Aralık ayı ile birlikte Türkiye’de 2015 seçiminin kampanya dönemi fiilen başlamış olacak. Partiler Aralık ayındaki bütçe görüşmeleri esnasında seçim stratejilerini nasıl kurduklarının, hangi temalara ağırlık vereceklerinin, hangi kozları kullanacaklarının işaretlerini verip, ilk provalarını yapıyor olacaklardır.
Ancak görünen odur ki; mevcut başlıca partiler, bundan önceki iki genel seçimde olduğu gibi bu kez de stratejilerini kimlik sorunları üzerinden kurgulanmış olarak uygulamaya koyacaklardır. Muhafazakâr Sünni Türk ve Kürt kimlik (hassasiyetlerinin, yani yanıbaşlarındaki “rakip” kimliklere karşı sahip oldukları veya elde ettikleri statüsel ya da ekonomik üstünlükleri ve kazanımları koruma ve kaybetmeme endişesinin) ittifakını sağlamış olmanın büyük oy avantajı ile AKP, elbette ki 2015 seçim mücadelesinin de –kazanmasını neredeyse garantileyen– bu zeminde cereyan etmesini isteyecek; rakiplerini bu artık “ustalaştığı” sahaya çekmeye çalışacaktır. Başka bir sahada oynaması zaten zor olan MHP hep orada olduğu için mesele değildir. CHP ise oyunu başka bir sahaya taşıyamadıkça, değil AKP’yi yenmenin, ikinci parti konumunu korumanın dahi artık mümkün olamayacağını sezmiş gibi görünmekle birlikte; politik ilgiyi ve mücadeleyi başka sahaya çekebilecek ve başlıca rakibini burada vaziyet almaya mecbur edecek enerji ve donanımı sağlayacak içsel dönüşümü becerebilir mi sorusu ortada durmaktadır.
Şimdiye kadar CHP hakkında yazdıklarımız ışığında bu soruya olumlu cevap vermemiz çok zor. Ancak şu da var ki; AKP’nin, ülkenin geleceğini daha da karartmaktan başka sonuç vermeyeceği şimdiden görülen hegemonyasını kırmak için mevcut koşullarda CHP’siz bir tasarım yapmak da mümkün gözükmüyor. Şüphesiz CHP’nin böylesi bir tasarımın ortasında yer alması, toparlayıcı bir işlev üstlenebilmesi için halihazır ikircikli yapı ve tutumdan sıyrılması şarttır. Partinin bu zorunluluğu kavrayacak ve gereğini yapacak güce, cesarete ve kararlılığa sahip olup olmadığını göreceğiz.
Elbette ki, politik mücadeleyi, AKP’nin kolaylıkla kazanacağı kimlikler zemininden uzaklaşıp, yani kimliklerin oluştuğu doğal veya miras alınmış kültürel-tarihsel kodlar, özellikler zemininden, bireylerin kendi özel tarihleri içindeki yetenek, çaba ve seçimleriyle sahip oldukları edinimler, salt insanî nitelik ve ihtiyaçlar zeminine taşıyabilmek için; her şeyden önce bunun taşıyıcısı olabilecek hatırı sayılır nicelikte bir toplumsal kesimin varlığı ve bu yönde bir arayışının belirgin işaretleri önkoşuldur.
Ve bu önkoşul günümüz Türkiye’sinde vardır, oluşmuştur. Gezi isyanı bu önkoşulun varlığının başlı başına neredeyse yeterli kanıtıdır. Gezi isyanı, isyanın görünür, ifade edilmiş neden ve taleplerinden çok, onları “teferruat”a indirgeyen “eyleme” ve ilişki biçimleriyle ve daha da önemlisi isyanın öne çıkan taşıyıcısı olan toplumsal kesimlerin “orijinalitesi” ile bir yenilik/yenilik potansiyeli idi.
