2008 sonrasında özellikle iktisadi krizin Yunanistan’ı derinden sarsması ile birlikte örgütlü taban inisiyatiflerinde, toplumsal örgütlenmelerde, kitlesel gösterilerde ve genel grevlerde adeta bir patlama yaşandı. 2008 senesi çağdaş Yunanistan tarihi açısından bir dönüm noktasını teşkil etmişti, özellikle de toplumsal hareketler ve direnişler açısından. Bu yılın son günlerinde 15 yaşında bir gencin, Alexandros Grigoropoulos’un, Atina’da polis tarafından sokak ortasında öldürülmesi ulusal bir infiale yol açtı. Çevresindeki ve dünyadaki birçok ülke ile karşılaştırıldığında solun görece güçlü olduğu ülkelerin başında gelmesine rağmen bu olay Yunanistan’ı derinden sarstı. Hem parlamentoda temsil edilen sosyalist ve komünist partiler hem de parlamento dışı solun ciddi bir ağırlığından bahsetmek mümkündü o tarihe kadar. Yine ülke kamu sektöründe (ADEDY) ve özel sektörde (GSEE) örgütlü sendikaların da yine etraftaki ülkelerle karşılaştırıldığında önemli bir yeri vardı gündelik hayatta.
Ancak buna rağmen ülkenin merkez sağ ve merkez sol iki partisi, Nea Demokratia ve PASOK ülke siyasetine egemen olmuşlar ve neo-liberal politikalar olarak bilenen “çağın gerekliliklerini” harfiyen yerine getirmeye odaklanmışlardı. Ancak solun bahsettiğim gücü ve sendikaların, özellikle kamu sektöründe örgütlü sendikaların, örgütlülüğü Yunanistan’da diğer başka yerlere nazaran çok yıkıcı sonucalar çıkmasını bir nebze olsun engellemiş ve bundan dolayı da neo-liberal düzen Yunanistan’a “tembel” ve “kamu kaynakları ile yüksek maaş” alan insan stereotipi ile karşılık vermişti. Sonraki yıllarda bu imaj ileride bahsedeceğim gibi üzerine çokça mücadele verilecek bir alan haline de dönüştü.
Siyasal solun ve sendikaların bu göreli gücüne rağmen 2008’de Alex’in öldürülmesinden sonra ortaya çıkan isyan hem hükümet ve egemenler hem de sosyalist sol için tam anlamıyla bir şok ya da sürpriz oldu. Atina yangın yerine dönmüş, büyük kamu binaları, bankalar, büyük marka zincirleri ateşe verilmişti. Günlerce Yunan çevik gücü “mat”larla, motorize ekipler “delta”larla sokak çatışmaları yaşanmış, kitle gösterileri gerçekleştirilmişti. Öyle ki kısa bir sürede ülkedeki biber gazı, göz yaşartıcı gaz stokunu polis tüketmek zorunda kalmıştı. Özellikle orta öğretim gençliği polisleri ülkenin dört bir yanında adeta karakollara hapsetmiş ve emniyet müdürlüklerini kuşatmıştı. Bu çapta bir tepki ve bu çapta açığa çıkan bir şiddetli direniş ülkeyi yönetenleri şoka sokmuştu. Ancak altını çizmek gerekiyor ki örgütlü sol da içinde yaşadığı toplumun gösterdiği tepki ve kendiliğinden eylemliliklerle şaşkına dönmüştü.2008 isyanı Yunanistan tarihi için önemli bir dönemeçti ancak elbette bu küçük Akdeniz ülkesine has bir özellik arz etmediği kısa bir süre içinde ortaya çıkacaktı. Konumuz Yunanistan olduğu için uluslararası boyuta geçmeden buradan devam edelim. İsyanla birlikte hükümet ülkeyi yönetemez bir halde bulmuştu kendisini. Halkın yapmış olduğu eylemlilikler yeni bir dönemin açılışı oluyordu gerçekten. Bu açılışın ardından üç önemli unsurun sahne aldığının altını çizmemiz gerekir. Bunlardan bir tanesi önü alınamayan ve kabına sığmayan bir kendiliğinden sokak seferberliği, sosyalist solun yükselişi ve örgütlü kolektif deneyimlerde bir patlama yaşanmasıydı. Biz bu yazı çerçevesinde ilk ikisine değineceksek de asıl olarak kolektif deneyimler üzerinde duracağız.
Nea Demokratia hükümeti iş başına 2007 yılında gelmişti ancak bu isyan sonrası çok fazla dayanamayacak ve koltuğu 2009 genel seçimlerinde PASOK’a terk etmek zorunda kalacaktı. Zaten bu tarihten itibaren Yunanistan hızlı erken seçimler ve bir senede arka arkaya yapılan genel seçimler sarmalına girecekti. Bu toplumsal isyanla birlikte merkez ana akım siyasetin de çöküşüne işaret ediyordu. Bu siyasal ortamda “başka bir dünya”nın sözcülüğünü yapan ve yükselmeye başlayan parlamenter siyasetin bir parçası olan Syriza partisi oldu. Syriza hızlı yükselişini 2012 Mayıs ve Haziran seçimlerinde sürdürdü ve ana muhalefet partisi oldu. 2015 Ocak ve Eylül seçimleri ile birlikte de hükümet oldu. Bu hızlı yükselişin temelinde aslından yaşanan derin toplumsal ve iktisadi alt üst oluş vardı.
