Bir metin, bir iş, bir tablo, bir müzik cümlesi daima ikili bir ilişki doğurur. Doğuran ile gören arasında, yapan ile bakan arasında, yazan ile okuyan arasında, en nihayetinde iki özne arasında, tarihin tanıklık ettiği, kültürel alanın ancak zemini, toplumun ancak ufku olduğu bir ilişki. Ne sadece bakanın görmesi ile varlığa gelir bu ilişki ne de yaratanın yaratması ile; her ikisi de birbirlerini kollarlar, her ikisi de birbirlerine yönelirler. Yapıt da daima bu ilişkiselliğe yöneliktir ¬– elbette ki bundan ibaret değildir ama bu ilişkisellikten bağımsız da değildir. Kimse kendi kendine konuşmaz, kimse boşluğa bakmaz. Solipsizm bu anlamda bir ideadan ibarettir, aşkınlık da öyle. İç ile dış arasında nasıl ki hep kurucu bir ilişki var ise, nasıl ki içkinlik de aşkınlık da özneyi tanımlamakta tek başlarına yetersiz ise, sanatsal yapıt da her seferinde bir karşılaşma, bir temas anı üretir. Daha doğum anında ötekine yönelir yapıt, hatta doğmadan önce ötekinin varlığı ihtimalince şekillenir. Ortaya çıkması da adı üstünde, iki özneyi gerektirir. Yapıtlara bakmak tam da bu sebeple bu ilişkiselliği hesaba katmadan mümkün değildir. Bakan kendi bakışının yapıtı tamamlayan yükünü dışarı atarak bakamaz artık; başkasıyla kendisi arasında, bakışının da bir parçası olduğu bir ilişkiden doğan yapıta, kendi öznelerarası varlığını yapıta tercüme ederek, oradan başlayarak bakabilir ancak.[1]
Ama işte bu durumda artık bakanı yeni bir soru bekler: bu ilişkiselliği nasıl dâhil edecektir bakışına? Hele ki yapıtın kendisi bu ilişkiselliğe davet haline gelmişken, ona bakanı bir anlığına kendisiyle kesiştirmeyi ve oradan da boşluğa itmeyi hedef almışken, hatta zaman zaman konusu bile bu kesişim olmuşken, ona bakan şimdi ne yapacaktır? Öznelerarasılığı da kendine dâhil etmiş olan böylesi bir yapıtın karşısında, bakanın yeni görme stratejisi ne olacaktır? Nesne haline gelmeye böylesine direnen, hem kendi öznelliğine hem bakanın öznelliğine vurgu yapabilen bir yapıt karşısında, bakan kendi öznelliğine gömülmeden, yapıtı da tümüyle başkalık olarak sınırlı bir temas alanına hapsetmeden, şimdi, nasıl görecektir? Öznelliğe yeni bir vurguyla, nesnenin yeniden başka bir nesnellik çerçevesinde kavranması mümkün olabilir mi?
Yaratıcıyı ve bakanı iptal etmemeye, aksine ikisini de birbirine bağımlılık ilişkisi içinde ontolojik düzeyde yeniden kurgulamaya, karşılıklı konumlanmış öznelliklerini, birbirlerine göre başkalıklarını, bu ikisinin arasındaki ilişkiden hareketle nesnenin nesnelliğini yeniden düşünmeye bir davet ile, evet. Diyalog kurmanın da ötesinde, diyaloğu başlatan ilksel hatta organik teması, görme, duyma gibi bedensel ve tartışmasızca öznel olan deneyimi daha oluşma anında yakalamaya bir çağrı. En temelde, dünya ile kurulan ilişkinin daha zihinde temsil düzeyinde işlenmeden, dilsel ya da imgesel bir dizgede yer almadan önceki ham halini (hatta ilk bakıştaki izlenimsel halini), öznelliği ve dünyayı ait oldukları yerde, birbirinden ayrı ama karşılıklı bir biçimde tutarak kavramaya bir çağrı. Karşılıklı konumlanma, bir tür birbirini aynalama zorunluluğunu yapıt gelip dayatıyor, kendi anlamının ortaya çıkması için açıldığı öznelerin belleklerine, noktaları birleştirmeye davranan şahsi katkılarına yönelerek kurulduğu için. Sanatçının yapıttaki (belli belirsiz ya da apaçık) mevcudiyeti ile yapıta bakanın oradalığını imlemesi gerekliliği zorunlu bir ilişki içinde. Anlam asla iptal edilemeyen, karşılıklı konumlanmış, birbirini dışlamadan birbirine bakan öznellikler arasındaki ilişkiden doğuyor. Ve böylesi bir davete hâlihazırdaki ya da genelgeçer eleştirel bakış uyarınca icabet etmek mümkün değil, bu çağrıya cevap vermek mutlaka kendisi de yaratıcı olan bir edim gerektiriyor: Bakışın kendisi de, baktığı şeyin doğasıyla uyumlu bir biçimde yaratıcı bir eylem olmak zorunda.[2]
