Diktatörlük kuramına bir katkı: Ernst Fraenkel ve İkili Devlet

İkili Devlet, Alman hukukçu (ayrıca sosyalist ve Yahudi) Ernst Fraenkel’in 1941’de yayımlanan klasik eseri.[1] Kitabın alt başlığı: Diktatörlük Kuramına Bir Katkı. Fraenkel, Türkçe’ye çevrilmemiş bu önemli kitapta, Üçüncü Reich’ın ilk evresi diyebileceğimiz 1933-38 dönemine odaklanarak Nazi Almanya’sında hukukun nasıl işlediğini içeriden anlatır (bu “içeriden anlatma” meselesine az sonra döneceğiz). Kitabın temel tezi, 1933’ten itibaren Almanya’da devletin ikili bir görünüm arz ettiği, kendini hiçbir biçimde hukukla bağlı saymayan bir “tedbir devleti” (Maßnahmenstaat) ile en azından mevcut kanunlar uyarınca işleri yürütmeye çalışan bir “norm devleti”nin (Normenstaat) çetrefil bir biçimde yan yana ve giderek iç içe var olduğudur.

İçinde bulunduğumuz –önce fiili, sonra resmi ve şimdi de kalıcı– olağanüstü hal, Fraenkel’in Türkiye’de yeniden hatırlanmasına vesile oldu. Mithat Sancar, yaklaşık bir yıl önce verdiği bir mülakatta, 7 Haziran 2015 seçimleri akabinde girdiğimiz şedit süreci “ikili devlet” kavramından hareketle analiz etmeyi öneriyordu.[2] Ayşen Uysal, Fraenkel’in kitabını aklına düşüren şeyin akademideki manzara olduğunu yazdı: “Öyle ki, bir yanda sivil ölüme mahkûm edilmiş binler, diğer tarafta idari görevlerine, derslerine, konferanslarına, ‘kongre turizmlerine’ hiçbir şey olmamış gibi devam eden ‘şimdilik’ on binler.”[3] Hatta unutulmuş bir klasik için fazlasıyla istisnai sayabileceğimiz “kurumsal” bir çıkışa da konu oldu kitap: CHP Konak İlçe Başkanlığı 20 Temmuz 2017’de yaptığı “İki Devlet Bir İktidar” başlıklı basın açıklamasında Fraenkel’i ismen zikrederek, OHAL KHK’larıyla yaratılan rejimi Nazi Almanya’sının ikili devletine benzetti.[4] Türkiye’nin mevcut koşullarında Fraenkel’in epizodik bir tarzda yeniden hatırlanması şaşırtıcı değil haliyle. Şaşırtıcı olan aslında yeterince hatırlanmaması, daha doğrusu yeterince etüd edilmemesi. Bu yazı, söz konusu boşluğun giderilmesi yönünde küçük bir ilk adım atmayı amaçlıyor.

KİTABIN HİKÂYESİ

Bir biyografi notuyla başlayalım.[5] Fraenkel 1898 doğumlu. Ticaretle uğraşan Aydınlanmacı bir Yahudi aileden geldiğini, 1916’da orduya gönüllü yazılarak I. Dünya Savaşı’na katıldığını biliyoruz. Yıllar sonra yaşlı bir adam olarak yazdıklarına bakacak olursak, pek çok Yahudi gibi Fraenkel’in de savaş zamanındaki yurtseverlik dalgasında antisemitizme karşı bir imkân gördüğünü, daha doğrusu bunu temenni ettiğini söyleyebiliriz: “Yahudi bilinci namına her ne taşıyor idiysem, savaşın başlamasıyla birlikte geriye itilmişti. Savaşın antisemitizme son verebileceğine derinden inanmıştım.”[6] Fraenkel savaştan sonra hukuk tahsili yapar. Weimar Anayasası’nın mimarı Hugo Sinzheimer’dan ve onun “toplumsal hukuk” anlayışından feyz alarak Die Tat, Vorwärts ve Jungsozialistische Blätter gibi sol/sosyalist dergilerde yazar. Kimisi epey hacimli olan bu erken yazıların ortak paydası, pozitivist hukuk öğretisine karşı hukuku bir toplumsal pratik olarak inceleme gayretidir. Mesleki bakımdan özellikle çalışma hukuku, emek ilişkileri ve işçi haklarına yoğunlaşan Fraenkel, 1926’da Alman Metal İşçileri Sendikası’nın avukatlığını üstlenir. Bir sonraki yıl Berlin’de (yine kendisi gibi sosyalist ve Yahudi olan) Franz Neumann’la ortak bir hukuk bürosu açarlar. Nazi iktidarının ilk aylarına kadar süren bu ortaklık, 1933’te sendikaların kapatılması, Metal İşçileri Sendikası’nın Berlin’deki genel merkezinin SA tarafından talan edilmesi ve nihayet Yahudi hukukçuların Alman mahkemelerinde avukatlık yapmalarının resmen yasaklanmasıyla sona erer. Neumann Almanya’dan ayrılıp İngiltere’ye giderken, Fraenkel Berlin’de kalmayı tercih edecektir.