2009 yılında iktidara gelen ve göre neo-keynesyen sosyal politikalar uygulama iddiasında olan PASOK hükümeti ve başbakan Yorgo Papandreou ülkenin mali iflası ile yüzleşmek zorunda kalmıştı. Kısa bir süre içinde hemen hemen bütün güney Avrupa ülkeleri kesif bir borç krizinin içine yuvarlandılar ve neo-liberal dönemin amentüsü yapısal uyum programları, uluslararası mali kuruluşlar ve kemer sıkma politikaları hızla temel meseleler ve düsturlar halini geldiler. 2008 İsyanının dalgasını da arkasına alan ve Neo Demokratia’nın piyasacı yönetiminden bunalmış kitlelerin beklentilerine seslenen PASOK çok hızlı bir şekilde bütçe kesintilerini, kemer sıkma politikalarını, sıkı para politikalarını tedavüle sokmaya çalıştı. 2010 Mayıs ayı Troyka denen Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu ve IMF ile Yunanistan arasında ilk memorandumun imzalandığı ay oldu.
Ancak bunların yetersiz olması ve maliyenin iflas etmiş olduğunun kamusal bir mesele haline gelmesiyle “vatandaş” olaya el koydu. 2011 yılının Mayıs ayı ve yaz mevsimi “Meydan Hareketi” olarak adlandırılan kendiliğinden meydan işgalleri ile geçti. Arap Baharı ve Tahrir Meydanı’ından da esinlenen kitleler ülkenin kalbi Sytagma Meydanı’nda haftalarca insan denizi oluşturdular. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında irice duran Yunanistan sosyalist solunda kiminle konuşsanız bu insan seli ve denizi karşısında acziyet duymaktan başka bir şey yapamıyordu. Bu meydan hareketinden ve kendiliğinden kitlesel sokak gösterilerinden iki önemli sonuç çıktı. Birincisi aslında aldığı oy oranıyla kıyaslandığında ve bir sol parti olduğu düşünüldüğünde çok ciddi bir kitlesel, kadrosal, ve üye tabanı olmayan Syriza partisinin parlamenter siyasette yükselişi. Diğer ise karşılaştığı iktisadi, toplumsal ve siyasal sorunlarla kendisi başa çıkmaya çalışan bir kolektif irade. Syriza’nın nasıl bir parti olduğu, hükümete nasıl geldiği ve iktidar olduktan sonra gündeme getirdiği politikalar bu yazının konusu olmadığı ve başka vesilelerle çokça yazdığım için ikincisine hızlı bir geçiş yapabiliriz.
Mali iflas ve borç krizi hızlı bir şekilde küresel olarak ne getiriyorsa Yunanistan’a da o gelmişti: kronik işsizlik, sosyal devletin tasfiyesi, memur ve emekli maaşlarında ciddi kesinti, kamu personelinde tensikat, özel sektörde işten çıkarmalar, daha önce görülmeyen ya da önemsiz boyutta olan vergilerin konulması ya da yükseltilmesi, sağlık ve eğitim sisteminin piyasalaşması ve fiili anlamda işlemez ve ulaşılamaz hale getirilmesi, müşterek alanların özel ellere açılması, düzensiz ve esnek çalışmanın norm hale gelmesi. Böyle bahsedeceğimiz olgunun nasıl bir ülkede nasıl bir ortamda ve kontekste zuhur ettiğini anlattıktan, yani okuyucuyu konuya ısındırdıktan, sonra meselemize de başlayabiliriz.
Meydanlarda bir araya gelen milyonlarca insan artık “öfkeliler” olarak tanımlanıyorlardı. Aldatıldıklarını, uyutulduklarını düşünüyor ve ceplerindeki paranın, ve yavaş yavaş da idrak edecekleri gibi hayatlarının çalınmış olduklarını hissediyorlardı. Bundan dolayı daha radikal siyasal öneriler güç kazanırken, mevcut anaakım kurumlar yerle yeksan olurken, farklı bir dünya için arayışlar da biraz da şartların ortaya çıkardığı zor ile ortaya çıkmaya başlıyordu. Herşeyden önce Yunanistan’da en önemli husus emekli maaşlarını durumu oldu. Çünkü nüfusun önemli bir kısmı kronik işsizlik ile boğuştuğu için (gençlikte hızla %50’yi bulmuştu) aile bütçesine giren yegane girdi yaşlıların aldıkları aylıklardı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi nüfusun önemli bir kısmı ve işsiz kalan kitlelerin ciddi bir kesimi sosyal sigorta kapsamından da dışlanıyordu. Dahası yetmezmiş gibi Yunanlılar Avrupa egemenlerinin sözcüleri tarafından tembellik ve yan gelip yatıp para harcamakla suçlanıyorlardı.
Bu ortamda ve anlaşılır bir şekilde meydanlarda insanlar bir çıkış yolu bir hayatta kalma stratejisi üzerine kafa yormak zorunda kalıyorlardı. Zira sistemin kanalları birçokları için kapanmıştı ya da pahalılaşmıştı. Artık en temel ihtiyaçlara erişim bir sorun olarak ortada duruyordu. Çok kısa bir süre içinde Yunanistan “kolektif mutfak,” “Dayanışma Eczanesi,” “Sosyal Klinikler,” “Dayanışma Okulları,” “Toplumsal Manav” gibi kurumlarla tanıştı. Yine kooperatifler, üreticiden tüketiciye ağlar, emek kolektifleri, değişim pazarları, kolektif bahçeler hızla yaygınlaşmaya başladı.