Cem İleri, sanatçı Ayşe Erkmen ve tasarımcı Bülent Erkmen’in yapıt(lar)ına işte tam da böylesi bir bakışla bakıyor, Erkmen’lerin çalışmalarının gerektirdiği bu çünkü. Başkasının bakışını gerekli kılan, ortak mekânlarda, mekânı da dâhil ederek öznelerarası bir anlamla bir süreliğine beliren işlerin davetine, onları okurken de aynı türden bir zihinsel yönelim ile uyuyor, kendi bakışının da meşruiyetini inşa ediyor bakışını odaklarken: Erkmen’lerin yapıtını tam da bu öznelliğe, şahsi belleğe yaptığı davet vurgusundan hareketle, kendisini de yaratıcı bir eylem olarak, kendi okurunu oyuna davet ederek okuyor metin.
Bu okuma eylemi öncelikle öznel yanıyla Cem İleri’nin metinlerinde en başından beri hayli önemli; şahsi bir okuma denemesi olan Yazının da Yırtılıverdiği Yer, bu türden bir öznel okuma davetini, öznelerarası anlam çağrısını, bunun getirip dayattığı çoğul okumayı Bilge Karasu’nun metinlerinde araştırıyordu, öte yandan bu okuma türünü teorik olarak da kendisi için, odağındaki metinler özelinde, onlara yönelik olarak ve yeniden inşa ediyordu. Okurun Belleği de (adı üstünde) Sebald’ın ve Benjamin’in metinlerinde de aynı türden bir güdülenmeyi arayışının hayli (hacimle) derinleşmiş hali olarak görülmeli. İleri özetle, en başından beri, baktığı metinlerin ötekiyle, öteki metinlerle ve bir öteki olarak okurla –okurun zihnindeki çağrışımlarla– doğrudan kurduğu, kurabileceği ilişkileri, kendi öznel çağrışımlarının zenginliğinden hareketle okuyordu.
Bu okuma biçiminin çıkış noktalarından biri de İleri’nin Erkmen’in yapıtını bir tür okuma aracı olarak düşünmüş olması. E Evi, bu anlamda, önceki kitapların yöntemini de açıklıyor, Sebald’ı ve Karasu’yu ele alış biçimini gösteriyor:
“Erkmen’in yapıtı beni okumaya yönlendirir. Şimdi karşımda duran boş bir mekân ya da boş bir sayfaymışçasına başlarım okumaya; bu karşılaşma anında metnin bileşenlerini, görünmeyen parçalarını, potansiyel olarak barındırdıklarını, plastik, mekânsal, tasarımsal öğelerini görmeye çalışırım, metni Erkmen’in yapıtı aracılığıyla okumaya başlarım. Bu yalıtımla, mesafeyle baktığımda, metin kendisini açar; artık orada edebiyat bilgisini, yazarın niyetlerini, alışkanlıkları aşan başka bir şeyi fark ederim.”[3]
İleri’nin sözün sahibi bir ben olarak, bu metinde de, önceki metinlerinde de “belirip kaybolması,” metnin doğal (aslında nesnelmiş gibi yapan öznel sözü kanıksamanın adı olarak doğal) akışı içinde okurun karşısına birdenbire (neredeyse cismani olarak, belki de bir persona olarak) çıkması ve ardından da yine sözüyle okurunu baş başa bırakması şaşırtmış olmalı; bu üslup açıkça bakışın yöneldiği eserin davet ettiği öznelliğin metnin içinde (baktığı şeyin çağrısı nedeniyle de) yeniden kurgulanmasına yönelik. Yapıtın karşısındaki ben olmazsa oyun olmaz, metin olmaz, tarih olmaz. Erkmen’lerin yapıtı öncelikle belleğe, öznel olana bir davet ise ve ancak orada anlam bulacak ise, İleri de bu yapıta dair belleğinden, ona ilişkin öznel deneyiminden hareketle okumaya başlıyor onu.
