Queer teori ekseninde LGBTİ hareketi ve feminizm

Feminist Judith Butler’ın 1990 yılında Cinsiyet Belası’nı yazmasıyla toplumsal cinsiyet çalışmaları yeni bir perspektif ve yeni sorularla tanıştı. Toplumsal cinsiyetin performatif olduğunu söyleyen Butler, “dışavurumlar” ve “ifadelerin” toplumsal cinsiyetimizin sonuçları değil, tam aksine kurucuları olduğunu belirtiyordu. (Butler, Cinsiyet Belası, s. 77) Heteroseksüel kurgu, halihazırda birçok yolla kendini ayrıcalıklı kılmıştı ancak “bu yollardan ikisi, kendini doğallaştırmak ve kendini asli ve norm olan gibi” göstermekti. (Butler, Bela Bedenler, s. 179)  Buna karşın Butler’ın geliştirdiği performatif toplumsal cinsiyet kavramı, kadınlık ve erkeklik olmak üzere yalnızca iki farklı toplumsal cinsiyet olmadığını, belli kalıplara sığdırılamayacak birçok toplumsal cinsiyetle karşılaştığımızı öne sürerek heteronormativiteyi reddetti ve normları sürekli olarak saptırmayı önerdi. “Kimlik kategorileri beni her zaman rahatsız eden bir çerçeve olmuştur; ben kimlik kategorilerini değişmez ayak bağları sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar, hatta öyle lanse ederim.” (Butler, Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyet’e Karşı Durma, s. 5) Bu bağlamda “queer”in kendisi yeni bir norm, yeni bir kimlik değil, tam aksine akışkan ve belirsiz bir kimlik(sizlik) halidir.[1]  Nitekim Butler, o güne dek toplumsal cinsiyet alanındaki argümanlarını kadın-erkek ikiliği üzerinden kurmuş olan feminist düşünceyi de eleştirir. (Butler, Cinsiyet Belası, s. 12 ve s. 233) Hak mücadelesini bu düalist söylemle yürütmek feminizmin diğer cinsiyet kimliklerini dışarıda bırakmasına sebep olacağı gibi, ataerkinin yaptığını başka bir yoldan yapar: Çerçevelenmiş bir “kadın” tanımıyla kadınlığı sınırlar. Buna karşın queer teorinin önerdiği, yalnızca LGBTİ’ler için değil, straight olanlar için de kalıplaşmış kimlikler kullanılmamasıdır.

Queer teorinin konuşmalara dâhil olmasından sonraki kuşaklar nezdinde feminist hareketle LGBTİ hareketi epeyce iç içe gelişmiş gibiydi. Bizim gibi ergenlik ve gençlik yılları AKP iktidarının hayat tarzlarına müdahale eden, tektipleştirici politikalarıyla geçen bir nesle queer teorinin çoğulculuğu cazip bir düşünsel zemin sunduğu gibi, sürekli ikili karşıtlıklar üzerinden yürüyen –Kemalist/Cemaatçi, laik/Şeriatçı, örtülü kadın/açık kadın vs. – ülke siyasetine bu iki taraftan birine dahil olmadan, kendi yolumuzu açarak performatif bir siyaset yürütme alternatifi getiriyordu. Toplum normlarına karşı çıkan feministler olarak, kendi cinsel yönelimimizden bağımsız şekilde bu zeminde yerleşik erkeklik kodlarına karşı çıkan geyleri en yakın arkadaşlarımız, yerleşik kadın algısına meydan okuyan lezbiyenleri en yakın dostumuz, varlıklarıyla dahi ezber bozan cümle LGBTİ bireyi en yakın yoldaşımız olarak görebiliyoruz, çünkü hepimiz heteronormativiteye karşı çıkıyoruz. Ancak geriye bakınca iç içe geçmiş iki problem fark ediyorum: Bu iki hareket aslında her zaman o kadar da el ele gitmemiş. Gittiği zamanlar ise, bazı ortak hatalarda buluşmuşuz.