Bütün bunların temelinde iki temel gaye ve amaç vardı ki bu girişimleri politik kılıyordu. Bu girişimlerin çoğu var olan sistemin araçlarını ve kurumlarını ister zorunluluktan ister tercihan reddediyorlardı. Piyasa mekanizmaları, para, devlet, kilise ve Avrupa Birliği kurumlara bağımlılık yaratacak yardımları ve fonları reddediyorlardı. İkinci olarak da çok önemli bir vurguları vardı: “Hayırseverlik değil Dayanışma.” Bu ikincisi, slogan ve ana felsefe olarak bugün yüzlerce girişimin yüzlerce mekanının ve internet sitesinin nadide köşelerini süslüyor.
Bu nokta önemli çünkü neo-liberal sistem de aslında bir nevi bu tür girişimleri farklı bir biçimde de olsa destekliyor. Devletin, kamunun sağladığı sosyal refah uygulamalarını aile ve yerel cemaatlere terk etmeye çalışıyor. Yunanistan’da da aslında yarı kamu yarı özerk olan Kilise de neo-liberalizmin bu düsturuna denk düşen bir işlev görüyor ve faaliyetler yürütüyor. Özellikle sosyal yardımı bir hayırseverlik çerçevesi içine sıkıştırarak yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bundan dolayı ortaya çıkan kolektif deneyimler çok ısrarlı ve vurgulu bir şekilde kendi eylem ve faaliyetlerini hayırseverlikten ayırt etmeye çalışıyorlar. Bunda önemli oranda başarılı olduklarını yaptıkları faaliyetlerin sistem tarafından politik bir faaliyet olarak algılanmasından da anlayabiliriz. Bu noktaya daha sonra tekrar döneceğiz.
Bu faaliyetlere dönük ortaya çıkmakta olan literatürde sıkça vurgulandığı üzere aslında Yunanistan’da sivil toplum faaliyetleri büyük oranda ne özerk ne de yaygındı. Elbette burada ele aldıklarımızın sivil toplum faaliyeti olup olmadığını ve kavramın kendisini de sorgulayabiliriz. Ancak burada vurgulanmak istenen dernek olarak kurulmuş, yasal olarak faaliyet yürüten oluşumların genelde devlet tarafından ya da Avrupa Birliği tarafından fonlandığıdır. Bunların dışında yaygın girişimlerden 2009 krizine kadar çokça bahsedemiyoruz. Yunanistan solunun da burada ele alacağımız örnekler gibi girişimleri 2008 öncesinde bir elin parmaklarını geçmiyor. Bir elin parmaklarını oluşturan örnekler ise elbette çok değerli ki aslında çıkış noktası olarak ilham kaynağını bir şekilde onlar oluşturuyor olacak.
Krizden önceki dayanışma faaliyetlerinin büyük bir kısmı göçmenlere ve mültecilere dönük faaliyetlerdi. Özellikle Atina’da dünyanın farklı ülkelerinden gelmiş göçmenlerin gerek hayata tutunabilmeleri, gerek hayatta kalabilmeleri gerekse de hayata intibak edebilmeleri için aş evi girişimleri, maddi yardım kampanyaları, Yunanca dil kursları gibi faaliyetler düzenleniyor ve binlerce insanın katıldığı Irkçılık ve Faşizm karşıtı festivaller düzenleniyordu. 2000’li yılların başlarında bu faaliyetler önemli bir görünürlük de kazanmıştı. Aslında göreceğimiz gibi 2009’dan sonra bir patlama halini alan toplumsal ve kolektif deneyimler mülteciler ve göçmenler için yapılan faaliyetlerin iktisadi ve toplumsal olarak “göçmenleşmeye” başlamış “Yunan” toplumuna teşmil edilmeye başlamasıydı. Zira artık nüfusun önemli bir kesimi kendisini daha önce etrafta gördükleri göçmenlerle benzer koşullara itilmekte olduklarını görmeye başladılar. Nitekim 2011 Meydan Hareketleri sırasında ve özellikle 2011 yazından sonra insanlar Sytagma ve diğer meydanlardan mahallelerine dönmeye başladıklarında göçmenler için daha önce yapılmakta olan faaliyetleri bu sefer “başka bir dünya” yaratma için, dayanışma için, hayatta kalmak için, krizin ortaya çıkardığı büyük psikolojik depresyon, çöküntü, yalnızlaşma ve sayılarında bir patlama yaşanan intiharlarla da başa çıkmak için gündeme getirmeye başladılar.
2012’den Syriza’nın iktidara geldiği Ocak 2015’e kadar bu deneyimlerde muazzam bir patlama yaşandı. 2015 senesi Syriza iktidarı ile önemli bir kırılma ve tartışmaya neden olduğu için bu hareketler için sonuçta buraya tekrar döneceğim.