Metindeki ben, bu öznel belirme, yalnızca bir davete uyarak ilan edilen öznellik değildir yalnızca, eleştirel deneme de en nihayetinde bir ayağını Montaigne’in kurguladığı ben ilkesine basar. Öznelliğini askıya almadan yazan yazar, yazın türünün kurucu ilkesinin modernliğine de vurgu yapar: dünyaya nesnelmiş gibi yapan bir öznellikten bakmak yerine, kendisiyle ilişki dâhilinde dünyayı yeniden kurmak. Öznellikten vazgeçmeden, oradalığından taviz vermeden yazan yazar: bunu yazan benim, bu yazdıklarım bende beliriyor. Elbette ki gerçek bir ben değildir burada öznelliği görünen, Contre Saint-Beuve ilkesi de Montaigne’inki kadar hâlâ işler durumdadır; özneyi, kendisini bu yapıta dâhil ettiği alanın dışında görmeyiz, kendisini gösterdiği, göstermeyi seçtiği ve bu metin için kurguladığı haliyle, bu metindeki kadar görürüz. Çünkü oyun öyle düzenlemiştir. İleri oyuna başka bir yerden dâhil olan bir başkasını konu ederken kendisi de oyuna katılır.
Öte yandan da okurun sorusu baki kalır: Bu ben kimdir? Gerçek bir öznelliğin bir parçasıdır belki, tamamıyla kurgu değildir. Hatta metin yazılana dek varlığından haberdar olmadığı bir parçası dahi olabilir yazarın. Yazmak düşünceyi yazarda yapılandırdığı gibi, yazıda da yazarın öznelliğini yapılandırır.[4] Sözün sahibi, kendi öznelliğini metnin içine dâhil ederken gerçek benliğinden tamamen kaçamayacaktır ve bu olasılık okuru da metnin içine çağırır. Öznellik öznelliği doğurur, nesnellik taklidi yapmayan bir öznellik okurun sahici deneyimlerini de okumasına katar. Böylece bu metnin kendisi de incelediği türden bir davet, aynı türden bir yaratıcı edim haline gelir; bakanın bakışa başkalarını daveti, kendisinin kendiliğini koruyarak, kendisini nesne üzerine nesnel bir araştırma olarak sunmadan, tam aksine öznelliğini kendi yaratıcı eyleminin parçası yaparak yerleştirir: Erkmen’le şahsi ilişki kuran İleri’yle metin düzleminde şahsi ilişki kurarak Erkmen’e bakan okur.
Cem İleri’nin “böyle” yazmasına yol açan itki Erkmen’de mevcut ise (metnin iddia ettiği üzere), en görünür olduğu yerde görünmezlik, en görünmediği yerde sürekli varlığını imleme demek ki bu, Erkmen ile ona bakan İleri arasındaki ortak bir yönelimsellik, bir tür ortak zihinselliktir de. Cem’in metindeki belirme şekliyle, Erkmen’in işlerindeki görünme-kaybolma ilişkisi birbirini yankılar. Görülmenin tam sınırında beliren sonra da kaybolan, “bir haberci, ulak, aracı konumundadır”[5] ikisi de; “kayda geçirmiş, aradan sıyrılıvermiştir”.[6] Erkmen deneyimleri yeniden canlandırır, İleri de bundan hareketle kendi öznel deneyimini. İnsan en nihayetinde yazmaya kendisinden, kendisi gibi olandan başlar, bakmaya kendisinden, bedeninden başlar (bunu unutmuş olması bir şeyi değiştirmez), oradan dünyaya yönelir. Ve böyle yazılmış bir metin, bakışına okuru da ortak edecek, ondaki aynı türden zihinselliği ve dünya yönelimini harekete geçirecektir. Metne konuk olan okur, birden ev sahibi olacaktır: “Okuma aslında tam olarak budur. Saf okur diye biri yoktur. İdeal okur yoktur.”[7]
Metindeki anlam elbette İleri’nin sözün sahibi olarak orada olduğu yerler kadar olmadığı yerlerde de belirir. Denemeci, bu ilişkisellikte en nihayetinde ötekine bakıyordur, yalnızca kendisini tanımak değildir “mesele”si. Dünyayı yekten bir aşkınlıkta düşünmediği gibi solipsist içe bakışa gömülerek de aramıyordur. Metnin gösterdiği gerçekliği işaret eden parmağın unutulmaması, hep orada olması, işaret edilen şeyi yok etmez. Bu haliyle öznelliğe yapılan vurgu, bakılan şeyi (dünyayı, Erkmen’in yapıtını) yerinden etmez. Metinler için saf bir yönelim değişikliğidir bu, ötekinin pür-i pak bir öteki, dünyanın öznel olan algıdan tam bağımsız bir dünya kılınma zorlantısının kırılmasıdır. Öznelliğin kurulması ve tutulması sayesinde İleri metninin içine kendisini bir bakış öznesi olarak yerleştirirken, Erkmen’in işlerini, gölgeleri üzerine düşen tam bağımsız idealar olarak değil, öznel bedensel ve zihinsel bir yönelimselliğin başka kendilikleri olarak imleyebilir böylece.