İlk adımda, her feministin otomatikman “queer teori”yi benimsemiş olmadığını söylemek gerek, ayrıca ortada Butler’ın ilk kurduğu haliyle kalmış bir teori de yok, gelen eleştiriler doğrultusunda teori gelişiyor ve güncelleniyor. Yine de, queer teoriyle ilişki kuranlar bu teoriyle taban tabana zıt, biyolojik cinsiyet temelli bir feminizmin varlığını sürdürdüğünü keşfettiğinde şaşırdı ve bunu “eski/dar kafalı” bir bakış olarak niteledi, çünkü zaten feminizmle queer nationın hep bir arada var olduğunu düşünüyorduk. Oysa bir trans erkek (ve öncesinde lezbiyen bir feminist) olan Ali “Aligül” Arıkan’ın Amargi’deki “Erkek” yazısı, bunun hiç de böyle olmadığı zamanları anlatıyordu: “Açılmadan önce karşılaşabileceğim sorular, sözler ve davranışlar konusunda bir iki tahminim vardı ve bunlar gerçekleşti: Bazıları ‘düşman gruba’ geçtiğim için ‘kız kardeşliğe ihanet ettiğimi’ düşündü ve bozuldu. Feminizm, zannedildiği gibi erkek düşmanı değildir ama heteronormatif ve ataerkil sistem kendini kadın ve erkek ikiliği üzerinden yürüttüğü için feminizm de bazı stratejilerini bu ikilik üzerinden geliştirmiştir. … Sanırım kimse ‘içeriden’ birinin trans erkek olarak açılabileceğini düşünmediği için ‘faka basmış’ hissetmiştir.”[2]

Elbette bu şaşırma, ihanete uğradığı hissine kapılma yahut dışlanma halleri yalnızca feminist örgütlerin içinde cereyan etmiyordu, eşcinsellerin arasında da bir karşılık buluyor, onlar da kendileri için kalıplaşmış cinsiyet kimlikleri belirliyorlardı. “Azınlık İdman Yurdu, Çoğunlukspor’a Karşı” yazısında Bawer Çakır da tek azınlığın LGBTİ ve tek çoğunluğun heteroseksüeller olmadığını anlatıyor, yeterince “kuğu” olmadığı için gey “kuğuların” içerisinde de bir azınlık mensubu olarak sürdürdüğü hayatından bir kesit paylaşıyordu: “Azınlık İdmanyurdu, Çoğunlukspor’dan öğrendiklerini karbon kağıdı ile kopyalamış, farkında olmadan o zulmün kuğu versiyonunu üretmişti. … Nasıl ki ördeklik diye bir şablon vardı. Bunun farklı bir modeli de kuğular için yaratılmıştı. Ördeklerin nasıl hareket edecekleri, neler konuşacakları, cinsiyetlerine göre nelerle alâkadar olacakları sınıflandırılmıştı ve herkes usul neyi nasıl gerektiriyorsa ona göre ördekleşiyordu. Kuğular ise mağduru oldukları bu durumun bir benzerini kendileri için yaratmış ya da kendilerine dayatılan bu şablona itiraz etmemişlerdi. Hatta zamanla sahiplenmiş ve kendi hiyerarşilerini de yaratmışlardı. Böyle olunca kuğularla olmak da artık beni mutlu etmiyordu.” (Çakır, Erkeklik Ofsayta Düşünce, s. 27-29)