Bu deneyimler çok çeşitli olmasına rağmen asıl olarak Sosyal Kliniklerin, Mutfakların ve Değişim Girişimlerinin yaygınlık kazandığını iddia edebiliriz. Bunların yapıldığı mekanlar aynı zaman muhalif ve başka bir dünyayı yaratmaya çalışanların bir araya geldikleri alanları da oluşturmaya devam ediyorlar. Nitekim Yunanistan çapında canlılık arz eden “vatandaş meclislerinin,” “mahalle forumlarının” ve benzerlerinin de bu mekanlarda toplandığını görmekteyiz.
Sosyal Mutfakların ilk örneklerinden bir tanesi (sembolü ahçı şapkası takmış Che olan) EL CHE-f 2007 yılında Atina’nın asi mahallesi Exarhia’da özellikle göçmen ve mültecilerle dayanışmak için faaliyet yürüten STEKI ve politik ve sosyal haklar için çalışan ağ DIKTYO’nun binasında ortaya çıktı. El-Şef sonrasında bu tür aş sağlama girişimleri hem hızla yaygınlık gösterdi hem de diğer girişimler için bir emsal teşkil etti. Bu girişimin özellikleri daha sonra birçok örnekte tekrar edildi. Bunlardan bir tanesi mutfağın bir kolektif olarak çalışması ve yemek yemeğe gelenleri de girişimin öznesi haline getirmesiydi. Bunun yanında yemek yiyenlerin maddi katkılarının kendi gönüllerine bırakılmış olmasıdır. Göçmenlerin çoğu yemeklerini ücretsiz alıyorlar ve verebilecek olanlar açılan kutuya verdikleri destek ile maliyetin çıkarılmasına yardımcı oluyorlar.
“Sıradan” Yunan vatandaşlarının da iktisadi ve toplumsal durumları krizle birlikte göçmenlere yaklaşmaya başlayınca market önlerinde, sokakta yiyecek arayan ve toplayan daha fazla insan ile karşılaşılmaya başlandı. Bu duruma bir çözüm yaratmak için Meydan Hareketi’nde bir araya gelenler, özellikle de kronik bir işsizlikle boğuşan gençlik Atina’nın farklı yerlerinde Sosyal Mutfaklar oluşturmaya başladılar.
EL CHE-f ile olan bağlantı önemli zira bu alanda en bilinen deneyim ve örgütlenme olan Başka İnsan (O Allos Anthropos) onunla aynı sokakta ortaya çıktı ve şehrin diğer mahalle ve meydanlarına hızla yayıldı. Bu girişimde de yukarıda değindiğim gibi yapılanın hayırseverlik faaliyeti olmaması için azami bir dikkat sergileniyor. Bazen mahallelerin, semtlerin meydanlarında tezgahlar açılıp yemek dağıtılırken bazen de mahallede bulunacak uygun bir müşterek mekan bu iş için sürekli bir yer olarak kullanılmaya başlanıyor. Her ne kadar asıl hedef göçmenler, evsizler ve işsizler olsa da geçim derdine düşmeye başlamış yüzbinlerin varlığı kazanların önünde sıraya girmeye başlayan insanlardan çok bariz bir şekilde ortaya çıkıyor artık.
İlk adım genellikle insanların evlerinde yemek yapıp getirip dağıtmalarıyla başlıyor. Ancak daha sonra malzemenin alınması, tedarik süreci, pişirme ve sunumun organize edilmesi ve çöplerin değerlendirilmesi kolektif bir örgütlenme çerçevesinde hallediliyor. Yine bunun idamesi için bir bütçe oluşturulmaya çalışılıyor ve bu noktada da sistemden kopulmaya çalışılıyor. Bağışlar ve mahallenin kendi katkısı, gelen insanların emeklerini bir karşılık olarak arz etmeleri hep paranın egemenliğinden de kurtulma çabaları. Ki bu çabaların önemi 2015 yazında Yunanistan’da bankaların kapanası ve insanların günlük çekebilecekleri para miktarının kısıtlanması ile de nüfusun tümü tarafından da tecrübe edildi. Para kullanmaktan imtina etme, yemek alanların da işin ucundan tutmaya çalışmaları, değişim pazarları veya değişim bankaları deneyimleri ile de alakalı aslında. Bunlara da birazdan değineceğiz. Yine yiyecek almaya gelenleri yapılan faaliyetlerin öznesi kılmanın amacı yükselmekte olan faşizme de kaynak teşkil eden yalnızlaşma, bireycileşme, çaresizlik, umutsuzluk ve toplumsal parçalanma gibi durumlara karşı mücadele etmek. Örneğin Atina’nın Vyronas mahallesinde 2012’de 5 kişi ile başlayan girişim 6 ay içinde 30 kişinin aktif katılımına ulaştı. Bu mahalle meclisi oluşturan girişim düzenli olarak 240 aileye düzenli yardım sağlamayı başardı bu kısa süre içinde. Kavala’da kurulan Kurtuluş ve Dayanışmanın Katılımcı Masası girişimi ise 2012 yılında daha mütevazi bir girişimden haftada üç gün düzenli yemek çıkaran büyük bir ağ haline dönüştü.
