Saymak giderek güçleşiyor ama artık biliyoruz ki; dört bakanı rüşvet ve yolsuzlukla suçlandığında, parti organı bir medya grubu oluşturmak için devlet ihalelerine katılan müteahhitlere “havuz” oluşturma talimatları verildiği açığa çıktığında, gazete ve televizyonların haber bültenlerini iktidar lehine değiştirmek için emirler verildiği ispatlandığında, bırakın istifa etmeyi en ufak bir “yanlışlık yaptık” jestine dahi tenezzül etmeyen Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti, bu yazıya başladığımızda ifşa edilen Başbakan ile oğlu arasındaki o dudak uçuklatıcı vehametteki konuşma karşısında da kılını kıpırdatmayacak. Ve 17 Aralık’tan beri bilhassa yaptığı gibi, yandaşları dışında herkesi hakarete boğan saldırgan küstahlığını bir doz daha arttıracaktır.
Rüşvet, yolsuzluk, siyasal baskı ve tehdit gibi bir hükümetin bırakın yasallığını, meşruiyetini dahi temelden sorgulatacak iddia ve ithamların kanıtlarını çürütmek, suçsuzluğunu ispatlamaya çalışmak için hiçbir çabaya gerek bile duymayan Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetinin o ithamlara karşı tek yaptığı şey, ardarda açıkça anti-demokratik yasalar çıkararak devlet aygıtındaki mevzilerini tahkim etmektir. Kendisine yönelik bütün ithamlara ve o antidemokratik yasalarla kurduğu olağanüstü hal rejimine karşı yapılan eleştirilere verdiği yegâne cevap, “Cemaat”in bir komplosuyla, bir darbe girişimiyle karşı karşıya olduğudur.
Ne var ki bu komplo/darbe iddiası, neredeyse iki buçuk aydır sürekli ve var güçle haykırılmasına rağmen, ne ortaya komplo-darbe suçuna özgü kanıtlar konulmuş, ne de böylesine ağır bir suçun faillerine yapılması gereken muamele, yani tutuklanıp yargı önüne çıkarılma süreci başlatılmıştır. “Haşhaşinler”, “çete” gibi ürpertici veya “paralel yapı” gibi esrarengiz çağrışımlarla yüklü deyimlerle anılan bu komplo-darbe girişiminin elemanları olarak kamuoyuna gösterilenler, sadece görev yerleri değiştirilmiş savcı, hakim ve polislerdir. Devlet memuru kimliğini ve haklarını koruyan, maaşlarını almaya devam eden bu kişilerin, değil tutuklanmalarını, komplo ithamı ile ifadelerinin alınmasını bile talep edememiş bir hükümet bu olgu ile darbe iddiası arasındaki “yaman çelişki”nin açıklanamazlığını dört başı mamur bir şirretlikle gözden ırak tutmaya çabalıyor.
Bu çelişki aslında daha büyük bir çelişkinin –daha doğrusu garabetin– uzanımı sadece. Ortada iki iddia, itham var. Birincisi hayli ciddi kanıtlarla ileri sürülen yolsuzluk, rüşvet ithamı. İkincisi ise ne iddiaya özgü kanıtların ne de isnat edilen ağır suça ilişkin muamelenin olduğu bir darbe-komplo ithamı. Bu ikinci itham için Erdoğan ve “sözcü”lerinden kanıt istendiğinde birinci ithamı işaret ediyorlar. Bu durumda kanıtlarına bakarak yolsuzluk-rüşvet olgusu budur dediğimiz şeyi, rüşvet yolsuzluk olarak değil komplo-darbe aracı, girişimi gibi görmemiz gerekiyor. Olgunun kendisini, kendi niteliğini –Erdoğan’ın ifadesiyle– “nereye koyacağız” gibi makul bir soruya yer yok. Yani olgusal gerçekliğe “takılmamak” şart burada. Olgusal gerçekliğin Bay Erdoğan ve ekibini rüşvet ve yolsuzluğa batmış göstermesinin kendisi, bizatihi bu nesnel sonuç, komplo-darbe oluyor bu durumda.