Bu satırlar çelişkili gözüküyor, çünkü kadınlara “toplumun sana ne olman gerektiğini söylemesine izin verme, sen ne olmak istiyorsan o olabilirsin” diyen feminizmin, o “kadın” bir gün “erkek” olmaya karar verdiğinde de onu desteklemesini bekleriz. Yahut biseksüel kadınların lezbiyen feministlerce “artık bir karar vermesi için” sıkıştırılmamasını, onlara “tamamen açılmaya korktuğu için biseksüellik maskesini takınan gizli lezbiyenler” muamelesinin yapılmamasını bekleriz. Geylerin nasıl gözükeceklerini, giyineceklerini, davranacaklarını, yaşayacaklarını önceden belirlenmiş bir şablona uydurmalarını beklemek klasik anlamda erkeklik ya da kadınlık tanımı yapmaktan farksızdır, böyle bir yeni normun yaratılması, normları yıkmanın sadece yeni bir norma yer açmak için amaçlandığını düşündürür ve bir hayal kırıklığı yaratır. Aslında biz bunu yakından tanıyoruz da... “Aykırı” şekilde de olsa bir cinsel kimlik tanımlayıp ona kat’i özellikler atfetmenin, mesela son derece pejoratif bir feminist tiplemesini tekrar tekrar dolaşıma sokan söylemle arasında çok mesafe yok. Queer teorinin önerdiğinin aksine tek bir feminist/LGBTİ aktivisti tiplemesi yaratmak düşüncelerimizi sınırlıyor. Kadınlık ve erkeklik konusunda çerçeve tanımlara karşı durulurken, başörtülü birinin feminist ya da bir geyin dindar olup olamayacağı sorgulanabiliyor; örneğin kendini muhafazakâr –hatta AKP çizgisinde– tanımlayan bir LGBTİ örgütünün var olup olamayacağı (“AK Geyler”) konuşulabiliyor. Aslında önce şunu unutmamalıyız, yekpare bir “feminist” yahut “LGBTİ aktivistleri” grubu yok. Feminist Ayşe Düzkan’ı tepki yağmuruna tutan ve biyolojik cinsiyetçi feminist yaklaşımı yerden yere vuran başka feministler olduğu gibi,[3] CHP’den aday olan LGBTİ aktivistlerine tepki gösteren eşcinseller de var. Bu grupları yekpare oluşumlar gibi görmek, “Uzak Doğu”ya gerçekten uzaktan bakarak “En nihayetinde hepsi çekik gözlü!” diyen bir Avrupalının miyopluğuna benziyor. Bu “yekpare”lik algısı, belirli bir tipleme yaratıyor: Özgürlükçü, çoğulcu, “sol”cu, anti-militarist, kısaca birçok “iyi” özelliği kendinde toplayan feminist ve LGBTİ’ler... Oysa geçmişte NOW gibi kadınların erkekle eşit muamele görmesinin yolunun ordudan geçtiğini savunan kadın örgütleri olduğu gibi, bugün de ABD’de “Sorma, Söyleme” kuralının ortadan kalkmasıyla “Ben de en az straight erkekler kadar iyi bir asker olabilirim ve bunu kanıtlayacağım” diyerek orduya katılan eşcinseller var, örneğin bu durum kafamızdaki anti-militarist feminist/eşcinsel algısıyla ne kadar uyuşuyor? Sınırlandırıcı bir kadın tanımı yaparak o çerçevenin dışında kalanları “kadın”dan saymayan bir feminist ne kadar özgürlükçüdür? Tüm feminist ve LGBTİ’ler “sol”da olabilir mi, olmalı mı veya “sol”dan anladığımız yer neresi?[4] Tüm bu farklılıklardan doğan soruların hepsi cevaplanmış olmadığı gibi, şimdilik uykuda bekleyen başka soruların da olduğunu düşünebiliriz.

