Her ne kadar Temmuz ortalarından itibaren içine girilen “çatışma ortamı” ve kısmen de ekonomideki kötüye gidiş gibi “yeni” ve önemli faktörler de devreye girmiş olmasına rağmen; CHP, MHP ve HDP’nin söyleminde esaslı bir farklılaşmanın olmayacağı şimdiden bellidir. 7 Haziran’da olduğu gibi bu seçimde de stratejisini AKP’nin 3-5 puan daha kaybetmesi ihtimali üzerine kurmuş görünen CHP; bu kez de yine ülkenin yakıcı sorunlarına dair yusyuvarlak önerilerini “biz çözeriz” sloganının zorlama özgüven edasıyla pazarlayıp; bütün partilerin ve özellikle de AKP’nin seçmen kitlesindeki orta sınıf unsurların gerilim ve çatışmadan bıkkınlık, “sakin güç” ihtiyacına seslenerek netice almaya çalışacaktır.
HDP yine 7 Haziran öncesinde olduğu gibi barış, demokrasinin derinleştirilmesi, eşit haklarla birlikte yeni bir yaşam temalı kampanyasını bu kez çok daha zor koşullar ve kısıtlamalar altında sürdürüyor olacak. Ve daha şimdiden biliyoruz ki; seçim döneminin hemen tüm gerilim arttırıcı, küçük veya büyük çaplı çatışma, kitlesel vuruşmaların eşiğine getirici provokasyon gibi vukuatlar bilançosunun odağındaki mağdurlar konumunda da bu parti ve destekleyicileri olacak.
7 Haziran öncesindekilerle Ekim ayında vuku bulabilecek HDP’ye yönelik provokasyonlar arasında dikkate alınması gerekli bir “nüans” olacaktır. Şöyle ki; 7 Haziran öncesindekilerin amacı HDP’yi destekleyen veya destekleyebilecek kesimleri korkutup yılgınlığa sürüklemek veya HDP’nin göstereceği reaksiyonu kullanarak “imajı”nı sevimsizleştirip böylece ona oy verebilecek olanları caydırmaktı esas olarak.
Oysa şu anda, HDP’ye yönelik yoğun karşı propaganda Temmuz ortalarından beri sürdürülüyor olmasına rağmen bu partinin oy desteğinin gerilemediği biliniyor. Hatta bazı anketler, HDP’ye yönelik karşı propagandanın yalan, çarpıtma ve insafsızlık dozu arttıkça HDP’ye desteğin de arttığını gösteriyor.
O nedenle Ekim ayındaki mümkün provokasyonların asıl amacı HDP’nin oy desteğini geriletmek olamaz. Muhtemel provokasyonların hedefinde yine HDP’nin destek kitlesi olmakla birlikte, oy bazında hedef dolaylı biçimde Türk milliyetçiliğine “oynayan” sağ partilerin seçmen kitlesidir. Şöyle ki; AKP hükümeti, çözüm sürecini iptal gerekçeleri ile AKP ile MHP arasında gidip geldiği farz edilen seçmen kitlesi nezdinde MHP’yi “haklı” kılmış, “yanıldığı/yanıltıldığı”nı kabul ederek MHP’nin savunageldiği yola girmiştir. Kampanya döneminde MHP’nin AKP’den oy koparmak için sonuna kadar kullanacağı bir avantajdır bu. AKP, 7 Haziran’daki oy oranını yükseltmek için MHP’ye gittiği varsayılan oylarını geri almayı hedefleyen bir kampanya stratejisi uyguladığına ve başka çıkar yolu da olmadığına göre; sadece MHP’nin bu avantajını ortadan kaldırmanın değil, dezavantaja dönüştürmenin bir yolunu bulmalıdır. Dolayısıyla bu ikili ihtiyacına cevap verebilecek “plan”lar yapması son derece muhtemeldir.
Mevcut ortam ve koşullarda Türk milliyetçi hamasetin –mecburen örtük ama güçlü– bir anti-Kürt tepki içerdiği ortadadır. Milliyetçi hamasete –şu veya bu vesileyle– yüklenildiği ölçüde bu tepki de artar. Yegâne kozu bu hamaset olan MHP, bu kaynağı oya dönüştürmek için söz konusu tepkiyi söz düzeyinin ötesine taşırmamak zorundadır. Aksi halde, yani eyleme dönüştüğü ve hele Eylül ayındaki PKK’nın ağır can kaybına yol açan saldırılarına duyulan öfkeyle Kürt yurttaşların malına, canına kastetme girişimlerine dönüştüğünde “aşırılıktan ürken” Türk milliyetçi orta sınıf seçmen MHP’den uzaklaşır.
Bunu bildiği içindir ki örneğin, Eylül ayındaki o hadiseler sırasında MHP kendi mensuplarının olaylar içinde yer almadığını ve hele kışkırtıcı rol oynamadıklarını ilan etmek zorunda kaldı. Kamuoyu bu vesileyle AKP ile dolaylı bağlantısının ötesinde bizatihi Recep Tayyip Erdoğan’ı idolleştiren bir kuruluşun “Osmanlı Ocakları” adlı –AKP ambleminin bir benzerini kullanan– bir örgütlenmenin varlığını öğrendi. Tanık ifadeleri ve eldeki diğer veriler Batı-Orta Anadolu’nun birçok kent ve kasabasında Kürt yurttaşların ev ve işyerlerini yıkıp yakan, linç girişimlerinde bulunan kişilerin MHP veya Ülkü Ocakları’na değil, bu “Ocak”a mensup olduklarını doğruluyor.