Mühim bir detay: Bu “kalma” tercihi, I. Dünya Savaşı sırasında cephede savaşmış Yahudilerin –süresi belirsiz bir imtiyaz olarak– avukatlık yasağından muaf tutulmaları sayesinde mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla Fraenkel, ikili devlet olarak kavramsallaştıracağı gerçekliğin izdüşümüyle ilkin kendi yaşantısında karşılaşır. Bir yandan, Yahudi ve sosyalist olarak “tedbir devleti”nin hedef tahtasında, olası her türden aşağılama ve şiddetin temas mesafesindedir. Öte yandan, savaşta hizmet etmiş bir Alman olarak devletin resmen tanıdığı bir avukat, “norm devleti”nin işleyişinde savunma makamında bulunmaya –şimdilik– yetkili bir hukukçudur. İkili devlet fikrinin bu çetrefil deneyimi kavramsallaştırma ve böylece onunla baş edebilme çabasından doğduğunu bilhassa belirtir Fraenkel:

Bu kitap içsel sürgünün [innere Emigration] sonucudur. Kitabın Almanca basımına da zemin teşkil eden ilk versiyonu bir hukuksuzluk ve terör ortamında yazılmıştır. Nasyonal sosyalist Berlin’de topladığım kaynaklara ve günbegün maruz kaldığım izlenimlere dayanır. Söz konusu deneyimlerle baş edebilmek için onları kuramsal olarak anlama ihtiyacından doğmuştur.[7]

Üçüncü Reich’ın “dilini” içeriden dinleyen ve duyduklarını kaydetme uğraşını giderek tekinsizleşen hayatının “denge çubuğu” haline getiren Victor Klemperer gibi,[8] Fraenkel de Üçüncü Reich’ın hukukunu içeriden gözlemeye, mahkemelerdeki deneyim ve izlenimlerini kaydetmeye, hukukun metamorfozunu tahlil etmeye uğraşır.

İkili devlet dediği şeyin karakteristik görünümleri, Fraenkel’e göre, aslında herkes için aşikârdır:

Hitler diktatörlüğündeki idari ve hukuki uygulamaların realitesine gözlerini kapamamış olan herkes, devlet ve partinin bir yandan yaşamın tüm alanlarında yasal düzeni geçersizleştirirken, diğer yandan da aynı yasal düzenlemeleri farklı addedilen durumlarda bürokratik bir kesinlikle uygulayışındaki arsız sinizmden etkilenmiş olmalıdır.[9]

Robert Paxton Faşizmin Anatomisi’nde “yasal titizlik ve bariz hukuksuzluğun Nazi rejiminde insanı her daim afallatan biraradalığı” diye anıyor bu durumu.[10] Fraenkel’in yapmaya giriştiği şey, aslına bakacak olursak, yasal titizlik ve bariz hukuksuzluğun bu afallatıcı iç içeliğini –sinizmi elbet içeren, ama ondan ibaret olmayan– kuşatıcı bir kurumsal gerçeklik olarak tahlil etme çabasıdır:

Avukatlık yaparken Hitler rejiminin işleyişi hakkında kazandığım içgörülere dayanarak, kendi yasalarına genellikle saygı gösteren bir ‘norm devleti’ ile aynı yasaları ihlal eden bir ‘tedbir devleti’nin ikili veya eşzamanlı mevcudiyetinde nasyonal sosyalist yönetim sistemini anlamaya yarayacak bir anahtar bulduğumu düşünüyordum.[11]

