP’nin az önce işaret ettiğimiz ve bir bakıma “bölgesel iktidar için” diyebileceğimiz planını işletebilmekte asıl engel ve rakibinin de BDP değil KCK olduğunun kuşkusuz farkındadır.
KCK, illegal bir yapılanma olmasına rağmen; eğer AKP, bu ülkede çoğunluğun –onaylasın onaylamasın– barışçıl/demokratik çözüm/uzlaşma denildiğinde anladığı şeyi gerçekleştirmeyi amaçlıyor olsa idi; bu tutuklama operasyonuna pekâlâ girişmeyebilirdi. Ama amacı ve planı bu bölümün başında özetlediğimiz türden olduğu için, her ne kadar demokratik çözüm/uzlaşma terimlerini kullanıyor ise de; o amacın ve planın en azından şu dönemdeki gerekleri, PKK’nın asıl olarak kendini Kürt toplumunun sosyo-politik dokusundan ekonomik sosyal dokusuna da yerleştirme mekanizması olarak devreye soktuğu anlaşılan KCK ile çatışıyor. KCK’yı sadece üzerindeki PKK gölgesi nedeniyle terörist diye suçlayabilme fırsatından yararlandığını hiç kuşkusuz biliyor. Ama PKK’nın, halen BDP’nin taşıyıcı gücü olan çoğu şehirli, meslek sahibi, eğitimli zümrelerin, yönetiminde oldukları belediyeler gibi imkanlar çerçevesinde, AKP’lileşmiş Kürt burjuvaziyle sadece siyasal değil, ekonomik sosyal –yerel– iktidar için rakabet edebilecek bir “taban” oluşturma girişimini kesmenin en “pratik” yolu da bu.
KCK tutuklamalarını eleştirenlere çemkiren Tayyib Erdoğan’a hatırlatmak gerekir ki; eğer kendi hükümeti herhalde onun direktifiyle KCK tutuklamalarını başlatmamış olsa idi; eğer KCK’nın ne olduğu ne anlama geldiği ona yöneltilen “terörist, terör örgütünün şehirlerdeki uzantısı” gibi gri propaganda terimleriyle geriye itilmemiş olsaydı; yani KCK’yı bir polis operasyonunun konusu değil siyasal-ideolojik bir teşhir ve tartışma konusu haline getirmek tercih edilseydi, AKP hükümeti siyasal iradesini bu yolda ortaya koysaydı; şimdi AKP hükümetini bu operasyon dolayısıyla kınayanların çoğu o KCK projesinin mantığı, ideolojik niteliği hakkında çok şey söyler ve herhalde bu durumda da PKK ideologlarının hışmını çekerlerdi üzerlerine.
AKP ve Erdoğan bu yolu seçmediği için; bizim de en azından şu safhadaki görevimiz, onun “KCK’nın ne olduğunu okuyup görsünler de öyle konuşsunlar” dediği noktada görüp konuşacağımız şey; AKP’nin bu operasyonla hangi hesapları görmeye çalıştığı konusu olacaktır.
Bu yazının giriş bölümünde de değinildiği üzre AKP’nin muhafazakar demokrat kimliğinin otoritaryen yüzünü göstermeye başladığına dair işaretler ve bu konudaki uyarılar yeni değil. 12 Haziran seçimlerinden sonra bu gidişatın alametleri daha sıklaşır oldu sadece.
Bu durum ister istemez, 1950’deki “tarihî” seçim zaferinden sonra 1954’te oylarını %57 gibi başdöndürücü bir orana yükselterek gücünün doruğuna çıkan DP’nin, bu tarihten itibaren içine girdiği havayı hatırlatıyor. DP’nin o süreçte hem ülke içinde siyasal muhalefetin hareket alan ve imkanlarını hem de yurttaşların zaten kısıtlı temel hak ve özgürlüklerini budamaya yöneldiği, dış politikada tamamen ABD’nin güdümüne girmekle kalmayıp İngiltere’nin teşvikiyle soyunduğu Kıbrıs politikasını “milli dava” haline getirebilmek için o meşum 6-7 Olaylarını tertiplettirmeye kadar gidebilmişti.
AKP’nin o “post-Ergenekon” ve KCK operasyonlarındaki uygulama ile, soruşturmanın asıl konusu bir bahane veriyor, bir “dolayısıyla” bağlantısı kurdurabiliyor gibiyse bu fırsattan yararlanarak bazı muhaliflerini tutuklattırıp diğerlerine gözdağı verme yoluna mı girdiğine dair sesler yükseldiğinde; Atatürkçü-ulusalcı cenahın “işte böylece şeriatı getirip ülkeyi İran’a Arabistan’a benzetecekler” diye bağıran otomatik tepkisine kulak kabartmak elbette gerekmez. Ama eğer AKP, DP’nin 1954’teki doruğundan sonra benzer bir sertleşme eğilimine kapılıp böylece düşüşe geçtiğini hatırlayacak olursa; en azından kendine iyilik yapmış olur.
Bu iyiliği kendine bile yapamamak muhafazakar demokratlığın kaderi midir veya bir başka ifadeyle, bu partiler güçlerinin zirvesine varıncaya kadar kendilerine böylesi iyilikler yapma da dahil tüm olumlu potansiyellerini tüketmiş mi oluyorlar? AKP’nin önümüzdeki birkaç yılında bu sorular da cevaplanmış olacaktır.