Ama buna rağmen, olayların ertesinde yapılan anketlerin hemen tamamı, bu ürkütücü tablonun faturasının MHP’ye kesildiğini; o tarihe kadar AKP aleyhine kısmi bir yükseliş gösteren MHP oy oranının AKP lehine gerilediğini gösteriyor.
Olaylarda MHP/Ülkü Ocakları mensuplarından ziyade ve asıl olarak AKP/Osmanlı Ocakları mensuplarının tahrikçi ve eylemci olarak başat rol oynadıkları bilgisine rağmen, AKP ile MHP arasında salınan “ılımlı milliyetçi” –genellikle orta sınıfa dahil– seçmen kesiminin, AKP’den değil MHP’den yüzgeri etmesinin sebebi nedir?
Sebep, temel bir noktaya ilişkin olma anlamında basittir. Çünkü Türk milliyetçi tepkinin çıplak bir anti-Kürt saldırıya varması, AKP türü –dinî ögesi de ağırlıklı– Türk milliyetçiliğinin değil, MHP türü –görece çok daha “laik”, dolayısıyla ırkçılığa daha eğilimli– Türk milliyetçiliğinin mantıkî uzanımında algılanır. O nedenle de bu tür, etnik/milli yanıyla öne çıkan –kişiler arası da olsa– şiddet olayları, faillerinin siyasal mensubiyetlerini ikincilleştiren bir algılama, yaklaşımla “aşırı milliyetçiliğin” hanesine kaydedilir.
Dolayısıyla; halen Kürt nüfus yoğun illerde ve Irak Kürt Özerk yönetim bölgesi-Türkiye sınır hattında devam eden PKK/YDG-H ile TC güvenlik kuvvetleri arasındaki çatışmalar Ekim ayı boyunca da sürecek gibi görünüyor iken... Bu çatışma doğrudan veya dolaylı olarak bahane edilerek, bu bölgenin civarında veya kalabalık Kürt nüfus da içeren Orta-Batı Anadolu şehirlerinde kışkırtılacak bir etnik çatışma veya linç girişimleri; etkili bir uyarı/aydınlatma faaliyeti yürütülmediği takdirde seçim sandığına MHP ve kısmen de HDP aleyhine, AKP lehine yansıyacaktır. Şüphesiz bu tür olaylar güçlükle önlenebilir bir sıklık ve yaygınlık kertesine doğru seyrederse bu kez de AKP dağılır gider.
AKP yönetimi ve hükümeti bu gayet riskli kumarı oynayabilir mi? Kesinlikle hayır diyemiyor isek; hem diğer siyasal partiler hem de tek tek yurttaşlar olarak “tedbirli” olmak zorundayız.
Çünkü, 7 Haziran’dan beri de tek başına iktidar konumunda olan AKP’nin yönetiminde Türkiye’nin, hangi açıdan ve hangi faktörlere göre bakılırsa bakılsın “kötüye gittiği” ortadadır. Yolsuzlukların örtbas edilmesi, “kutuplaştırma siyasetinde ısrar” gibi 7 Haziran öncesi AKP yönetim karnesinin kötü notları devam ettiği gibi, ekonomide dar boğazların artışı ve sıklaşması, dış politikanın “dökülmesi”, çözüm süreci fiyaskosu gibi yenileri de eklendi bu listeye.
Sonuç olarak tablo; “tamam tek parti iktidarı olsun ama sakın AKP iktidarı olmasın” denme noktasının pek uzağında değil. Objektif faktör ve ölçütlerin mantığında durum bu.
O halde, tarafsızlığını kanıtlamış kamuoyu araştırma kurumlarının yaptığı anketlerde AKP oylarının pek az oynamasını, partinin –daha düşük ihtimalle de olsa– tek başına iktidar sağlayacak oranın sınırlarında olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Bunun yaygın olarak ifade edilen ve büyük ölçüde geçerli olan başlıca nedeninin, diğer iki iktidara aday partinin –CHP ve MHP’nin– “hükümet etme” liyakatine güvenin azlığı olduğu biliniyor. Bunu derken söz konusu güvensizliğin AKP’nin kemikleşmiş –%20-25 civarında– oy desteğine yanaşmış %20-25’lik bir kitle ile ilgili bir tesbit olduğunu belirtelim.
Bu kesim, –bir tarih vermek gerekirse– Gezi isyanından beri AKP’ye veregeldiği oyu sorgulama sürecine girdi. 7 Haziran seçimlerinde kısmen diğer partilere yönelerek ama büyük ölçüde de sandığa gitmeyerek AKP’ye destek hanesindeki ilk büyük fireyi verdi.