Ne var ki bu yalın fikri bir araştırmaya dönüştürmek hiç kolay olmayacaktır. Fraenkel birbiriyle iç içe geçen yöntem ve güvenlik sorunlarıyla baş etmek zorunda kalır. Empirik araştırma yöntemlerinin işe koşulacağı bir saha çalışması yapma şansı yoktur, zira bu türden bir girişimi Gestapo’dan saklı tutmak mümkün değildir. Fraenkel çalışmayı esas olarak kendi yürüttüğü davalar üzerinden şekillendirmeyi de uygun bulmaz. Böylesi bir yöntem araştırma sonuçlarının geçerliliği için olsa olsa zayıf bir empirik zemin teşkil edecek, üstelik daha önemlisi kendi müvekkilleri için ciddi risklere yol açabilecektir.[12] Sonuç olarak, araştırmayı erişebildiği mahkeme kararları ile önde gelen Nazi hukukçuları tarafından kaleme alınan mütalaalar üzerinden yürütmeye karar verir. Fakat bu bile riskten bütünüyle azade bir yol değildir. Bizzat böyle bir araştırma yapıyor olmak “yüksek ihanet”le suçlanma tehlikesi taşıdığından, Fraenkel gizlice çalışmak zorundadır. Yüksek Eyalet Mahkemesi arşivlerinde ve Berlin Devlet Kütüphanesi’nde araştırma yaparken ihtiyaç duyduğu kaynak ve belgeleri toplu halde almak yerine, dikkat çekmemek ve şüphe uyandırmamak için konuyla ilgisiz çeşit çeşit başka kaynakla beraber istemek gibi önlemler geliştirir. İkili Devlet’in ilk taslağı, bugün Urdoppelstaat adıyla bilinen el yazması, 1938 sonbaharına kadar bu koşullarda sürdürülen zorlu bir çalışmanın ürünüdür.

Fraenkel, adının Gestapo listelerinde geçmeye başladığı yönündeki duyumlar üstüne, 20 Eylül 1938’de (“Kristal Gece”den topu topu birkaç hafta önce) eşiyle beraber Almanya’dan ayrılır ve önce İngiltere’ye, kısa bir süre sonra da 13 yıl kalacağı ABD’ye geçer. El yazmasını riske atmak istemediğinden yanına almamıştır. Bu yüzden Urdoppelstaat’ın Almanya’dan çıkışı başka bir yolla gerçekleşecek, Nazi karşıtı direnişe sempati duyan bir Fransız diplomat kitabın bu ilk taslağını gizlice Paris’e götürerek oradan Fraenkel’e ulaştıracaktır. Fraenkel ABD’de kitap üzerinde çalışmayı sürdürür ve el yazmasını özellikle Anglofon okur dünyasını gözeterek revize eder. Metnin son hali Edward Shils[13] tarafından İngilizce’ye çevrilir ve 1941’de The Dual State başlığıyla yayımlanır.[14]

Kitabın Amerikan akademisinde epey ses getirdiğini, 1941-42 yıllarında belli başlı siyaset bilimi ve hukuk dergilerinde çok sayıda inceleme/eleştiri yazısına konu olduğunu biliyoruz. Yazarları arasında George H. Sabine ve Eric Voegelin gibi isimlerin de bulunduğu bu yazılar büyük ölçüde olumlu, hatta zaman zaman methiye mahiyetindedir.[15] Önemli bir istisna, kendisi de émigré olarak Amerika’da bulunan Otto Kirchheimer’ın yazısı.[16] Kirchheimer yeni bir gerçekliği bizzat bu gerçekliğin artık hükümsüz kıldığı kavram ve kategoriler üzerinden analiz etmekle eleştirir Fraenkel’i. Tekelci kapitalizmin Almanya’da geldiği noktada “ekonomik ve toplumsal ilişkileri stabilize etme” işlevi, Fraenkel’in ileri sürdüğü gibi gerçekten “norm devleti” tarafından mı yerine getirilmektedir, yoksa norm devletinin işlemleri (yargı kararları) “aslında başka yerlerde ve başka silahlarla karara bağlanan ekonomik kavgaların ehemmiyetsiz aşamaları”ndan mı ibarettir? Şayet yargı kararlarının etkililiği genel olarak diğer güçlerin eylemlerini frenleme kapasitesine bağlıysa, “diğer devlet organlarının herhangi bir engelle karşılaşmaksızın yasaları istediği gibi değiştirebildiği” koşullarda yargının esas işlevi de işlerin yasal kılıfa uydurulması haline gelmiş değil midir? Kirchheimer’a göre Fraenkel’in ikili devlet kavramı, son tahlilde, “el üstünde tutulan fakat artık eskimiş olan öğretilerin, radikal biçimde değişmiş bir gerçekliğe uygulanması” çabasıdır. Bu tonda olmasa bile benzer bir eleştiriyi Franz Neumann’ın etkili eseri Behemoth’da da buluruz. Neumann eski dostu Fraenkel’in kitabını birçok açıdan değerli bulduğunu, ama ikili devlet fikrine katılmadığını söyler; zira Almanya’da “öngörülebilir mahiyette binlerce teknik kural olsa da hukuk yoktur” ve hatta Nazi Almanya’sı aslında bir devlet dahi değildir.[17]