Ve böylece ardından şunu sorabilir: Erkmen’de öznelliğe çağrı nasıl beliriyor, ilişkisellik nasıl barınıyor? Cem İleri olanca öznelliği ile bunu anlamak için her şeyden önce bir soyağacı çıkarır. Denemecinin işidir en nihayetinde bu: bir başka soyağacına bakarken kendisiyle karışmış dallarından yola çıkmak, ilişkisellikten, mutlaka... Sonra da, ortak temaları, kurucu ilkeleri tarayıp ayıklayarak en temeldekine ulaşmak ve oradan yeniden bir inşaya girişmek:
“Okumak için her zaman belirli bir yönelime, bakış açısına, dikkate gereksinim duyarım, bunlar olmadığında okumanın içinde hissedemem kendimi. Kimi zaman bir ayrıntıdır, ipucudur bu, bir takıntıdır, bir bağlantıdır, kimi zaman da bir yakınlık kurma hazzı.”[8]
Erkmen davet ettiği öznel bakışta böylece İleri’nin başka yönelimler ya da çağrışımlar aracılığıyla getirdikleriyle birlikte yeniden bir soyağacına sahip olacaktır; Mona Hatoum’dan Sevim Burak’a, Lewis Carroll’a geniş bir aile. En temelde, insan algısının belleği harekete geçiren itkisine yönelen, bu haliyle de maddi gerçeği hafifleten, hareket ettiren, altını oyan, izleyicisini bu yönelime ortak eden bir aile. Ama elbette soyağacı yetersiz kalır, soyağacı sadece bir başlangıçtır:
“Yine de bu tanımlar, tanımlamalar, yapıtın yaptığı işi tam olarak anlamamıza olanak tanımıyor. Hep bir şeyler eksik kalıyor. Uluslararası güncel sanat dilinin genelgeçer basmakalıplarının ötesine geçip, izleyicinin deneyimini anlamaya çalışmak gerekiyor. Bütün bunlar ne anlama gelmektedir? Görünmez kavramsal iplerle birbirlerine bağlanmış bu biçimlerin dile getirmek istedikleri nedir?”[9]
Dünyanın kendisindeki ilksel haline bir süreliğe geri dönen, bu dönüşe oradakileri davet eden, bu kısa süreli belirmeden hareketle dünyayı yeniden algılamaya, kurmaya yönelik bir eğilim. İlksel deneyime davet eden bir deneyim. Dünyanın öznedeki başlangıcındaki haline bir çağrı, belleğe yönelik bir hamle, başlangıç halindeki dünyaya, doğum anındaki deneyime bir bakış. Dolaysız algıya bir davet, saf biçimlere bir çağrı:
“Erkmen’in farklı bağlamlara sahip işleri de, bir okurun öznel bakış açısıyla yeniden oluşturduğu bir dizi içinde daha önce ortaya çıkmayan bir anlamı taşımaya başlayabiliyor; farklı dizilimlerle farklı bir okumayı öne çıkartabiliyor.”[10]
“Ele alınan kavrama göre yeniden sıralanan ve böylece başka anlamlar kazanan saf biçimlerdir bunlar.”[11] Saf biçimler demek, onları aktaran temsil biçimlerinin (örneğin dilin) ve aracının (örneğin sanatçının) ortadan silinmesi demektir de. Cem İleri’nin metinde görünmez olup okuru (kendi yazdığı) yazının fark edilmez akışıyla beliriveren dünyayla baş başa bırakması gibi, Erkmen de izleyiciyi eşikte, sınırda bırakır. Hem kendisiyle baş başa hem de içinden kendi öznelliğin silindiği, böylece yeniden beliren ve bu hamleyle de izleyicinin öznel deneyimine çağrıda bulunan saf biçimlerle. Dolaysız bir algıyla saf