O halde?

15 Temmuz darbe girişiminin bastırılması, AKP iktidarına 2011 seçimi ertesinden itibaren açıkça odaklandığı zaten görülen iki –birbirine bağlı– siyasal hedefe doğru daha hızlı ve engelsiz yürüme fırsatı verdi.

Bu hedeflerin ilki ve kamuoyunun en fazla üzerinde durduğu hedef, malum olduğu üzere Sünni-Türk bir muhafazakâr otoriter –“Yeni Osmanlı” –rejiminin devlet-kamu aygıtını oluşturmaktır. 15 Temmuzdan bu yana AKP iktidarının yürüttüğü “cadı avı” boyutlarını bile zorlayan dalgalar halinde tutuklama, tasfiye, işyerine ve mülke el koyma operasyonları, öncelikle tüm devlet ve kamu kuruluşlarını bu mekanizmanın mutlak itaatli parçalarına “dönüştürme”ye matuftur. 17-25 Aralıktan beri sürdürülen “cemaat” mensuplarını devlet ve kamu kuruluşlarından “temizleme” operasyonu zaten bir süre sonra “olabilir” denilenlere genişletilmişken, 15 Temmuz’dan sonra buna Sünni-Türk-muhafazakâr olup da iktidara biati şüpheli addedilenlerin de eklendiği görülüyor. Bu arada AKP iktidarı elbette Sünni muhafazakâr kesim dışındaki muhalifleri de unutmuş değil. Nitekim, daha 15 Temmuz’un dumanı tüterken Darbe ve “Fetö” yandaşlığına terör ve PKK destekçiliğini de ekleyiveren AKP iktidarı, bu ikinci suçlamaya dayalı tasfiye, tutuklama dalgalarını da şimdilerde hızlandırarak, devlet ve kamu kuruluşları mekanizmasının tamamını bir kapıkulu aygıtı haline getirmenin son rötüşlarını yapıyor.

İkinci hedef ise bu mekanizmanın içinde ve üzerinde işleyeceği kitlesel desteğin ekseninde ve –dikkat ediniz– hegemonyasında bir toplumun şekillendirilmesidir. AKP yöneticileri ve ideologlarının son birkaç yıldır dillerinden düşmeyen “yerli ve milli” deyimi o kitlesel desteğin etiketidir.

Burada sözkonusu olan, hedeflenen ve AKP iktidarının özellikle 2011 sonrası “dil”i ve uygulamalarıyla büyük ölçüde oluşturulmuş olan kitlesel destek, herhangi bir partinin başarılı yönetimi ve iktisadi çıkarlarını kollaması ile etrafına topladığı –bildiğimiz türden– bir seçmen kitlesi değildir. Çünkü o bildik seçmen, taraftar kitlesi, her ne kadar taraftarı olduğu partinin “kimliksel” özelliklerini birincil tercih nedeni saysa da; iktisadi çıkarları zedelendiği veya partisinin yönetimsel başarısızlıkları ya da yolsuzluk v.b. rezaletleri ortaya çıktığında desteğini çekmeye de hazırdır. Türkiye’nin AKP’ye gelinceye kadar gördüğü merkez sağ iktidar partilerin kitlesel desteği böyleydi.

Oysa AKP’nin oluşturmayı hedeflediği kitlesel destek, tamamen kimliğine, kimliksel özelliklerine odaklanmış bir kitledir. Dünyayı, karşı karşıya olduğu her tür sorunu öncelikle ve asıl olarak kimliğinin, yanı değişmez saydığı –etnik, dinî/mezhebî, cinsel v.s.– özelliklerinin, bu özelliklere sıkıca ilişkilendirilmiş ahlâki/moral önyargıların süzgecinden bakan ve tavır alan bir kitledir bu. Bu odaklanma ve bakış tarzı onun partisi ve lideriyle bağını bir temsil ilişkisi olmaktan bir özdeşleşme ilişkisine döndürür. Dolayısıyla partisini –hele iktidarda iken– başarıları ve övündüğü yanları ile değil sadece, başarısızlıkları, tutarsızlıkları ve hatta rezaletleri ile sahiplenir.