Girişimler buldukları kaynak ve katılan insan sayısına göre birbirlerinden çok farklı içerik, zaman ve sayıda yemek çıkarıyorlar hem adalarda hem anakarada. Bu yemek öğünlerinin çoğuna aynı zamanda konserler, dinletiler, tartışma panelleri, atölye çalışmaları da eşlik edebiliyor. Ya da mahalle veya vatandaş meclisleri denilen toplantılar bu mekanlarda eş zamanlı yapılabiliyor. Bu da sosyal mutfakların aynı zamanda bir sosyal etkinlik ve politik faaliyetler biçimini almasını sağlıyor. Örneğin yine 2012 yılında Agii Anagyri’de bir tren istasyonunun yanında kurulduğu için Dayanışma Treni adını alan bir girişim. Özellikle terk edilmiş sanayi işletmelerinin enkazı ile dolu olan bu alanda yaşanan yüksek işsizlik bu girişimin çok çabuk karşılık bulmasını sağlamış. İlk başlarda mahallenin kendi öz gücü ve etraftan bulduğu bağışlarla yürütülen girişim kabul edilen yeni kemer sıkma politikaları ve derinleşen krizler ile faaliyetini daha çok Herkes için Dayanışma (Allilegii yia Olous) adlı oluşumdan aldığı destek ile yürütmek zorunda kalmış. Herkes İçin Dayanışma’ya birazdan değineceğim. Ancak burada vurgulamak istediğim Dayanışma Treni’nin kullandığı mekan aynı zamanda mahalle forumunun organize ettiği dans, müzik, İngilizce ve Fransızca dersleri veriliyor ve krizin ortaya çıkardığı psikolojik sorunlarla ilgili de danışmanlık hizmeti sağlanmaya çalışılıyor.
Sosyal Mutfakların yanında en az onun kadar etkin diğer bir deneyim Sosyal Klinikler oldu. Yunanistan’da sağlık sistemi krizden önce de müstakbel özelleştirmelere terk edilmiş durumdaydı adeta. Kriz sonrasında ise kesintiler ve kaynak yokluğu yüzünden iyiden iyiye erişilir olabilmekten çıktı. Bu satırların yazarınun Atina’da geceleri açık tek hastanede (evet yanlış okumadınız milyonların yaşadığı Atina’da nöbetçi hastane sistemi var, geceleri sadece bir tane kamu hastanesi açık) doktor göremeden sabahladığı olmuştur. 2011 sonrasında Yunanistan’da yaşan nüfusun üçte biri sosyal sigorta sisteminden fiilen dışlanmıştı. Bu duruma bir deva olmak için ülkenin dört bir yanında gönüllü doktorlar ve eczacılar ülkenin dört bir yanında ilk başta mütevazi adımlarla başlayan sonra pek ala dört başı mamur klinik ve eczanelere dönüşen faaliyetleri başladılar. Bunların bilinen üç büyük örneği Atina, Selanik ve Iraklio’da (Kandiye) açıldı. En bilinen örneği Atina’nın Elliniko ve Argyroupoli ilçelerinde olan Klinik 60 kişilik gönüllü doktor ve eczacılarca 2012 yılının bahar aylarında açıldı. Klinik fikri öncü bir grup tarafından 2011 yılındaki Meydan Hareketleri sırasında alındı. Şu anda klinikte bulunan doktor, eczacı, terapist, dişçi ve destekleyici personel 200’ü geçmiş durumda. Klinik bağımsız ve otonom bir kolektif tarafından idare ediliyor ve kararlar gönüllü meclisi ya da forumu tarafından alınıyor. Klinik kesinlikle parasal yani nakdi bağış kabul etmiyor. Hizmet ve ya ayni bağışları alıyor. Klinik organize ettiği pazarlarda bir takım gelirler elde ediyor ve yine sadece ilçe belediyesinden gelecek katkılara açık. Hiçbir politik parti ile angajmanı olmadığının da altını çiziyor. Ülke çapında açılan benzer sosyal klinik ve eczanelerin çok azı solcu belediyeler tarafından destekleniyorlar. Örneğin ilk başlayan örneklerden bir tanesi olan ve Girit’in Rethymno (Resmo) kentinde ortaya çıkan klinik 2009 yılında belediye bünyesinde bir araya gelen gönüllü doktorlar, eczacılar, ev kadınları ve diğer gönüllülerce kuruluyor. Ancak yine de ekseriyetle bunlar belediyelerden de bağımsız olarak mahalle forumları ve gönüllü ağları tarafından yürütülüyorlar. Bu kliniklere başvuran kişi sayısı hızla artıyor. Sadece Selanik’teki kliniğe Kasım 2011-Kasım 2012 arasında 6 bin kişi başvurmuş.