Gerçeği tahrif etmenin, pervasızca yalan söylemenin bile ötesinde akıl sağlığımızı tehdit eden bir tutum, yaklaşım ile karşı karşıyayız. Kanıtla mantık kurallarıyla ilgisini kesmiş, ardarda iki cümlesi arasında bile tutarlılık gözetmeyen bir dil ve bu türden dillerin yegâne “etkili olma” aracı olan hakaret ve saldırganlık dozu sınırsız bir üsluba kendini kaptırmış bir başbakan, partisi ve onun medyadaki borazanları karşısında “ne yapmalı” sorusuna cevap arıyoruz.
Elbette ki bu dil ve üslup, onun gerisindeki akliliğe boş vermiş tutum ve yaklaşım 17 Aralık depremi ile zuhur etmiş değil. Daha Gezi isyanı günlerinde, 2011 seçimlerinden beri “otoriterleşmesine” işaret ettiğimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın Gezi isyanı karşısında kendi çizgisinde bir “evrim” daha yapıp millet-i hakime ve zımmi ayrımına dayalı, “neo-Osmanlı” bir yaklaşım ve dile geçtiğini belirtirken, bu dil ve yaklaşımın destekçilerinden beklediği, onlara empoze etmeye çalıştığı düşünme/algılama kalıbının niteliğini de bilhassa vurgulamış idik. Bunu, “... insani edinim ve kazanımların örtüsünden... sıyrılmış, ... rasyonel düşünmeyi, mantığı da bir yana bırakıp, kendini doğal güdülerinin, istemlerinin, korku ve endişelerinin oluşturduğu algılama kalıplarına teslim etmiş bir yaklaşım...” diye özetlemiştik.
O yazıda “Kabataş olayı”nı yukarda yazılanların bir kanıtı, örneği olarak anlatmış idik. Olay, bu ayın ortalarında olay anı görüntülerinin açığa çıkmasıyla yeniden gündeme geldi. Erdoğan ve yandaşlarının tavrı, bütün şu söylenenlerin eksiksiz bir doğrulanmasından başka bir şey değildi. Ortada iddianın vehameti, korkunçluğu ile ilişkilendirilebilecek en ufak bir kanıt yoktu. İddianın gerçekdışılığının kanıtı ve karinesi olan yığınla olgu vardı buna mukabil. Ama buna rağmen bizzat Bay Erdoğan ve yandaşları, Kabataş’ta iddia ettikleri iğrençlikte bir olayın Gezi isyanına katılmış kişilerce gerçekleştirildiği ithamını sürdürebildiler. Bu apaçık yalancılığın, bu sınırsız şirretliğin, ne akıl ve mantıkla ne ahlâkla ne de herhangi bir meşruiyet kırıntısı taşıyan bir siyasal çıkar hesabı ile ilişkisi, açıklanması mümkündür.
Ama elbette ortada bir siyasal hesap ve “mantık” var. Şu noktasında artık hiçbir meşruiyet öğesi taşımayan, sadece rasyonel mantığı ve tutarlılık endişesini değil, en basit ahlâkî değer ve kuralları dahi elinin tersiyle itebilen bir otokrat ve çevresinin ellerindeki devlet gücünü bırakmama, yapışma ve bu gücü tahkim etme amacına odaklanmış bir siyasal hesap bu. Söz konusu otokrat ile ikbal ve istikballerini ona yamanmaya endekslemiş çevresi, daha demokratik bir ülke vaadi ve beklentisi ile AKP’ye verilmiş seçmen desteğini, oluşturacakları otokratik rejimin gerektirdiği kölece itaate koşullandırılmış bir kitleye “dönüştürme”ye yönelik bir siyasal hesabın içinde ve o hesabın özgül mantığına göre davranmaktadırlar.