Uzunca bir dönemde veya aniden karşılaşılan şiddetli bir şok veya kriz zamanlarında kendilerini zillete, aşağılanmaya uğramış ya da ağır tehdide, tehlikeye maruz kalmış toplumlarda, büyük çoğunluğu kapsayabilen kimliksel özellikler temelinde böylesi bir kitlesel “hareket”in, desteğin oluşabildiğini biliyoruz. Seçimle işbaşına gelen faşist ve Nazi rejimlerinin İtalya ve Almanya’da I. Dünya Savaşı’nın doğurduğu yıkım, yenilmişlik veya aldatılmışlık duygularıyla karşılanan “komünizm tehlikesi”yle içine düşülen iktisadi buhran koşullarında “kimlik”leri etrafında kenetlenmiş bir kitlesel destekle oluşturulduğunu hatırlayalım.

AKP’nin benzer bir kitlesel destek oluşturabilmek için İslâmcı akımın tam kökünde yer alan modernlik-modernleşme tarafından yenilgiye, aşağılanmaya maruz kalmış olma “hissiyat”ını kullandığı malum. Sünni-Türk-muhafazakâr kimlik kendisine yönelik bu meydan okuyucu tehdit ve tehlikeyi “Batı”da cisimleştirdiği ölçüde ülkedeki her türden “Batıcı”nın şahsında da somutlar. Dolayısıyla bu kitle AKP’nin 2002’den başlayarak art arda kazandığı seçimleri kendisinin söz konusu yenilgi ve aşağılanmaya karşı “nihayet” verebildiği bir cevap olarak algılamaya hazırdır. Ancak, her ne kadar bu giderek artan oy oranlarıyla elde edilen seçim başarıları ve gitgide yerleşilen iktidar makamı ile o iki yüz yıllık aşağılanmışlık duygusunun üzerine bir özgüven cilası atılmış olsa da; bunun gerçek bir özgüven duygusuna bir zafer kazanma havasına dönüşmesi de mümkün değildi; olmuyor, olamıyordu. Çünkü insanî-niteliksel bir temeli olmayan ve esas olarak sayısal çokluğun bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu güçlülük durumu, “Batılılığın”/modernliğin insana özgü özellik ve yeteneklerin sürekli geliştirilmesine dayalı asli güç kaynakları karşısındaki –onulmaz– zaafını unutturamıyordu. O yüzden sürekli bir tedirginliğe mahkûmdur ve sahip olduğu sayısal çokluktan türetilen “üstün” makamların kaybedileceği korkusu ile kuşatılmış gibidir.

Bir parantez açarak belirtelim ki; son birkaç yıldır AKP ile özdeşleşmiş olan yerleşik Sünni-muhafazakâr kimlik tarafından tam bir “günah keçisi” muamelesine tutulan “Cemaat”, bu, sayısal çokluk gibi niteliksel olmayan “üstün”lük vehmini araçsallaştırılmış bir modern eğitimin kazandıracağı niteliklerle takviye etmeye yönelik kapsamlı bir çaba içindeydi. Ama bu çabasını kibirle donanmış bir elit konumuna tahvile eğilimli olduğu için yerleşik Sünni kimlik tarafından dışlanmanın, “yabancılaştırılma”nın da sınırında duruyordu. Bu bakımdan 17-25 Aralıktan itibaren başlatılan “Cemaat”in tasfiyesi, “kökünün kazınması” sürecinin önemli bir yanıyla da nitelikliliğe karşı hemen her açıdan vasatiliğin hegemonik hale gelişi olarak işlemesi şaşırtıcı değildir.