Başta gördüğü yoğun ilgiye karşın İkili Devlet bir nasyonal sosyalizm analizi olarak Behemoth’un, bir diktatörlük analizi olarak da savaş sonrası döneme damga vuran totalitarizm araştırmaları paradigmasının gölgesinde kalır. Bunda elbette kitaptaki analizin 1933-38 dönemiyle sınırlı olmasının önemli bir payı var. Nazizmi en büyük suçlarının, yani 1938’den sonra olanların, savaşın, soykırımın, “nihai çözüm”ün aynasında anlama çabası elbette zaruridir, ama aynı zamanda ayartıcıdır da – neticenin bilgisine sahip olmanın ayartıcılığı, sürecin her merhalesine bu neticenin perspektifinden bakmanın ayartıcılığı, ayrıca (Hannah Arendt’i hatırlayalım) işlenen suçların emsalsizliği karşısında yeni kavramlarla düşünme sorumluluğunun ve hatta düşünmeye ancak böyle devam edebileceğimiz varsayımının ayartıcılığı… Halbuki İkili Devlet’in bugün için değeri nispeten erken bir zamanda ve tam da neticenin bilgisinden azade bir biçimde yazılabilmiş olmasında saklı (bunu az sonra açmaya çalışacağım). Velhasıl İkili Devlet Nazi diktatörlüğünün erken dönemine tahsis edilmiş bir çalışma olarak savaş sonrasında unutulmaya yüz tutar ve ancak uzmanların ilgi gösterdiği bir dönem klasiği haline gelir. Kitabın Almanca basımı (Der Doppelstaat) ancak 33 yıl sonra, 1974’te yapılabilecektir. Fraenkel bu ziyadesiyle geç kalmış Almanca basım için yazdığı önsözde “kitabı yazarken Almanca yayımlanabileceğini hiç düşünmemiştim,” diye açıklar durumu, “sanırım bu nedenle Almanca metnin son halini değil, benim için duygusal değeri olan ilk taslağı sakladım sadece.”[18] El yazmasının İngilizce’ye çevrilen son versiyonu kaybolduğundan, kitabın Almanya’da yayımlanması ancak İngilizce’den Almanca’ya geri çevrilmesi sayesinde mümkün olabilmiştir.

TEDBİR DEVLETİ VE NORM DEVLETİ

Daha fazla gecikmeden kitabın içeriğine ve argümanlarına gelecek olursak... İkili Devlet her biri ayrı sorun öbeğine odaklanan üç ana kısımdan oluşur. İlk kısmın konusu Üçüncü Reich’ın –ki “yeni Almanya” da denebilir pekâlâ– siyasi hukuk sistemidir. Fraenkel kitabın bu en tafsilatlı (ve en önemli) bölümünde yeni rejimin anayasal gerçekliğini, bünyevi hususiyetlerini ve kurumsal mahiyetini “tedbir devleti” ve “norm devleti” ayrımı üzerinden tahlil eder. İkinci kısım, nasyonal sosyalizmin hukuk teorisine ayrılmıştır. Doğal hukuk düşüncesinin (bilhassa onun rasyonalist damarının) Almanya’daki soykütüğünü, Nazilerin bu geleneğe karşı taarruzunu ve onun yerine ikâme ettikleri “milli cemaatin somut düzeni” fikrini mercek altına alır. Nihayet üçüncü kısım, yeni rejimin toplumsal ve iktisadi temellerine bakmak suretiyle ikili devlet oluşumunun sermaye birikim süreci ve kapitalizmin Almanya’daki tarihsel momentiyle bağlantısını irdeler.