Bunlar, Gezi isyanında kurmaya koyuldukları otokratik rejimin ikinci sınıf tebaa, –“iç düşman”– kategorisine sokmayı tasarladıkları kesimlerin, sadece buna asla boyun eğmeyeceklerini değil, aynı zamanda o rejimin ipliğini pazara çıkarmaya fazlasıyla yetecek –özellikle zihni– donanıma sahip olduklarını gördüler. İsyan bunun yanı sıra kendi talep ve özelliklerini otokratik rejimin dayanak kitlesine dönüştürülmek istenen AKP seçmen tabanını da uyaracak, özendirecek ve kendisiyle yakınlaştıracak ögeleri taşıyor, otokrat adayına karşı uyanıklığı tetikliyordu.
İsyan karşısında Erdoğan ve çevresinin otokratik rejim hesabına soğuk bakan AKP’lilerce bile aşırı bulunan öfkesinin, saldırgan tavrı ile örtmeye çalıştıkları telaşın nedeni de buydu. İsyanın AKP seçmen kitlesinde de filizlendirdiği soru işaretlerini kökten budamak için; o seçmen kitlesinin tüm tarihî önyargılarını, batıl inançlarını ve komplekslerini harekete geçirmeye, aklî, ahlâkî ve medenî edinimlerini iptal edip o arkaik millet-i hakime “asabiyesi”nin kodlarına göre “düşünüp” davranmalarını tahrik eden propaganda kampanyasına bu denli canhıraş biçimde sarıldı Erdoğan ve çevresi.
17 Aralık sonrası bu sürecin devamıdır. Ancak bu kez “isyan” hem otokrat ve çevresinin tam karşısında değil, yakınlarında bir yerde patlak vermiştir, hem de millet-i hakime asabiyesi ve içgüdüleri ile karşılanabilir değildir. “Cemaat”in 17 Aralık’ta –ilk– yolsuzluk ve rüşvet dosyasını kamuoyu önüne sermesi ile başlattığı “isyan”ın onun da otokratik rejim girişimine engel olma niyetinin mi, o girişime dahil edilmeyişinden dolayı kırgınlığının mı, yoksa otokrat adayının onun “özerk ortak” konumunu bitirme kararlılığına karşı tepkisinin mi sonucu olduğu, bu bağlamda ikincil bir konudur. Önemli olan nokta, Erdoğan ve çevresinin 17 Aralık’ta –potansiyel olarak varlığını biliyor olsa da– beklemediği, cüret edileceğine ihtimal vermediği, gayet ağır bir engelleme ile karşılaşmış olmasıdır. Üstelik bu “isyan”/engelleme, Erdoğan ve ekibinin ezberindeki belli karşı saldırı yöntem ve kalıplarının pek işleyemeyeceği bir niteliktedir. Engellemenin, otokrat adayının boynuna rüşvet ve yolsuzluk gibi hiçbir muktediri dik durdurtamayacak ağırlıkta bir dosyanın asılması ile yapılmış olmasını bir yana bıraksak bile; bunu yapanların karşısına AKP seçmen kitlesini dikmek için ne Sünni muhafazakârlığın “modern hayat tarzı”na karşı önyargılarını, ne de Atatürkçü devletçiliğin kibrine karşı birikmiş kitlesel tepkiyi kullanmak mümkündür. Cemaatin Sünni muhafazakâr dünyada elitizmi ile ayrıksı bir yer tutması komplo ve darbe iddialarına mesnet olabilir ise de; yolsuzluk ve rüşvet ithamının ahlâkî ağırlığı bunu da gölgeleyebilecektir. Komplo, darbe iddiasının o gölgeyi hafifletebilmesinin yegâne yolu “Cemaat”in herkesçe bilinen dünya ölçeğindeki ilişki ağları ve özellikle ABD’de sahip olduğu lobi gücüdür. Gerçi “Cemaati” bir ABD/İsrail komplosunun ortağı veya aleti olarak ilan etmenin ABD’nin hışmına uğramak gibi çok ciddi bir riski vardır. Ve nitekim 17 Aralık depreminin hemen akabinde bizzat Erdoğan böyle bir ilana yeltenir gibi yapınca herhalde bu “risk” gereğince “hatırlatılmış” olmalı ki, Erdoğan hemen bir geri dönüş yapıp Cemaati Obama’ya şikâyet edip “mesaj alınmıştır” “cevabını aldım” noktasına rücu etti. Ama “Cemaat”in kendi hesabına bir komplo ve hele darbe düzenlediği iddiası pek inandırıcı olamayacağından, muhalefet partileri ile işbirliği yaptığı argümanı için gerekçe bulmak daha da zor olduğundan, sadece Fethullah Gülen’i değil, örtük biçimde ABD’yi de çağrıştıran “Pensilvanya” şifresinde karar kılındı sonunda. Peyderpey kamuoyuna sızdırılan Erdoğan ve çevresinin marifetleriyle ilgili dinleme kayıtlarının sonuncuları Erdoğan ve kadrosunun en mahrem konuşmalarını bile içerir olduğunda; bu dinlemelerin Cemaatin kendi savcı ve polis mensuplarının işi olamayacağı kanaatinin de Pensilvanya şifresine sarılmada payı olduğu pekâlâ düşünülebilir.