Sosyal Mutfak ve Kliniklerden sonra en önemli deneyim değişim pazarı, alternatif kur birimi arayışları ve aracısızlar hareketinde ortaya çıktı. Bunların sembolik anlamda başlatıcısı belki de Patates Hareketi (Kinima tis Patatas) ile geldi. Patates Gücü olarak da anılan hadise 2011 yılının Şubat ayında ülkenin önemli patates üretim bölgesi Nevrokopi’den gelen üreticilerin Selanik’te düşen fiyatları ve yabancı ucuz ithal patatesleri protesto etmek için yaptıkları ücretsiz dağıtım ile ortaya çıktı. Bu ücretsiz dağıtım kısa sürede ülkenin dört bir yanına yayılan aracısızlar hareketinin ortaya çıkmasına yol açtı. Artık çiftçiler aracı tüccarları ve satış marketlerini aradan çıkararak kendi ürünlerini doğrudan şehirlere götürmeye başladılar. Yani kısaca üreticiden tüketiciye doğrudan satış başlattılar. Böylece üreticiler ürünlerini daha fazlaya, tüketiciler de daha ucuza satın almaya başlamış oldular. Üreticileri bu satışlarını kamusal alanlarda, meydanlarda yapabildikleri gibi belediyelerin sağladığı alanlarda da gerçekleştirmeye başladılar. Bu tür girişimlerin sayısının tespit edilemeyecek kadar fazla olduğunu söyleyebiliriz. Dayanışmacılar (Allilegion) bu girişimi aynı zamanda bir politik faaliyet olarak yapmaya çalışan en bilinen örnek. Bunun neresinin sistem karşıtı olduğu elbette sorgulanabilir. Bu hareket beraberinde hem kar için üretimi, parasal piyasa ilişkilerini ve ticaretin kendisini doğrudan karşısına alan bir söylem ile ortaya çıktı ve bu temelde yaygınlaşmaya devam ediyor. Bundan dolayı piyasa karşıtı bir kamusallık yaratıyor ve farklı bir tür ilişki tesis ettiğine dair bir bilinç yaratıyor. Bir sonraki paragrafta meydana gelenlerle düşünüldüğünde önemli bir potansiyel barındırıyor.
Zira bu aracısızlar hareketi değişim pazarları, zaman bankaları ve alternatif kur birimi arayışları gibi daha radikal deneyimlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Değişim pazarlarının birçok farklı biçimleri var. En yaygını insanların artık kullanmadıkları mallarını getirip değiştirdikleri pazarlardı. Bu pazarlar yine birçok insanın bir araya gelerek sosyalleştiği alanları da oluşturdu. Bunların en bilineni Atina’nın Sytagma Meydanı’nda açılan oldu. Devlet bu pazara ilk olarak 2012 Noelinde müdahale etmek istedi. Zira bir takım hayırsever kuruluşlar dayanışmadan farklı olarak “zenginlerden fakirlere” söylemiyle bir hayırsever dağıtım organizasyonu yapmak istedi ve bunun dayanışmaya söylemi ile yapılan serbest değişim pazarı ile yan yana olmasını istemediler. Burada ortaya çıkan gerginlik devam etti. Sonunda Mayıs 2013’te Atina Zabıtası çok farklı ürünlerin değişiminin yapıldığı pazarı “Meydan vatandaşlara aittir ve kimse izin almadan burada faaliyet yürütemez” söylemiyle kaldırdı. Halbuki burada birçok dernek ve özellikle büyük firmaların reklam stantları sürekli olarak bulunuyordu. Bazı vatandaşların bu firmaların her seferinde izin alıp almadıklarına dair yaptıkları başvurular cevapsız bırakıldı.
Bir diğer değişim pazarı ise zaman bankası da denilen deneyimdi. Burada ise daha çok değiş tokuşu yapılan insanların arz ettikleri hizmetleriydi. Bir tesisatçı bir evin su işlerini tamir ederken karşılığında çocuğu için İngilizce dersi alması gibi değişimi ifade ediyordu. Bunlar çok kısa bir zamanda elektronik olarak da koordine edilen zaman kurunun ortaya çıkmasını sağladı. Buna göre herkes verdiği hizmeti müşterek alana kaydettiriyor ve burada biriken değer karşılığında başkasının sunduğu dayanışma hizmetinden faydalanıyordu. Bu tarz değişim kurunun en bilinen örneği orta Yunanistan’ın en büyük şehirlerinden bir tanesi olan Volos’ta ortaya çıktı. Burada ortaya çıkan yerel değişim birimine TEM adı verildi: Topiki Enallaktiki Monada (Yerel Alternatif Birim).
Bir ağ olarak örgütlenen insanların yarattığı bu kolektif herşeyden önce insanların kriz koşullarında parçalanmak yerine dayanışma içinde bir birlerine tutunmaları ve kendi hayatlarını kendi ellerine almalarını sağlamak için ortaya atıldı. Her türlü kararın kolektif bir şekilde alındığı ağda yerel olarak üretilen malların ve hizmetlerin gerçek değerinin bulması ve sömürünün önüne geçilmesine çalışılıyor. Bilindiği üzere zaman bankası ve alternatif değişim birimine dair fikir ütopik sosyalistlere ve klasik anarşist düşünceye kadar geri gidiyor. Marx’ın da ütopiklerin genel felsefelerini eleştirmiş olmasına rağmen bu tür alternatiflerin kullanılabileceğine dair yazdığı dağınık bir literatür var. Ancak solun dışında özellikle kriz anlarında tamamlayıcı bir para birimi olarak bu tür alternatiflerin kullanılmasını salık veren ana akım iktisadi bir tartışma da yok değil. Bunun için bu tür düşünce ve projeler illa ki bir sistem karşıtı bir oluşumu ortaya çıkarmak zorunda değil. Burada bahsettiğim ağın doğrudan kuruluş amacı zaten kriz ile çökmüş iktisadi ve mali sistemin dışına çıkmak. Yani kendisi başka bir dünya inancını temel almak için ortaya atılmış fikir olarak.