***

AKP’nin kendisini öncelikle ve asıl olarak Sünni-Türk muhafazakâr kimlikle tanımlayan bir seçmen kitlesine dayanmakla kalmayıp bu destekle ilişkisini bir temsil ilişkisi olmaktan öteye bir özdeşlik bağına taşıdığını ve bunun kapsama alanını ülke nüfusunun yarıdan fazlasını içerebilecek kadar genişlettiğini belirttik. Son birkaç seçim, söz konusu kapsama alanının en az önümüzdeki bir iki seçim döneminde –genişlemese dahi– sabit bir gerçeklik olarak duracağını gösterdi.

Az önce de vurguladığımız gibi söz konusu olan kimliksel bir destek, bir özdeşleşme ilişkisi olduğu için, bu “gerçekliğin” dolayısıyla da AKP iktidarının, “normal” bir partiyi iktidardan düşürecek yönetimsel başarısızlık, bir uçtan öbür uca savrulan politikalar ve hatta yolsuzluk gibi faktörlerle değişmesi ihtimali son derece zayıftır. AKP iktidarının son beş yılı bunun sayısız kanıtları ile doludur. Bu süre boyunca AKP iktidarının, örneğin “Kürt sorunu” konusunda “barışın faziletlerinden, anaların gözyaşlarının dinmesinden” bahsettiğinde aldığı oy ile Kürt şehirlerini tarumar edip, şehitliğe özendirerek misliyle PKK’lı öldürülmesi ile övünülmeye geçtiğinde aldığı oyun aynı olması bu yüzdendir. İsrail’e horozlanmaktan İsrail ile –onun koşullarıyla– dostluğa geçişte veya Rus uçağını düşürmekle böbürlenmekten “Cemaat’in oyununa gelmişiz”e ricat edişte de kitlesel desteğin sabit kalması gibi. O destek “kandırılmış” olmayı bile bırakın ciddi bir kusur olarak görmeyi neredeyse bir ululaştırma gerekçesi gibi algılayabilmektedir çünkü.

Bu durumda, kendilerini Sünni-Türk-muhafazakâr kimlik etrafında adeta kenetlemiş o çoğunluk “gerçekliği”nin dışında tanımlayanlar ne yapabilirler?

Şimdiye kadar yapıldığı gibi AKP politikalarını ortalama bir medeni/demokratik toplum ölçütlerine göre eleştirmekle yetinir ve bu eleştirilerin AKP’li seçmeni olumlu etkilemesine bel bağlar ve böylece oy desteği daralacak AKP’nin iktidarı kaybetmesi umuduyla oyalanır ise; bu umudun –orta vadede bile– gerçekleşemeyeceği bir yana, daha da kötüsü AKP’nin Sünni-muhafazakâr kimliğe dayalı otoriter rejiminin kendilerine “tahsis ettiği” ikinci sınıf uyruk – “zımmi– statüsüne yavaş yavaş “alıştırılmış” olacaklardır.

Otobüste oturan şortlu kızın yüzüne İslâmî hassasiyetleri tahrik olduğu için tekme atabilen primattan hallice mahlûk ile onun bu hareketini “basit yaralama” gibi değerlendirip serbest bırakan savcı ile yaratığın tutuklanmasını protesto eden “İslâmcı” yazarlar gidişatın bu yönde olacağını, olması gerektiğini duyuruyorlar bize.

Sünni-muhafazakâr kimliğin, onun siyasal iradesinin bizi sürüklediği gelecek kabul edilemez. O kimlik kendini olumlu yönde dönüştürecek güce, özelliklere sahip olmadığına göre, önümüzde ya ondan kendimizi tamamen koparmak, kesin olarak ayrılmak ya da –sol sıfatını gerçekten önemsiyor, hayati addediyor isek– onu dönüştürmenin şimdiye kadar denenmemiş bir yolunu bulmak zorundayız.

Bu ikinci yolun ilk koşulu ise solun ilkin bizatihi kendisini dönüştürmesidir.

Bu tercihi yapmaya gücümüz ve isteğimiz var mı?