Feministler ve LGBTİ bireyler kendi içlerinde böyle bir yekpareliğin olmadığının aslında farkındalar, ancak mesele “dışarıya karşı” bir tutum takınmaya geldiğinde bir “birlik ve beraberlik” söylemi sık sık karşımıza çıkıyor. Bu durum beraberinde başka bir sorunu getiriyor: Dayanışma güzellemesi. Harekete dair olumsuzluklar dillendirilmediğinde, hareket dışarıya gerçek olamayacak kadar olumlu bir imajla yansıyor: Dayanışma ruhu, koşulsuz destek, demokratik ortam, yatay örgütlenme… Bu imajın içinde Çakır’ın bahsettiği hiyerarşi, sınıf farklılıklarından doğan problemler, liderlik yarışları gibi kişisel hırslar, hareket içinde geçirdiği yılları/tecrübesini sık sık öne sürerek kulağı geçmeye kalkan boynuzlara bastıranlara yer yok, peki bunlar gerçekte hiç yok mu? Nasıl ki İkinci Dalga feminizmin vurguladığı “kızkardeşlik” mefhumu sonrasında siyahî, göçmen ve sosyal konum olarak aşağıda yer alan gruplara mensup olan kadınlardan gelen haklı eleştirilerle karşılaştıysa, günümüzdeki LGBTİ hareketin içindeki “kardeşliğe” uymayan yanları da dile getirmek gerekiyor, çünkü mükemmel bir dayanışmadan söz etmek mümkün değil, tıpkı feminist örgütlerde (daha doğrusu her örgütte) olduğu gibi... Kadınlar birer çiçek olmadığı gibi, LGBTİ hareketin içindekiler de birer melek değil, insanların kendi haklarını talep etmesi, bu mücadelenin desteklenmesi için kimsenin çiçek veya melek olması da gerekmiyor kaldı ki. Ne var ki yeterince zor koşullarda savaşan feminist ve LGBTİ’ler, “dışarıya koz vermekten” çekinerek örgüt ve/veya hareket içinde yaşadıkları sorunları dile getirmekten korkabiliyor ya da bunu sürekli öteleyebiliyorlar. Fakat “kızkardeşlik” her zaman sorunları çözmeye yetmiyor, nitekim kızkardeşlik dayanışmasının tıkandığı örnekleri Pazartesi Dergisi, Amargi’nin dağılışı veya Kürt feminist hareketin getirdiği eleştirilerde görmüştük. Benzer bir eleştiri, geçen yıl eylül ayında Kürt LGBTİ’ler tarafından dile getirildi, mevcut LGBTİ örgütlerinin Kürt LGBTİ’lerin sorunlarını göremediği/umursamadığı yönünde eleştiriler getiren Kürt LGBTİ aktivistler, Hêvî LGBTİ İnisiyatifi’ni kurdular.[5] Sorunların üstünün örtülmesindense kardeşliğin tıkandığı anlar olabileceğini kabul ederek tartışmaları derinleştirmek, daha olumlu sonuçlarverdiği gibi, herkesin kendisini gerçekleştirebileceği yeni alanlar açıyor. Bu sorunların konuşulmadığı veya dışarıya yansımasının engellendiği haller, henüz harekete dâhil olmamış olanları da yanıltabiliyor; yeni katılanların derin hayal kırıklıkları yaşamasına hatta bu sebeple hareketten soğuyup uzaklaşmasına sebep olabiliyor. Ek olarak bu durum, benzer kimliğe sahip herkesin politik anlamda da benzer noktadaymış gibi algılanmasına yardımcı olan “yekpare” algıya katkıda bulunuyor; hâlbuki faşistçe davranan bir feministin ya da ulusalcı bir eşcinselin olmaması için hiçbir sebep yok. Feminist ya da LGBTİ kimliği haiz olmak hepimizin “iyi insanlar” olduğu anlamına gelmediği gibi aynı siyasi görüşlerde buluştuğumuz anlamına da gelmiyor, dolayısıyla bu yekpare algıyı bir de “içeriden” desteklemek doğru değil.