Ağa küçük işletmeler de katılabiliyor ve sundukları mal ve hizmetler TEM cinsinden kayıt ediliyor. Burada katılan özel ve tüzel kişilerin karşılıklı ve müşterek faydası esas alınıyor. Üyelerin eşit şartlarda ve aynı temelde ilişkiye geçmeleri ve birikim yapmalarına izin verilmemesi esasına dayanıyor. Ağa bir mal veya hizmet verdiğinizde elde ettiğiniz TEM ile başkasının malı ve hizmetini alıyorsunuz. Ürün ve hizmet almak için sisteme TEM yani kredi sunmuş olmanız da gerekmiyor. Zira öyle also sistem hiçbir zaman başlamayabilir. Bu halde ileride sunacağınız mal ve hizmetler için borçlanmış oluyorsunuz. Bu borçluluk halinin her zaman sistemde olacağı ve daha önce fazladan TEM sunanlarca bunun karşılanabilindiği söyleniyor. Bu arada mal ve hizmet alanlar ister site üzerinden istedikleri TEM fiyatına normal piyasada olduğu gibi pazarlık edebiliyorlar. Yani bir evin badanasının 150 TEM mi 200 TEM mi olacağına kendi aralarında karar veriyorlar. Yine TEM dışında kendi aralarında başka birim de değiş tokuş etmeleri serbest. Zaten onun kontrolü mümkün değil. Her ay her hesap sahibinden sistemin masrafları için 3 TEM kesiliyor. Sistemin kötüye kullanılmasına dair de kolektif bir takım önlemler alınmış. Sisteme 2015 başı itibarıyla 1500 kişi kayıtlı durumda ve şu anda hala aktif işliyor. En büyük ve ilgi çeken örnek bu olduğu için onu seçtim ama aracısızlar örneğinde olduğu gibi bu tür girişimlerin sayısı da hiç de az değil.
Yukarıda bahsettiklerimiz yanında üstünde durulmayı hakkeden bir başka dayanışma deneyimi de Eğitim alanında ortaya çıkan kolektifler. Yunanistan’da kısa bir seyahate çıkacak bir kişinin dikkatini çekecek ilk hususlardan bir tanesi mahalle aralarına kadar girmiş küçüklü büyüklü dershanelerdir. Bunların bir kısmı dil kursları bir kısmı da üniversiteye hazırlık dershaneleridir. Krizle birlikte kaynakların kısılması, maaşların düşürülmesi ile birlikte kamu eğitim sistemi de ciddi bir yara aldı. Dahası aile bütçeleri içinde önemli bir yeri olan kurs ve dershane paraları ise toplumun önemli bir kısmı için ödenemez hale geldi. Aynı sosyal klinik örneğinde olduğu gibi birçok mahalle ve belediyede bir araya gelen öğretmenler oluşturdukları kolektifler aracılığıyla ihtiyacı olan çocuklara kurslar düzenlemeye başladılar. Bunların bazılarını belediyeler de yer tashih ederek vs. destekledi. Bu girişimlerin yine en bilineni örnek seçersek sloganı “hayırseverlik değil dayanışma olan” Tutorpool’a bakmamız gerekir. 2012’in sonunda 300’e yakın öğretmen özellikle maddi durumu olmayanlara karşılıksız ders vermeye başladı sadece Tutorpool çerçevesinde. Bu girişim internet sitesi üstünden öğretmenler ve ihtiyacı olan öğrencileri bir araya getiriyor. Ancak bu kolektifin yanı sıra birçok mahalle forumu ve meclisinde de benzer yerel girişimler yaygın bir şekilde gözleniyor.
Bu deneyimler hakkında genel bilgilerden de görüleceği gibi 2012 yılı bu anlamda çok önemli bir kilometre taşı teşkil ediyor. 2011 Meydan Hareketlerinden bir sene sonra çok önemli bir birikim ortaya çıktı. Yine yukarıda belirttiğim gibi bu sene bu hareketlerle ilişkili bir şekilde Syriza’nın da 2012’teki iki genel seçim ardından ana muhalefet partisi olarak ortaya çıktığı yıl oldu. Bu tabandaki hareketlilik sandıkta asıl olarak Syriza’yı beslerken, Syriza da bu deneyimleri ve girişimleri doğrudan desteklemeye başladı, her ne kadar bu hareket özerklikleri konusunda hassas olsalar da. Syriza’nın sonuç itibarıyla muhalefet partisi olması birçok girişimin onunla, daha doğrusu onun doğrudan desteklediği bir oluşum ile temasa geçmelerini kolaylaştırdı. Bu oluşum yukarıda geçerken değindiğim Herkes için Dayanışma’dır (Allilegyi yia Olous). Herkes için Dayanışma asıl olarak 2012 yılında ortaya çıktı. Temel hedefi de yukarıda saydığım alanlarda ve diğer başkalarında ortaya çıkan her türlü dayanışma faaliyetine yardım etmek, görünür kılmak ve kaynak yaratmak. Bu girişim birçok deneyime yardım sağladı ve yapılanları görünür kılarak kamuoyunun gündemine getirdi. Her ne kadar bu girişim aslında bağımsız da olsa 2012 Haziran seçimlerinde parlamentoya seçilmiş 71 Syriza milletvekilinin maaşlarının her ay parti kararıyla beşte birinin düzenli olarak bu oluşuma aktarılması önemli bir maddi kaynak yarattı. Syriza dışından da aktivistlerin çalıştığı bu oluşum 2012 sonrasında ortaya çıkan deneyimleri doğrudan desteklemeye çalıştı.