biçimlerle temasa geçebilmek demek, bu temastan bir çoğulluğun, yeni bir anlamın sürekli yeniden türemesi demektir aynı zamanda. Barthes’ın yansız’ı ve Genette’in eşik’i böylece anlamını bulur: varlığın eşiğine çekilmiş temsiller, yansızlaşmış, ilksel, izleyicinin belleğinin tamamladığı (sanatçının dayatmadığı) biçimleri ortaya çıkarırlar. “Sanatçı, kendi algılama biçimini izleyiciye aktarmanın farklı yöntemlerini araştırır,”[12] çünkü ham haliyle, doğum anındaki dünyayı yeniden ortaya çıkarmanın yolu, dünyanın öznel algının eşiğindeki, düşüncenin hemen öncesindeki halini gösteriverip kenara çekilmekten geçer. Bu ilksel temasa dair (üstelik bütüncül, birleşik duyulara dair) bir algı biçimi ifade edildiğinde pekâlâ o dünyaya çağıracaktır. Erkmen’deki sinestetik, duyuların henüz ayrışmadığı ve nesneyi nesne olarak kurmadığı bir alana yapılan çağrıya vurgu yapar İleri: Öznellik henüz belli belirsiz biçimdeyken algıda beliren bu dünya herkes için ortaktır ve yine belli belirsiz bir biçimde nesneldir, tam da bu anlamıyla öznelerarasıdır. Bu sınırları belirsiz ilksel duyusal dünyadan (hep yeniden) doğar anlam. Henüz düşünce ile kategorize edilmemiş bu dünyada, görsel sınırlar ve duyumsal sınırlar belirsizken, nesneler sınırlarına doğru yiterken ama o sınırlarda hemen bir başka nesne, duyum, algı başlarken, dünya hep yeniden doğarken varlıkla yeniden tanışma mümkün olabilir ancak.
“Paylaşılabilir, aktarılabilir bir deneyim değildir, anlat deseler neler döndüğünü tam olarak anlatamazsınız. Bir şey olmuş, bitmiş, bir şey harekete geçmiş, yanınızdan geçip gitmiş, uzaklaşmıştır, sizde dünyanın karmaşıklığına, şeylerin bitmek tükenmek bilmez dolambaçlı yapısına ilişkin bir iz bırakarak.”[13]
Böylece Erkmen’i yavaş yavaş Cem İleri’de belirdiği haliyle görmeye başlar okur. Nesnelerin öznedeki doğum anını hatırlatan işlerle, o ilk ve kurucu temasa geri dönmekle birlikte ilişkiselliği, anlamın bu kısa süreli ilişkiden hep yeniden doğmasını, böylece çoğulluğunu kendine “mesele” yapan bir yapıttır Erkmen’inki İleri’de: “Amaç gerçek dünyayı dönüştürmek değil, onu algılamaktır.”[14]
Ve bu algılanan dünya, hakikate dairdir en nihayetinde. Sanat ilksel ilkesine sadıktır hâlâ, aranan hakikattir. Algıda beliren dünyevi maddi biçimler, hakikate yol almanın hâlâ tek yoludur. Bellek onlarla olan somut temastan itibaren oluştuğu,[15] düşünce bu somut temasın üzerine bina edildiği için ilksel deneyime çağıran, belleği harekete geçiren şey son derece somut biçimleriyle her zaman onlardır. Ham, öznellikle yıkanmamış, öznelliğin kurucusu olan biçimler bellekle algının eşiğinde belirdiklerinde, öznel ve ilksel deneyime çağırırlar. Gerçek deneyim ilksel olandır.[16] Birbirine karışan, algıların ilk anda ayırmadığı nesneler, özne ile nesneyi, algı ile dünyayı bir arada tutar, dünya o sırada bütündür, doğmaktadır, ontik olarak çoğuldur ve her türlü anlama gebedir.