Gezi isyanının, “taşıyıcıları”nın asıl ve konuştuğumuz bağlam açısından da ilk dikkat çeken özelliği, bu ülkenin neredeyse son çeyrek yüzyılına damgasını vuran “kimlik”lerden soyunmuş; bu yönleri ile değil, salt insanî talep ve duyarlılıkları ile harekete geçmiş –genç– insanlar topluluğu olmaları idi. İsyan alanlarında, özellikle de isyanın kalbi olan Taksim Meydanı’nda bu ülkenin tüm kimlikleri hem vardı hem de yoktu. Yoktu çünkü kimlikleri, kimliksel farklılıkları önemsizleştiren, üçüncü plana iten, ittiren bir ortaklık, paylaşım havası, isteği egemendi ve bu özellik bütün isyan süresi boyunca çok büyük ölçüde korundu. İsyanın vahşet düzeyinde bir polis şiddetiyle, onlarca ölüme mâl olan bir huşunetle bastırılmasına rağmen, katılımcılarda bir ağır yenilmişlik ve umutsuzluk hali yaratmayışı, “Gezi”nin kaybedilmemiş, yeniden karşılaşılma umudu olana özgü bir nostalji ile harelenmiş olması da bu yüzden.
AKP iktidarı, o zamana kadar siyasal rakiplerini gitgide daha kolaylıkla yendiği kimlikler sahasının dışından gelen bu “meydan okuyuş” karşısında önce bocaladı. Bu hareketi, kendi gerçekliği ile tanımlamaya çalıştığı takdirde şu veya bu “kimliğe” mâl etmesinin mümkün olmadığını elbette görüyordu. Ayrıca isyan hareketinin AKP’de temsil edilen kimlikleri karşısına almadığı, o kimlikler adına iktidar kullandığını iddia eden ama o kimlik altındaki toplulukların da değer/erdem saydığı hususları çiğneyen, kaale almayan bir hükümet etme tarzını protesto ettikleri apaçıktı.
Karşısında bir kimlik olarak değil, olsa olsa bir “kişilik” olarak boy gösteren bu hareketi AKP iktidarı ancak o kişiliği inkâr ederek, karalamakta ustalaştığı kimliklerin birine veya birkaçına indirgeyerek ve bunu yapmak için düpedüz yalan ve iftiraya başvurarak bastırmayı “bilir”di. Bu durumu içi kaldırmayacak AKP’liler herhalde vardı ama kimlik siyaseti üzerinden iktidara, iktidar nimetlerine ulaşmış olmanın iğvasıyla gözü dönmüş olan tutum karşısında sindiler. AKP böylece isyanı kanla bastırdı ama kamu vicdanında meşruiyetini tekrar kazanamayacak ölçüde kaybetti.
Siyasetin kimlikler, kimlik sorunları/çatışmaları zeminine oturmasının, bu zeminle örtüşmesinin bu ülkenin/toplumun geleceği açısından vahim bir tehlike olduğunu söylerken sadece AKP –türü bir partinin– bu zeminde kazanma ihtimalinin yüksekliğini ve kazanmayı sürekli kılmak için oluşturmaya –kaçınılmaz olarak– yöneleceği otoriter-diktatoryal rejim tehdidini dikkate alıyor değiliz. Çünkü bunlar tüm tehlikeli içerimlerine rağmen yine de sonuçturlar. Asıl tehlike, kimlikler zemininde yürütülen siyasetin toplumu tam bir cangıl ortamında yaşamaya “alıştırması” ve böylece insanlık ve uygarlık olarak edindiklerimizin, özetle türsel özelliklerimizin ufalanıp yok olacağı bir gidişata teslim olmamızdır.
O nedenledir ki; Türkiye toplumunun çeyrek yüzyıl boyunca giderek daha fazla ve derinliğine olarak kimlik sorunları/çatışmaları ve haliyle kutuplaşmaları ortamına sürüklenmiş olmasına varoluşuyla adeta “dur” diyen Gezi olayı gayet değerlidir. Bizi er geç boğacak olan kimlikler girdabından, bütün kimliklerden gelen genç insanların silkinişi ile bir kurtulma hamlesidir. Girdap bu hamleyi yutmaya çalışmış, kirli sularıyla üzerini örtmüş ama içine çekememiştir.
Hamleyi oluşturanlar, bir sonraki adımlarının ne olacağını, ne olması gerektiğini bilememenin duraksamasıyla girdabın kenarlarındadırlar şimdi. Yaptıklarının parti ve gizli örgüt formatları içinde yapılagelmiş bildik siyaset gibi bir şey olmadığını, olmaması gerektiğini bilmekle birlikte yine de siyaset olduğunun farkındadırlar. Olması gereken “biçim”inin yöntem ve mecralarının “icat edilmesi” gereken bir siyaset olacaktır bu.