Bu deneyimler sandıkta Syriza’nın yükselişi gibi sokakta ciddi anlamda bir yaygınlık kazandılar. Ancak Syriza’nın yükselişi ve sonunda seçim zaferi 2015 senesini de yine önemli bir kırılma anı yaptı. 25 Ocak 2015 seçimlerinde küçük bir ortak alarak da olsa hükümet oldu ve özellikle toplumda ve onu destekleyen ya da oy veren taban hareketlerinde bir beklenti yarattı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve 2011’den beri oluşturulan söylemin bir gereği yapılacaktı. Syriza hükümeti Troyka ve özellikle küresel sermaye çevreleri ile girdiği didişmede çabuk havlu attı. Özellikle 5 Temmuz 2015 tarihinde yapılan referandumda halkın kemer sıkma politikalarına, memorandumlara ve Troykaya “hayır” demiş olmasına rağmen Syriza’nın kendinden önceki PASOK ve Nea-Demokratia öncülüğünde kurulan koalisyon hükümetlerinden çok da farklı bir hat izlemiyor olması hayal kırıklığı yarattı. Ve en sonunda da Syriza lideri Çipras ani bir erken seçim kararı ile 20 Eylül 2015 tarihinde içindeki solu tasfiye ederek tekrar hükümet kurdu. Bütün bu siyasal sürecin konumuz ile alakası ne peki?
Syriza’nın 2015 başında hükümete gelmesi her ne kadar bunlar kolektif de olsa veya özerk de olsalar toplumsal hareketlerde bir duraksamaya yol açtı. Radikal Sosyalist bir koalisyon olan ve üç yıldır kendilerine seslenen bir partiden meseleleri çözecek adımlar beklenilmeye başlandı. Syriza’nın yukarıdan aşağıya krizin ortaya çıkardığı, memorandumların dağıttığı topluma dair iyileştirici adımlar atılacağı düşünüldü ve taban hareketleri kendi faaliyetlerine devam etseler de iktidara geldikleri yanılsamasına düştüler. Bu devlete dair ölmüş olan beklentiyi biraz rehabilite etti. Dahası referandumda kurtarma planlarına açık bir hayır çıkmış olması bir kopuş beklentisi de yarattı. Ancak Syriza’nın değinildiği gibi havlu atması ve herşeyin aynı devam ediyor oluşu özellikle Eylül seçimlerinden sonra hareketlerin tekrar kendilerine dönmelerine vesile olmuş durumda. Syriza’nın devrimci olmadığını sürekli tekrar edip ondan birşey beklenilmemesini salık verenler de aslında bir şekliyle bakıp görmek istemişti. Bu taban inisiyatiflerinin 2015 yılında biraz gevşemelerine yol açtı. Ancak şu anda çok yoğun bir siyasal ve toplumsal tartışma yürütülüyor ve özellikle aşağıdan hareketlerin, otonom ve özerk kolektiflerin bir birleriyle tabandan bir ağ kurmaya çabalayacakları görülüyor. Daha doğrusu zaten var olan ilişkilerin daha somut bir networke dönüşeceği bir süreç yakın gelecekte bizi bekliyor olacak. Bu yazıda çok üstünde durmadığım ama Türkiye’de sol kamuoyunun yakında bildiği fabrika özyönetim örneği Vio.Me gibi örneklerin de Syriza devr-i iktidarında sıkıntılar yaşaması bu taban hareketlerini yeni bir atılım aşamasına getirmiş durumda. Kolektif deneyimler özel girişimler de bile görülmeye başlanmış durumda. Örneğin birçok şehirde arkadaş gruplarının kolektif olarak işlettikleri ve kolektif olarak emek verdikleri birçok kafe, restoran ve küçük esnaf işletmeleri kuruluyor. Böylece hem risk azalmış oluyor, hem patronlardan kurtulunmuş olunuyor, hem de gelen arkadaşlar (eski müşteriler) paralarını bu kolektif işletmelere vermiş oluyorlar. Yani dayanışma ruhu kolektif olarak kurulan ve işletilen küçük işletmelere de ilham olmuş durumda. Yine en büyük göçmen krizinin yaşandığı ülkelerin başında gelen Yunanistan’da göçmenlere ilişkin de sayısız dayanışma faaliyetleri ve etkinlikleri yürütülüyor. Bu konuda özellikle çok eskiden gelen bir geleneğin varlığı ve diğer dayanışma deneyimleri göçmenlik hususunda da yeni girişimlerin ortaya çıkmasına, hem yaşanan ağır kriz ve yıkıma rağmen, vesile oluyor. Ancak elbette egemen iktisadi sistem tüm heybetiyle yerinde duruyor ve sadece burada anlatılan dayanışma örnekleri değil Avrupa’nın en büyük faşist partilerinden bir tanesi de aynı hızla yükseliyor. Bu hareketler ve onların da ruhunu temsil eden siyasal bir alternatif güçlenmez ise insanlığın diğer bir alternatifi hala ve aslında her zamankinden daha fazla, barbarlık.