Kitabın ana tezine dair kolaycı sayabileceğimiz bir yanlış anlama, ikili devlet fikrinin kabaca Nazi Almanya’sındaki parti/devlet ikiliğine işaret ettiği görüşüdür.[19] Hâlbuki Fraenkel metnin daha giriş bölümünde böyle bir yorumun isabetsizliği konusunda uyarır okuyucuyu: “Şunun açıkça anlaşılması gerek ki ikili devlet derken kastettiğimiz şey, devlet bürokrasisi ile parti bürokrasisinin birlikte varoluşu değildir” (s. xv). Fraenkel’e göre parti/devlet ikiliği esasen görüntü icabı muhafaza edilen, kuşkusuz Naziler açısından manipülatif kullanım değeri de olan, fakat son tahlilde nispeten daha yüzeysel bir fenomendir. Parti zaten hızla devlete nüfuz etmiş veya onu büyük ölçüde soğurmuştur. Hatta parti/devlet ayrımına odaklanmanın, tedbir devleti ve norm devleti arasındaki asli ayrımı gözden kaçırma riski taşıdığını özellikle vurgular Fraenkel. Peki, o halde nedir “tedbir devleti” ve “norm devleti”? Onlar arasında nasıl bir ayrım ve daha önemlisi nasıl bir rabıta vardır? Fraenkel’in ikili devlet savından tam olarak ne anlamamız gerekir?

Bazı kritik noktaların altını hızla çizebiliriz.

(1) Tedbir devleti ve norm devleti birbirinden net sınırlarla ayrılmış kurumsal yapılara değil, kurumların işleyişindeki ve resmî mercilerin yapıp etmelerindeki farklı hareket tarzlarına tekabül ederler. Başka bir deyişle, onlar sözgelimi “parti” ve “yargı” gibi sabit kurumsal tezahürleri olan organlardan ziyade, rejimin iki ayrı operasyonel kipi, iki ayrı işleyiş yordamıdır. Tedbir devleti hukukî öngörülebilirliğin temelini oluşturan genel normlara tâbi olmaksızın “siyasi karar” ve “durumun icapları” uyarınca hareket ederken, norm devleti yürürlükteki kanunlar ve mahkemelerin tesis ettiği hükümler uyarınca işler.

(2) İkili devletin tabiri caizse bir “anayasası” veya kurucu belgesi vardır: 28 Şubat 1933 tarihli olağanüstü hal kararnamesi. Weimar Anayasası’nın 48. maddesine istinaden ilan edilen bu kararnameyle temel hak ve özgürlüklerin dokunulmazlığı prensipte “geçici olarak” ama herhangi bir süre tahdidi olmaksızın askıya alınmış, Hitler’in şansölye olarak başında bulunduğu hükümete kamu düzenini sağlamak için her türlü tedbiri alma yetkisi verilmiştir. Bunun anlamı siyasal karar ve edimlerin hukuk denetiminden azade kılınması, yani “siyasal”ın topyekûn hukuk dışına taşınmasıdır. Gestapo’nun “hukuk danışmanı” Dr. Werner Best, Fraenkel’in aktardığı şu pasajda durumu sarih bir tarzda özetler:

“Devlet için tehdit oluşturan bütün hareketlerle mücadele etme görevi, yasaya aykırı olmamak kaydıyla tüm gerekli araçları kullanma gücünü de içerir. Fakat böylesi bir yasaya aykırılık zaten artık olası değildir, çünkü 28 Şubat 1933 Kararnamesi’yle tüm sınırlar kaldırılmıştır.” (s. 25)

Bu durumun kalıcılaştırılması, tedbir devletinin esasını teşkil eder.

(3) Tedbir devletinin yetki sahası “siyasal olan” ile sınırlıdır, fakat siyasalın nerede başlayıp nerede bittiğine yine tedbir devleti karar verir. Hangi durum ve meselelerin kamu düzenini, milli güvenliği ve devletin bekasını ilgilendirdiğini, bu nedenle genel hukuk normları uyarınca değil tedbir devleti tarafından ele alınacağını –elbette yine mevcut koşullara ve durumun icaplarına göre– takdir etmek bizzat tedbir devletinin işidir. Dolayısıyla tedbir devleti prensip olarak sınırsızdır, zira neyi yapıp yapamayacağı konusunda herhangi bir yasal norma tâbi değildir. Bu resmi sınırsızlığına karşın, fiilen, kapsamını kendi belirlediği ve duruma göre istediği gibi daraltıp genişletebildiği belli sınırlar dâhilinde hareket eder.

