2013 yılının son günlerinde Türkiye manzarası, yolsuzluklara bulaşmış olduğu konusunda hemen kimsenin şüphesinin olmaması gereken bir iktidar partisiyle, devlet içinde özerk bir yapılanmaya sahip olduğu konusunda artık kimsenin şüphesinin kalmadığı bir Cemaat arasında yürütülen ölüm-kalım mücadelesidir. Hükümet tarafı, yolsuzluk suçlamalarını seçilmiş, meşru hükümete karşı darbe iddiasıyla etkisizleştirmeye çalışırken, yaptığı savunma hamleleriyle hukuk devletinin son kırıntılarını da ortadan kaldırmaktan çekinmeyeceğini açıkça ortaya koydu. Otoriterleşmenin dozunun hızla arttığı, iktidar partisine yönelik suçlamaların casusluk veya yasadışı yollarla hükümeti devirmeye teşebbüs iddialarıyla yürütülecek polisiye operasyonlarla susturulmaya çalışılmasının ihtimal dahilinde olduğu, şefin sözünün medyayı bütünüyle işgal ettiği, şefin “evdeki milyonları sokağa dökmeye” çalıştığı bir faşizan sarmal çalışmaya başladı.
Ama bütün bu güç gösterisi ve tehdit silahlarının üzerini örtmekte aciz kalacağı somut bir durum var. Sadece yolsuzluk iddialarıyla değil, belki bundan daha fazla, bu konudaki soruşturmaları açıkça engellemeye çalışarak, AKP hükümeti normal koşullarda telafisi zor bir yara aldı. Ardından gelen ikinci soruşturma dalgası ve bunların uygulamaya geçmesinin yeni atanan polis müdürleri tarafından açıkça engellenmesi, bu sefer sorunun odağına Tayyip Erdoğan’ın kendini yerleştirdi. 2014 yılına, oğlu soruşturma için mahkeme kararıyla 2 Ocak’ta savcılığa çağrılmış bir Başbakan’ın nasıl bir tepki vereceğinin meçhul olduğu bir ortamda girdik. Birikim’in geçen ayki sayısında Ömer Laçiner’in belirttiği gibi, Türkiye’de esas sorun artık Tayyip Erdoğan’ın kendisidir. Bu hem AKP için, hem Türkiye için böyledir. Bu anlamda, 2013’ü Tayyip Erdoğan sonrasının miladı olarak tanımlamak abartılı bir yorum olmayacaktır. Ama biraz önce belirttiğimiz gibi, bu öngörü normal koşullarda geçerlidir. Erdoğan’ın siyasi kariyeri anormal koşullarda devam edebilir.
Normal koşullarda, herhangi bir olağan demokraside başlamış olması gereken bu Erdoğan sonrası dönemin gerçekten başlayıp başlayamayacağını ve bu dönemin ne kadar süreceğini, ona bugün ağır darbeler vuran dünkü müttefiki Gülen Cemaatinin bazı odaklarının yeni hamleleri belirlemeyecek. Önümüzdeki yerel seçimlerdeki seçmen tercihleri esas belirleyen olacak. Bu açıdan, 2014 yerel seçimlerin bütünüyle yerel niteliğini kaybedip, bir Tayyip Erdoğan oylaması niteliği kazanacağını, bir tür ibra seçimleri olacağını söylemek abartılı olmayacaktır. Çünkü bundan sonra AKP’nin yolsuzluklarla mücadele ettiğini istediği kadar iddia etmesinin, kendi seçmeni nezdinde bile inandırıcılığı çok zayıflamış olacaktır. Aralık 2013’te Erdoğan ve AKP yolsuzluk damgasıyla kalıcı biçimde damgalandılar. Herhalde Tayyip Erdoğan da bunun farkında olmalı ki, yılın son günlerinde yolsuzluklarla ilgili yeni savunma hattını, “bu kadar yolsuzluk yapılmış olsa on yılda bu ülke nasıl bu kadar hızlı büyürdü?” iddiasına çekti. Bugüne kadar yolsuzlukla suçlanmış hiçbir hükümet veya devlet başkanının aklına böyle bir savunma yapmak galiba gelmemişti. Ne mantıken ne de olgusal olarak, yolsuzluk olan yerde büyüme olmaz denebileceğine göre, Başbakan’ın bu sorusunun arkasında yatan amaç, toplumda var olduğu iddia edilen, “yiyorlar ama iyi iş yapıyorlar” kanaatini pekiştirmek olsa gerek. Bunun ne derece etkili olduğu, zenginleşmek isteyen muhafazakâr seçmen kitlesinin bu pragmatist değerlendirmeye ne kadar itibar