Hasılı, “Tarzan”, gayet zor durumdadır. Şu son bir iki yıl boyunca iktidarın “sorumlu davranış” boyutunu bırakın ihmal etmeyi, açıkça çiğneyerek “âkil ve makul” sıfatını toptan yitiren, yalan söyleme hızını arttırıp alanını genişleterek güvenilir/inanılır olma vasfını tamamen karartan, ardarda patlayan rüşvet ve yolsuzluk rezaletleri ile ahlâkî sicili damgalanmış hale gelen Recep Tayyip Erdoğan, yasal ve meşru tek dayanağı olan oy çokluğu ile iktidara gelmiş olmanın bütün imkânlarını sonuna kadar kullanarak tasarladığı otokratik rejimi doğurtmayı öne almanın gereklerini yapıyor, yaptırıyor. Her biri tek başına mevcut zaten kısıtlı demokratik düzene yeni bir kelepçe ve ihlal etiketi yapıştırmaya yeterli yasaları, güdümündeki AKP Meclis grubu eliyle panik hızında çıkarttırıyor.
Ama herhalde şu kapıldığı akıl tutulması, panik hali içinde bile biliyordur ki; partisi 30 Mart seçimlerinde yaklaşık % 10’un üzerinde bir oy kaybına uğrar ise, bütün o yasalar fiilen kadük olma mecrasına sürüklenecek, onlara sarılacak bir Erdoğan, çevresi ve partisini de beraberinde götürecektir. Bunun Türkiye toplumuna ne ölçüde bir kan bedeline, zulme mal olacağını bilmiyoruz. Ama eğer geçen seçimlerde AKP’ye oy vermiş seçmen, Bay Erdoğan’ın en fazla birkaç yıl ömrü olacak otokratik hırsını tatmin edebilmek için yaptığı hesabı kökten hükümsüzleştirecek bir tavrı AKP’ye vermediği oyla açık bir şekilde gösterirse; hem Erdoğan’ın erken doğumlu otokratik –olağanüstü hal– rejimi küvezinde nefessiz kalır; hem de AKP iktidarının bu ucubeyi dayatmak adına dökebileceği kanın, işleyeceği vahim suçların önü çok büyük ölçüde alınmış olur.
O nedenle 30 Mart seçimlerinde, diğer partilerin alacağı oy tamamen ikincil planda ve değerde olacaktır. AKP’nin alacağı oy ise, sadece bu parti ve yönetici kadrosunun destek oranını ortaya koymuş olmakla kalmayacak; her toplumun olduğu, gibi Türkiye toplumunun da omurgasını, “ortalamasını temsil eden orta sınıfların, yegâne kozu “iktisadi büyüme”den ibaret bir iktidar ve kadroyu, bunca rezalete, çürümeye, insafsız ve küstahça tutuma rağmen destekleyebilme oranını göstererek Türkiye toplumunun bütününe verilecek insanîlik, ahlâkîlik ve medenîlik notunun ne olabileceğini, kısaca ne olduğumuzu ve niteliğimizi göstermiş olacaktır. AKP’nin 30 Mart’taki oy oranının % 33’ü geçen her miktarının bu toplumun genel kalite notundan misliyle düşülmesi gerekecektir.