(4) An itibariyle siyasal addedilmeyen ve tedbir devletinin müdahale sahasında olmayan konularda ise hukuk normları –haliyle kırılgan bir tarzda– geçerliliklerini sürdürürler. Norm devletinin işi, dolaysız siyasi tasarruftan şimdilik masun yaşam alanlarında yasaların uygulanmasıdır. Şöyle de diyebiliriz: Norm devleti, tedbir devletinin dokunmadığı konu ve alanları düzenlemek, nisbi bir normalliği sürdürmek için vardır. O halde ikili devlette siyasal gücün sınırları hukuk normları tarafından değil, hukuk normlarının geçerlilik alanı siyasal mülahazalar tarafından tayin edilir, yani norm devleti ancak tedbir devletinin suskun kaldığı konularda konuşur. “Yargı yetkisi norm devletine, bu yetkinin sınırlarını tayin yetkisi ise tedbir devletine aittir” (s. 57). Bu yüzden norm devleti hiçbir biçimde hukuk devletiyle aynı şey değildir. Bazı bakımlardan, evet, onun bir kalıntısı olarak telakki edilebilir, fakat esas olarak yeni rejimin entegre bir parçasıdır.

HUKUKUN METAMORFOZU VE MAHKEMELERİN ROLÜ

Mahkemeler, kuşkusuz, sadece norm devletinin organları olarak hareket etmemişlerdir. Fraenkel tedbir devletinin konsolide olma sürecinde mahkemelerin oynadığı kritik rolü detaylarıyla tasvir ve tahlil eder. Bu detayların, biz yeni Türkiye sakinleri için bilhassa ibretlik olduğunu hemen belirtelim – uğursuz bir “ufukların kaynaşması” durumu!

Üçüncü Reich mahkemelerinin yaygın olarak itibar ettiği “dolaylı komünizm” doktrinini anabiliriz mesela. İkili devletin “anayasası” olan 28 Şubat 1933 tarihli olağanüstü hal kararnamesi “devlet için tehdit oluşturan komünist şiddet edimleri”ne karşı ilan edilmiş olduğu halde, çeşitli Hıristiyan cemaatler (örneğin Yehova Şahitleri, Katolikler ve partiyle geçimsiz bazı Protestan kiliseler) de tedbir devleti uygulamalarından nasiplerini ziyadesiyle almıştır. Konu yargıya taşınır. Bu Hıristiyan gruplar, haliyle, “komünist” olmadıklarını söylemektedirler. Böylece mahkemeler polise tanınan olağanüstü yetkilerin hangi durumlarda ve kime karşı kullanılabileceği, yani dinî cemaatlerin “komünist tehdit” kapsamında görülüp görülemeyeceği sorunuyla ilgilenmek zorunda kalırlar. Vardıkları sonuç komünizmin komünistlerden ibaret olmadığı, kamu düzeni ve güvenliği açısından şu veya bu şekilde tehdit oluşturabileceği “değerlendirilen” her türlü etkinlik ve organizasyonun “dolaylı olarak” ve “geniş anlamda” komünist bir nitelik taşıdığıdır. Böylece tedbir devletinin yetki sahasının münhasıran kendi takdirinde olduğu mahkemeler tarafından (yeni Türkiye’nin siyasi diliyle söylersek, “hukuk dairesinde”) tespit ve tasdik edilmiş olur.

Bu ve benzeri gelişmeler karşısında, olağanüstü hal yetkilerinin keyfi bir tarzda yorumlanması ihtimali Yüksek Mahkeme’yi hiç meşgul etmemiş değildir. Fraenkel, Yüksek Mahkeme yargıçlarının bu konuda belli ki zaman zaman kaygılandıklarını, mesela 1935’te Gestapo’nun siyasetten masun konularda yetkili olmadığına dikkat çekme ihtiyacı duyduklarını kaydeder. Fakat bunları söylerken Fraenkel’in tonunda ister istemez belli bir istihza da vardır, zira yargıçlar neyin siyaset dışı olabileceğine dair bir örnek aramış ve bula bula trafik kurallarını bulmuşlardır!