edeceği, önümüzdeki dönem Türkiyesi’ni belirleyecek esas etmen olacak. Bu seçmen kitlesi yolsuzluk iddialarının doğru olabileceğini bilerek, Erdoğan’ı ibra edebilir. Yalnız unutmamak gerek ki, nasıl olursa olsun ama zenginleşelim düşüncesinde olan bu seçmen kitlesi, yakınları hakkındaki yolsuzluk iddialarını örtmekle meşgul bir hükümet başkanının paramparça olan uluslararası kredibilitesinin Türkiye gibi açık ekonomide yaratacağı tahribatı da herhalde dikkate alacaktır. MÜSİAD başta olmak üzere, muhafazakâr iş çevrelerinden gelen panik seslerinin, bir müddet sonra homurtuya dönüşmesi mümkündür. Bu anlamda da Tayyip Erdoğan sonrasının kapısının aralandığını söyleyebiliriz. Çünkü seçimlerde “ibra edilmiş”, soruşturmalardan tertemiz çıkmış bir ailenin şefi değil, klanı hakkındaki son derece ağır iddiaları devlet gücüyle bastırmış bir otokrat damgası yemiş bir kişiyi muhafazakar orta sınıfın, muhafazakar iş çevrelerinin sırtında taşımaları çok zor olacaktır. AKP’nin görünür alternatifinin olmamasının, Erdoğan’ın rakipsiz olmasının bundan sonra muhafazakar seçmen tabanında Türkiye’nin geleceği açısından bir handikap olarak görülmesi ihtimali de artık zayıf değildir. Bütün bunların test edildiği an, 30 Mart yerel seçimleri olacak. AKP’nin oylarının bütün bu badirelere ve seçimlere kadar olabilecek yeni gelişmelere rağmen, takriben %45 ve üzerinde kalması, seçmenin Erdoğan’ı ibra etmesi anlamına gelecek. %40’dan daha düşük bir oy oranı ise, Erdoğan’ın siyasal kariyerinin sonu anlamına gelebilecek gelişmelerin önünü açacak.
Bugün Erdoğan cephesi böyle bir gelişmeyi, bir yandan hükümetin seçimler yoluyla devrilmesi için onu yıpratma faaliyetlerini darbe olarak tanımlayıp, kriminalize etmeye çalışarak, diğer yandan da kendisine karşı oluşabilecek koalisyonu gayrî milli ilan edip itibarsızlaştırarak etkisiz kılma stratejisi güdüyor. Bu ikili stratejinin etkili olma kapasitesini küçümsemek, muhafazakar seçmende hakim olan anti-emperyalist söylem kılıflı Amerika-siyonizm fobisini, Hıristiyan-Batı düşmanlığını ve “CHP iktidar olursa anamızı ağlatır” inancını dikkate almamak demektir. Görünen o ki Başbakan da tam bu nedenle, gelecek seçimlerde seçmenlerin önüne yerel seçim konularını değil, kendisinin bir varlık-yokluk mücadelesi olarak tanımladığı “millet ya da zillet” ikilemini koyacak. Başbakan’ın “Yeni İstiklal Savaşı” olarak sunduğu bu mücadeleyi muhafazakar seçmen kitlesinin aslında Erdoğan ve klanının istikbal savaşı olduğu gerçeğini ne kadar kabul ettiğini, ne kadar “ne olursa olsun başımızda o olsun” refleksiyle davranacağını 30 Mart seçimleri gösterecek. Eğer bu seçimlerden, böyle bir ortamda, gücü konsolide olmuş bir AKP ve bütünüyle ibra edilmiş bir Tayyip Erdoğan çıkarsa, gene bunun anlamı bir devrin kapanması olacaktır. Bugüne kadar bilinen otoriter Tayyip Erdoğan’ın yerine, açık biçimde diktatör nitelikleri öne çıkan, milleti muhalefet zilletinden kurtarmış olmanın gücüyle ve onun yarattığı dokunulmazlık halesiyle ülkenin üzerine çöken ve bu badireyi de atlattığı için kendini tamamen Allah’ın seçilmiş kulu olarak görecek ve bir kesim tarafından da böyle algılanacak bir mutlak gücün ortaya çıkmasıdır bu. Dolayısıyla bugün merkezinde Cemaatin olduğu bir iktidar devirme teşebbüsünün mü, yoksa yolsuzluğun mu yanında yer alınması gerektiği tartışması yürütenlerin bilmesi gereken şey, bu sözde ikilemin zıt iki durumu değil, her iki durumda da sonucu aynı olan bir çakma kutuplaşmanın ifadesi olduğudur.