Bir diğer sorun, hem feminist hem de LGBTİ hareketi içinde çoğu zaman farkında bile olmadan yaptığımız ortak bir hata. Ataerkil sistemin kurbanı olma gerçeği karşımızda duruyor, ancak şiddet gören kadınlar, seks işçiliği yapan transseksüeller, trans cinayetleri gibi dikkat çekmek istediğimiz birçok sorundan bahsederken, çoğu zaman bu bireyleri pasif özneler haline getirip sadece “kurban” olmaları üzerinden konuşuyoruz. Karşımızdakinde merhamet duyguları uyandıracağını, böylece empati kurmasını kolaylaştıracağını düşünerek bu dili bilinçli olarak tercih edenlerimiz olabilir, fakat bu bireylerin bütün varlıklarıyla kurban konumuna indirgenmesi, “güçsüz, korunaksız kişi” algısını her gün yeniden perçinliyor, bu algının perçinlenmesi de onlara şiddet uygulayanları cesaretlendiriyor. Bunun farkında olarak bu dili kullanan öncelikle biz olmamalıyız, ardından gazetecileri eleştirmekle yetinmeyip onlara “zavallı genç kadın, vücuduna aldığı 17 bıçak darbesinden sonra saatlerce kıvrandı” cümlesindeki dramatize edici dilin neden “iyi” olmadığını anlatmaya devam etmeliyiz, çünkü anaakım medyadaki haberlerin “duygusal” ifadelerle soslanmadan sunulması, eşcinsel-trans cinayetlerinde sürekli tekrarlanan homofobik ifadelerden, stereotiplerden, kriminalize edici cümlelerden de kurtulmanın bir yoludur.[6]

        Bu ortak hatalara değinmem, yalnızca bunları önemli bulmamdan kaynaklanmıyor. Hatalarımızın ortaklığının aslında bazı amaçlarımızın da ortaklığını göstermiş olduğunu umuyorum: Şiddeti görünür kılmak, varlığımızı kabul ettirmek, içine sıkıştırılmaya çalışıldığımız kalıpları kırmak yolunda bu hataları yapıyoruz. Yaşadıkları tatsız tecrübeler yüzünden bazı feministlerle LGBTİ’ler birbirlerine mesafelenmiş olabilirler ya da kimileri kendilerini sadece tek bir hareketle özdeşleştirmek, yalnızca onun amaçları için savaşmak isteyebilirler. Ancak Esmeray şu sözleriyle çok doğru bir noktayı işaret ediyor: “Ben, transseksüel bir kadın olarak, bir feminist olmalıyım. Neden? Çünkü … kadınlığı seçtiğim için bütün bunlar geliyor başıma.”[7] Elbette feminizm açısından da queer düşünceye kapılarını açıp mutlak kadınlık tanımlarından kaçınan ve ikilikler üzerinden hak savaşımı yapmayan bir hareket geliştirilmeli. Queer siyasetin sağladığı ortak zemin üstünde feminizmle LGBTİ aktivizminin işbirliği yararlı olduğu kadar gerekli de, çünkü heteronormativite sadece LGBTİ’lerin zararına işlemediği gibi, onu devirmek de tek bir hareketin savaşımından ziyade ortak bir aksiyon gerektiriyor. “… queer politikadan anlamamız gereken en temel şudur: LGBT bireylere dönük nefret ve şiddetle, sadece onlara odaklanan ve onların hayatta kalmalarına vurgu yapan bir perspektifle mücadele edilemez.”[8]