Fakat çok geçmeden trafiğe dair düzenlemelerin de siyasal olanla her bakımdan ilgisiz olmadığı görülecektir. 1937’de Prusya İdare Mahkemesi’nin önüne gelen bir dava, altı ay süreyle toplama kampında tutulmuş bir kişinin serbest kaldıktan sonra yaptığı sürücü ehliyeti başvurusuyla ilgilidir. Polis başvuruyu reddetmiş, başvurucu da konuyu mahkemeye taşımıştır. Mahkeme, ehliyet işlemlerinin bugüne kadar siyasi mülahazalar uyarınca yapılmadığını kabul eder. Fakat ardından “Alman milletinin yürüttüğü beka savaşımında artık yaşamın hiçbir veçhesinin gayri siyasi sayılamayacağını,” dolayısıyla “milli cemaatin kendini yaşamın her alanında düşmanlarına karşı koruma hakkı olduğunu” ileri sürerek, şikâyetin haksız olduğuna karar verir (s. 43-44). Mesele sadece siyasal olanın hukukun dışına taşınması değildir; aynı zamanda her şeyin siyasal olabilmesi ve böylece milli cemaatin beka sorununa tahvil edilebilmesidir.

Hukukun metamorfozu açısından en ciddi kırılma noktasını ise, Fraenkel’e göre, usul adaleti veya biçimsel adaletin reddi oluşturur. Nasyonal sosyalist tedbir devleti kendini içeriksel bir adaletin savunucusu, milli cemaatin somut düzeninde temellenen ırkçı bir maddi adalet anlayışının muhafızı olarak takdim etmektedir. Bu bakış açısının mahkemeler tarafından benimsendiğinde nasıl bir sonuca yol açtığını Bavyera Yüksek Eyalet Mahkemesi’nin 1937 tarihli bir kararında görebiliriz mesela:

Yüksek ihanet vakalarında, yasal ilkelere bakılmaksızın, sanığın mutlaka uygun bir cezaya çarptırılması gerekir. Devletin ve milletin korunması, istisnasız bir tarzda uygulandığı takdirde anlamını yitiren biçimsel usul kurallarına uyulmasından çok daha önemlidir. (s. 52, abç.)

Fraenkel mahkemenin böylelikle kendini tedbir devletinin bir enstrümanı haline getirdiğini vurgular. Yargı kararıyla idari emir arasındaki en temel fark, kesinleşmiş bir yargı kararının kalıcılık taşıması, oysa idari emirlerin duruma göre değiştirilebilmesidir. Dolayısıyla usul kurallarını askıya alarak istisnalar yaratan ve durumun siyasi keyfiyetine göre karar veren bir mahkemenin hükümleri, yargı kararı olmaktan ziyade birer “tedbir” mahiyetindedir ve böyle bir mahkeme artık bir yargı organı değil, olsa olsa bir tedbir aygıtıdır.

İKİLİ DEVLETİN DİNAMİK ANALİZİ: TANSİYONDAN ADAPTASYONA

Fraenkel’in yürüttüğü tartışma, zaman zaman okuru zorlayan kavramsal muğlaklıklarla da maluldür. Özellikle norm devletinin mahiyeti ve tedbir devletiyle rabıtası konusunda birbiriyle açıkça çelişen pasajlar buluruz mesela kitapta. Metnin en başında “norm devletini temsil eden geleneksel yargı organları ile diktatörlüğün aygıtları, yani tedbir devletinin amilleri arasında süreğen bir sürtüşme” olduğunu söyler Fraenkel (s. xiii). Hatta ilerleyen sayfalarda norm devleti ve tedbir devletinden “Reich’ın birbirini tamamlayan değil, birbirine rakip kısımları” olarak söz eder (s. 46). Fakat çok geçmeden şöyle bir saptamayla karşılaşırız:

Norm devleti, tedbir devletinin zaruri bir tamamlayıcısıdır ve ancak bu noktadan hareketle anlaşılabilir. Tedbir devleti ve norm devleti birbirlerine bağımlı oldukları ve bir bütün teşkil ettikleri için, norm devletini tek başına ele almaktan kaçınmak gerekir. (s. 71)