Ya siyasal kariyeri bitmiş olarak ya da hukuk devletini bütünüyle ayaklar altına almış bir otokrat olarak artık Erdoğan’ın geleceğinin başladığını söylerken kast edilen bir devrin bitmesi tespiti, Gülen Cemaati için de geçerlidir. Tayyip Erdoğan’la giriştiği açık mücadele, artık Cemaatin bir dizi devlet kurumu içinde teşkilatlı bir varlığı olduğunu ve siyasal güç olma amacını bütünüyle gözler önüne serdi. Bunun telafisi ancak Cemaatin bu haliyle kendini lağvettiğini ilan etmesiyle mümkün. Bu mücadelede şimdilik hem Başbakan’ı ve AKP’yi ciddi biçimde sersemletmiş olan ama aynı zamanda yıllardır yerleştirdiği kadrolarının birdenbire devlet içinde lanetli konumuna gelmesiyle sarsılmış bir oluşum var karşımızda. Gülen Cemaatinin yargı ve emniyet teşkilatı içindeki yönetici pozisyonlara, Cemaatin merkez kararlarını izleyen kişileri, AKP yönetiminin bilgi veya tahminlerinin ötesinde yerleştirmiş bir örgütlü oluşum olduğu ortaya çıktı. 2014’in ilk yarısındaki gelişmeler ne olursa olsun, Gülen Cemaatinin kendini “biz sadece bir Hizmet hareketiyiz” diyerek tanıtması artık mümkün olmayacak. Bundan böyle AKP’nin AK olması iddiası nasıl tam tersini hatırlatma işlevi görecekse, Gülen Cemaati için de Hizmet benzer bir işlev görecek. Gülen Cemaati bu mücadele sırasında, sonunda amacına erişip Tayyip Erdoğan’ın iktidardan düşmesine yol açsa da, bu mücadeleyi kaybetse de, artık kendi kabuğuna giremeyecek kadar büyüdü. Gülen Cemaati için de, her iki durumda da, bugüne kadar kendilerini var ettikleri, gelişip güçlendikleri bir devrin kapanmış olduğunu söylemek abartılı değildir.
Gülen Cemaati bundan sonra kendisi kabul etse veya bunu inkâr etse de artık Türkiye siyasal coğrafyasında bir siyasal güç olarak var olacaktır. Bütün toplum tarafından böyle algılanacaktır. Bu mücadeleden muzaffer çıkması durumunda, devlet içinde örgütlenmiş bir özerk güç odağının başarısı olacaktır bu. Bu ise Gülen Cemaatinin de bugüne kadar sürdürdüğü çizgiyi, benimsediği dış görünümü, gizlediği iç hiyerarşisini sürdürülür olmaktan çıkaracaktır. Bu anlamda Cemaatin hem uluslararası varlığı hem de Türkiye’deki destekçileri açısından daha zor bir döneme gireceğini öngörebiliriz. Bugüne kadar birkaç ülkede siyasal amaçlı faaliyet gösterme suçlamasıyla karşılaşan Cemaat okullarıyla ilgili algı bugünden itibaren her yerde değişecektir. Benzer bir durum, TUSKON gibi bir örgüt için de geçerlidir. Yakın zamana kadar neredeyse Dışişleri Bakanlığı’nın yurtdışında gayrî resmi kurumu konumunda olan TUSKON’la yabancı resmi kuruluşlar ilişki kurmada bundan böyle daha temkinli davranacaklardır. Aynı şey, Cemaate yakın veya onun ağı içinde yer alan dershaneler için de geçerli olacaktır. Bu da, Cemaat açısından eskisi gibi toplum içinde rahat hareket etme imkânını kaybetmek demektir.
Hem Erdoğan ve AKP açısından hem Gülen Cemaati açısından, bugünkü mücadelenin gelecek adımları ve sonuçları ne olursa olsun, kendilerinin büyüyüp güçlendikleri bir devrin kapandığı, onları bugüne getiren varoluş tarz ve yöntemlerinin geçerliğini yitirdiği bir devir başlıyor. Muhafazakârlar arası bir büyük çatışmaya Türkiye toplumu ilk kez şahit oluyor. Bunun demokratik bir laiklik ilkesinin, şeffaf bir demokratik cumhuriyetin, kurumların birbirlerini denetlemesinin olmazsa olmaz gereğinin herkesin bilincine yerleşmesine yarayıp yaramadığını göreceğiz. Güç siyasetini yegâne siyasal davranış biçimi olarak gören ve bunu bitmez tükenmez bir fütuhat arzusuyla besleyen anlayışın sonunda sınırlı bir demokrasiyi bile yürürlükten kaldırdığını ve toplumu istikrarsızlığa sürüklediğini bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan daha iyi tarif eden yakın örnek yok. Başta muhafazakarlar olmak üzere Türkiye’de bütün siyasal kesimlerin bundan çıkarmaları gereken bir ders olacak.
Bir devrin kapanması, aynı zamanda o güne kadar öngörülmeyenlerin de mümkünler safında yer alması demektir. Bunun öngörülmeyen felaketler mi yoksa öngörülmeyen iyileşmeler mi olduğuna dış güçler ve benzer gizli eller değil, Türkiye toplumu karar verecek. Aksi komplo kuramları, gizli el arayışları sadece kapanan devrin sonrasının belirlenmesi konusunda, 30 Mart seçimlerinde seçmenlerin üstleneceği sorumluluğu tanımamak anlamına gelir.