Alev Özkazanç’ın sözlerinden yola çıkarak Butler’ın queer siyasete bakışını biraz daha açmak yararlı olabilir. 2010 yılında Türkiye’ye gelen Butler, yaptığı konuşmada "Özgürlük mücadelesi tek bir şey için, tek bir kişi için ya da tek bir amaç uğruna yapılmaz. Hiçbir zaman görmediğimiz ve bilmediğimiz insanlarla siyaset yapabilmeliyiz.” demişti.[9] Butler, bu bağlamda yas ve acıları önemsemenin altını çiziyordu. Bizden farklı insanlarla, birebir karşılaşmadığımız kişilerle birlikte siyaset yapabilmenin yolu onların da acılarının olduğunu fark etmek ve insani bir temas kurabilmekten geçer. Bence anti-militarist hareket bu konuda iyi bir örnek. Toplum tarafından “kadınlığı” kabul edilen kadınlar zorunlu askerlikten muaf olsalar da, zorunlu askerliğin toplum içindeki militarist öğelerin devamlılığını sağladığını görüyor ve ister askere gitmeyi kabul etsin ister vicdani retçi olsun, toplum tarafından erkek olarak görülen ve görülmeyenlerin her birinin bu süreçte ayrı ayrı aşağılamalara maruz kalıp travmalar yaşadıklarını görüyor. Dolayısıyla militarizm karşıtı feminist hareketler, bu uygulamaları eleştiren LGBTİ hareketiyle ortak bir zeminde buluşabilirler. Kimin erkek, kimin kadın sayılacağı konusundaki normlara müdahale eden queer söylem de burada devreye giriyor. Bu söylemi hafifsememek gerek, çünkü “söylem, gücün hem bir aracı hem de sonucu olabilir, fakat söylem ayrıca, gücün önünde bir engel, bir ayak bağı, bir direniş noktası ve muhalif stratejinin hareket noktası da olabilir.” (Butler, Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyet’e Karşı Durma, s.5) Butler’ın bu sözleri, muhalif stratejiler geliştirme yolunda bir ortaklık için ilham verici olmalı. Her zaman değilse bile, eşcinseller ve feministler hayatın bir noktasında muhakkak birbirlerine çok benzer şeyler yaşıyorlar, çünkü hangimizin nerede, ne kadar, ne şekilde acı çektiği değişse de, acılarımız aynı inşadan kaynaklanıyor.  Tam da bu nedenle “el ele” gittiğimizi vurgulamayı önemli buluyorum: Birimiz diğerinin ardından gitmeyecek, birlikte yan yana yürüyeceğiz, çünkü inşa edilmiş tüm bu kadınlık ve erkeklik kurguları iki tarafı da boğuyor. Bu yüzden ortak hatalardan birlikte ders alabilir, birbirimizden bir şeyler öğrenmeye devam edebilir ve üzerimizdeki baskıyı yıkmak için birlikte savaşabiliriz.


[1] “To queer”in fiil anlamının da “normdan sapma” demek olduğunu belirtelim.

[3] Ayşe Düzkan’ın tepki çekmesine yol açan olay, 8 Mart Gece Yürüyüşü’ne kendilerinin trans kadın olduğunu ifade ederek katılmak isteyenleri engellemesiydi. Olaya dair İstanbul LGBTT Dayanışma Derneği’nin ve Ayşe Düzkan’ın yaptığı açıklamalar linkten okunabilir. http://kaosgl.org/sayfa.php?id=13714

[4] LGBTİ ve sol meselesinde özellikle Yıldız Tar’ın çalışması Yoldaş Ben İbneyim’in de önemli bir çalışma olduğunu hatırlatalım, çünkü “sol” da yekpare olmadığı gibi, mutlak şekilde çoğulcu yaklaşımlar sergilemiyor.

[5] Sonradan bu yeni inisiyatifin kurulmasıyla sonuçlanacak bu eleştirilerin yöneltildiği ilk toplantılara katılan ve deneyimlerini benimle paylaşan Salih Kopgan’a teşekkür ederim.

[6] Michelle Demishevich bu konuda inisiyatif alarak bilgilendirici bir yazı kaleme aldı. http://platform24.org/guncel/514/her-trans-haberinde-trans-kadinlar-bir-eksildi

[7] http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=3502

[8] http://www.viraverita.org/roportajlar/alev-ozkazanc-ile-judith-butler-ve-queer-uzerine-bir-soylesi-cigdem-akgul

[9] http://www.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/122551-judith-butler-ve-queer-yoldasligi