Ne bu sorun ne de bu sorunu ortaya koyan olgu Türkiye’ye özgüdür. Türkiye’yi de kapsayan “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” ülke-toplumların tamamında, 21. yüzyılın eşiğinde itibaren kendini Gezi ve benzeri protesto eylemleri ile ifade eden ve – artık benimsenen tabirle “prekarya” diye tanımlanan bir “bileşim”in gündeme getirdiği bir problematiktir söz konusu olan. Modern toplum ve siyasetinin alışıldık sınıf, katman vb. kategorileri içinde ele alınamaz olan, 2. endüstriyel –post endüstriyel– devrim dinamiklerinin halihazır işleyiş-işletiliş tarzının kaçınılmaz olarak türettiği ve giderek toplumun daha da büyüyen bölümünü içine alacak bir toplumsal oluşumu-durumu anlatmaktadır prekarya deyimi/kavramı.*
Sonucu ne olursa olsun 2015 seçimleri, siyasetin kimlik sorunları bazında “yapıldığı” ve anlamlandırıldığı son seçim olacaktır. 2015 seçimlerinden sonra muhtemelen yine iktidarda olacak AKP yönetiminin ilk birkaç yılında kimlik sorunları ne ölçüde “çözümlenmiş” olduklarından bağımsız olarak siyasal gündemin alt sıralarına düşecek ve politik ilginin odaklanacağı “yeni” sorunların içinde ve kenarında etkisini hissettirebilecektir. Bu yeni sorun(lar) veya gündem, AKP iktidarının ortalama bir seçim sonucu elde etse bile bu kez Anayasal olarak değil fiilen yürürlüğe koymaya kararlı olduğu gözüken “Başkanlık sistemi” nedeniyle ortaya çıkacak “rejim krizi”nden türeyebilir; ya da “büyüme”sinin yapısal sınırlarına varmış ekonomi alanında belirebilir veya “dış politika” kritik bir durumla karşı karşıya kalabilir.
Mevcut siyasal düzen, partiler ve akımlar bu bildik türden sorun ve gündemlere zaten hazır olan cevap klişeleri ile karşılık verebilirler. Ancak, bu klişelerin Gezi isyanı ile birlikte tüm ülke çapında ve özellikle metropollerdeki “prekarya”nın pozitif potansiyelini oluşturan eğitimli genç kuşakların ne endişelerine ne de hayallerine tekabül ettiklerini, “teğet” geçtiklerini de biliyoruz. Kendilerini birileri tarafından veya önceden oluşturulmuş ideoloji, program ve örgütlenme modellerinin bir tür “müşteri”si gibi gördükleri sürece bu soğuk, mesafeli duruş sürecek ama bu arada endişe ve sorunları da büyüyecektir.
Ancak, prekaryanın bu kesimi için, farkına, bilincine varılması gereken ilk nokta, durum ve sorunlarının özgünlüğü nedeniyle onlar için “siyasetin müşterisi” olma konumunda durmanın mümkün olamamasıdır. Gerçek anlamıyla öznesi, yapıcısı olacakları bir “siyaset”e koşullu olduklarını kavramak zorundadırlar. Siyasetin “sadece siyaset” olmadığı bir varoluşsal perspektif olarak, bir kendini gerçekleştirme hali olarak siyaset demektir bu. Siyasetin ötesinde hayatı, “insan hayatı” dediğimiz basit ama insan(lık)ın kapasitesi düşünüldüğünde olağanüstü bir anlam ve içerik kazandırabileceğimiz kavramı, eylem ve edinimlerimizle bezemeyi gündeme getirmeyi yani.
Kimlik sorunları ya bunun ışığında pörsüyecektir ya da böyle bir ışık belirmediğinde kimlik sorunları hepimizi giderek “insanlık dışı”na sürükleyecektir.
* Yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan çıkan Guy Standing’in Prekarya/Yeni Tehlikeli Sınıf adlı kitabı bu oluşumun kısa tarihinin, özelliklerinin ve potansiyel imkân ve tehlikelerinin derli toplu bir anlatımını sunmaktadır.