Öyle anlaşılıyor ki AKP, 7 Haziran’dan beri süren “kötüye gidiş”in bu kesimde bir büyük fireye daha yol açıp AKP oy oranını % 35’lerin altına düşürmesinden endişelidir. Onun hem önceki fireyi geri kazanmak, hem de yeni fireleri önlemek için kullanabildiği tek koz, “kötüye gidişi durdurma”nın mutlak şartı diye vurguladığı tek başına iktidara en yakın partinin AKP olduğu propagandasıdır. Söz konusu mutlak şartın en kestirme biçimde AKP’ye 7 Haziran’dan biraz daha fazla oy vermekle sağlanacağına aklı yatan o kesim, “kerhen” de olsa AKP’ye oy vererek “kötüye gidişin önleneceği” umudunu koruyabilir.
AKP’nin bu hesabı söz konusu kesimin esas itibariyle filisten özellikleri dikkate alındığında hiç de temelsiz ve mantıksız sayılamaz. Ama mevcut koşullar, örneğin CHP gibi bir partinin o kesimin aynı filisten özelliklerine seslenen “orta yol”cu öneriler ve hamasetle bezeli etkin bir seçim kampanyası ile AKP aleyhine ciddi bir oy kazancı elde etmesine de gayet uygundur. CHP’nin bu beceriyi göstermesi halinde AKP’nin 1 Kasım seçimlerinde %35 “barajı”nın da altına düşmesi hiç de zayıf bir ihtimal değildir.
O nedenle bu partinin 1 Kasım seçimlerinde alacağı sonuç –tek başına iktidar imkânını edinse bile– orta/uzun vade açısından neredeyse bir teferruat hükmünde olacak. Ama kısa vade açısından birincil derecede önemli olduğu da bir gerçek.
Buna mukabil HDP’nin alacağı oy Türkiye toplumunun kısa vade geleceği için de çok önemli olmasının yanısıra asıl olarak orta-uzun vade açısından belirleyici bir öneme sahip. Dolayısıyla HDP’nin alacağı oyun miktarı kadar bileşimi de hem önümüzdeki dönemde gelişmelerin seyri bakımından hem de Türkiye toplumunu orta-uzun vadede nasıl bir varoluşun “beklediği” açısından da hayati önem taşıyacaktır.
Eğer, HDP, bu seçimde de 7 Haziran’da olduğu gibi Türkiye Kürt nüfusunun büyük çoğunluğunun desteğini –temsil konumunu– korur –ki mümkün görünüyor– ve böylece %13 civarındaki oy oranını muhafaza eder ise; bundan böyle Türkiye’deki hükümetlerin her türü için “Kürt sorunu”nu müzakereler yoluyla çözmekten başka bir yol –iç savaş göze alınmadıkça– olamaz. 7 Haziran’daki oy oranını –PKK’nın da “özel” katkılarıyla oluşan halihazır tüm olumsuz koşullara rağmen– yine edindiği takdirde HDP, bu kez inisiyatif kullanma kapasitesi çok daha güçlenmiş olarak “çözüm”ün muhatabı, parçası ve oluşturucu aktörlerden biri olarak “sahne”de yer alabilecektir.
Ama eğer HDP, bu seçimde, %13 oy oranının 3-5 puan daha üstünde bir oy oranına erişirse ve böylece toplam HDP oyu sayı olarak Kürtlerinkine yakın, çok daha olumlu ihtimalle üzerinde bir “Türk” oyuyla takviye edilmiş olur ise; Türkiye sadece toplum olarak kendi kaderini çok daha ışıklı bir geleceğe yöneltmiş olmakla kalmaz, dahil olduğu tüm bölgeler için aynı parlaklıktaki bir gelecek umudunun yeşerticisi konumunu da edinebilir.
O nedenle de daha önce bu derginin sayfalarında ifade ettiğimiz üzere “HDP’nin Türkiyelileşmesi”, “Türkiye partisi” olması diye kestirmeden, kabaca formüle edilen hedef, parti olarak HDP’ye onun kadrolarına düşen bir ödev olmaktan çok; “Türkiyeli Türk” seçmenin bireyler olarak da sorumluluğunu üstlenmesi, kendine vazife çıkarması gereken bir hedef olarak kavranmalıdır. HDP’nin parti olarak faaliyetlerinin çok daha kısıtlı, hatta ağır saldırılara maruz kalacağı koşullarda güçlükle sürdürülebilir olacağı da dikkate alınırsa; 1 Kasım seçimlerinde bu tür bireysel vazife üstlenmelerin önemi ve işlevinin ne denli değerli olacağı anlaşılabilir. “Gezi ruhu”nu canlandıran yaratıcı, zekâ ve değer yüklü sosyal medya kullanımlarının, dostluk, dayanışma, paylaşma sevincini duyuran sokak eylemlerinin, etkinliklerinin halesiyle donanmış bir HDP, propagandasının bu tarz bir “anonimliği” ile Orta Anadolu’da değilse bile Batı Anadolu-Trakya kentlerinde ve özellikle de metropol şehirlerde kendini ne ölçüde etkin biçimde duyurur ise, geleceğimize de o denli umutla bakabileceğiz.