“Peki, böylesine herkesin olabilecek, “kişiliksiz”, “orta malı”, isimsiz, dolayısıyla imzasız, anonim bir üslup, hatta bir üslup-olmayan yaratılabilir mi? “Böyle” yazı olur mu?”[17]
Özne’ye buradan geri dönülür, geçmişe geri döner gibi. İlk bakışla son bakışın çakıştığı yer burasıdır. “Anonima İmza’nın eklem yerlerinde, kat izlerinde, ışığa tutulmuş sayfada belli belirsiz seçilebileceği”[18] yapıt ve Erkmen’in ontik anonimliği sayesinde öznelliğin kurucu temasına geri dönmek, herkes için kendisinin yeniden kurulduğu, kurulabildiği sahici bir alan açar. Ve kendisinden çıkan yazar, kendisini dayatmayan ama varlığını iptal etmeyen sanatçı, bakışına başkasını –zaten ontik olarak orada olan başkasını– davet ettiğinde özne kendi kendisinin gölgesi olmadan, dünyanın gölgesinde kalmadan, dünyayı ezmeden ve dünyaya yönelerek yeniden ortaya çıkar. E Evi ve Erkmen’in yapıtı böylece birbirlerini hem aynalar hem de tamamlar; aynı biçimde anonim, aynı biçimde erksizleşmiş, aynı eşikte öznel bir hal içinde aynı ham dünyaya çağrıda bulunurlar. İsimler silinir, yazının yansızlığı işin eşikte belirip kaybolmasına eklenir, buraya isteyen istediği ismi, (kendisinin ya da değil) koyabilir ve dünyanın nümayişi karşısında kendi varlığını unuturcasına ya da bir anlığına bile unutmaksızın temaşaya gömülebilir.
“Başka bir dünya bir anlığına göz kırpar, sonra her şey eski haline geri döner, duvarlar geri çekilir, ipler çözülür, oda oda gibi, sayfa sayfa gibi, dünya olduğu gibi olmayı sürdürür.”[19]
Hakikat ancak böylesi bir yansız özneyle aranabilir zaten: “onların geçtikleri yerlerden geçerek, görmeye çalışarak okumam isteniyordu”. Biçimi değişmiş olabilir ama sanatın ilkesi aynıdır. Odysseus’a eşlik etmekteyizdir, hâlâ. İleri’nin Erkmen’de gördüğü de, kendisini bu metinde var kılarak okuruna önerdiği şey, hakikati aramak ve ulaşmak konusunda önümüzde devasa bir biçimde duran başkası probleminin çözümüdür: Saf zihinsel benin karşısında duran çoğul, yansız, yalın ve başkasıyla birlikte kendisi olabilen bir ben: sanatçı, tasarımcı, yazar.
[1] Benin var oluşu öteki’nden bağımsız değildir, öteki, ben’in ontik varlığına dâhildir; önce anne olarak adeta bir füzyon halinde, sonra babanın adıyla. Önceden kurulu bir halde dünyaya gelen bir ben’in karşısında, varlığı bir aşamada fark edilip içselleştirilmiş ya da ilişkiselliğine yönelinmiş olan değildir öteki, en başından beri ben’in kurucu öğesidir; aynada onun bakışından kendisini görür ve kendisini bir kendilik olarak tanır, içine alır insan yavrusu. Bu anlamda ben başkası vasıtasıyla içselleştirilmiş olandır. Bu hamlenin karşı hamlesi, ayna görüntüsü ise dışsallaştırılan öteki’dir. Özetle, önce benliğin tamamı olarak algılanır dünya, öteki sonradan bu bütünden ayrılarak ben ile kurulan bir ilişkisellikte başkalık olarak tanımlanır, ben de ben olarak başkasından geçerek bana yerleşir. Bu bağlamda, benliğin kurulumu da öznelerarasıdır.
[2] Nurdan Gürbilek’e 2010 yılında “eleştirinin yaratıcı bir alan olduğu” gerekçesiyle verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü anımsayalım. Eleştiri ve okuma genel olarak da belli ki bir yan yol değil artık.
[3] E Evi, s. 127-128.
[4] “Yazmak düşünceyi yapılandırır”, E Evi, s. 279.
[5] A.g.y., s. 33.
[6 ] A.g.y., s. 33.
[7] A.g.y., s. 128.
[8] A.g.y., s. 127.
[9] A.g.y., s. 111.
[10] A.g.y., s. 115.
[11] Cem İleri, E Evi, elyazması.
[12] A.g.y., s. 83.
[13] A.g.y., s. 235.
[14] A.g.y., s. 124.
[15] Madeleine deneyimini anımsayalım.
[16] “Gerçek akdikenler geçmişin akdikenleridir.”: M. Merleau-Ponty, Le visible et L’invisible, (1964) s. 291.
[17] E Evi, s. 315.
[18]A.g.y., s. 315.
[19] A.g.y., s. 124.
[20] A.g.y., s. 209.