Görünürdeki bu bariz çelişki, aslında Fraenkel’in dinamik bir gerçekliği analiz etmesinden, diktatörlüğe geçiş sürecini ve hukukun bu süreçteki metamorfozunu anlama çabasından kaynaklanır. Norm devleti statik bir yapı değildir. Başlangıçta tedbir devletiyle sürtüşmeye giren ve ona ayak sürüyen mahkemeler vardır. Bu, hukuk devletinin kalıntısı olan bir norm devletine işaret eder. Öte yandan süreç ilerledikçe sürtüşmenin azaldığını, norm devletinin tedbir devletine adapte olduğunu ve giderek onun tamamlayıcısı haline geldiğini anlarız. Siyasalın dışındaki bölgede hukukun regülatif veya toplumsal-düzenleyici işlevini yerine getiren, böylece kısmi bir normallik/olağanlık zannı yaratan ve ayrıca (biraz sonra daha yakından bakacağız buna) diktatörlük koşullarında kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt veren bir norm devletidir bu.

Norm devletinin ancak tedbir devletiyle ilişkisi bakımından incelenebilir olduğu savı, tedbir devletinin onu süreç içinde nasıl şekillendirdiği sorusunu, yani adaptasyon mekanizmaları diye anabileceğimiz sorunu bilhassa önemli kılar. Fraenkel’in aktardığı çok sayıdaki vaka, dava ve mahkeme kararına bakarak (ancak Fraenkel’in kendisinin açıkça böyle bir tasnif yapmadığını da not düşerek) kabaca üç farklı adaptasyon mekanizması ayırt etmek mümkün. Bunlardan birincisi, mahkemelerin verdiği hükümlerin tedbir devleti tarafından uygun görülmediği takdirde uygulanmaması ve boşa düşürülmesidir. Norm devletine ihtar niteliğindeki bu türden “düzeltici” müdahaleleler, hizaya sokma mekanizması diyebileceğimiz şeyi oluşturur. Diğer bir mekanizma, biraz önce mahkemelerin rolü konusunda değindiğimiz üzere, bizzat yargı organlarının kendi denetim yetkilerinden adım adım feragat etmeleri ve norm devletinin yetki alanını tedbir devleti lehine daraltarak yorumlamalarıdır. Buna “uyumlanma” veya hizaya girme mekanizması diyelim. Nihayet üçüncü bir mekanizma, norm devletinin kendisi uyarınca hareket ettiği mevzuatın yeni yasalar yoluyla değiştirilmesi, böylece norm devletinin tedbir devletiyle eşgüdümlü hale getirilmesidir; ki buna da yeniden hizalama diyebiliriz (elbette “hiza” metaforunu, nasyonal sosyalizmin belirsizliği/şekilsizliği etkili bir yönetim stratejisi olarak kullandığı gerçeğini göz ardı etmeyecek şekilde anlamak kaydıyla).

Ancak hemen belirtelim ki norm devleti ve tedbir devleti arasındaki ilişkiyi tansiyondan adaptasyona doğru ilerleyen dinamik bir sürecin analizi olarak okuduğumuzda, ister istemez bir başka yorum sorunuyla daha karşılaşırız: Acaba ikili devlet diktatörlüğün konsolide olma sürecinde ortaya çıkan bir geçiş fenomeninden mi ibarettir? Yoksa bizzat diktatörlüğün mahiyetine, ne olduğuna ve nasıl işlediğine dair bir kavram mıdır? Başka bir deyişle, geçici bir “ara rejim” kipi midir, yoksa diktatörlüğün kendisi midir? Jens Meierhenrich, kitabın 2017 basımı için kaleme aldığı uzun ve aydınlatıcı takdim yazısında, Fraenkel’in ikili devleti kalıcı bir yapı olarak görmediğini, esasen bir geçiş fenomeni olarak ele aldığını ileri sürüyor.[20] Mithat Sancar’ın bu yazının başında zikrettiğim mülakatında da benzer bir vurgu var:

Bu iki devlet yan yana, iç içe yürüyor. Nazilerin iktidara yerleşmesi, bu ikili devlet imkânlarını sonuna kadar kullanmalarıyla mümkün olmuştu. Bunun da esas sağlayıcısı Weimar Anayasası’nın iktidara çok geniş yetkiler tanıyan olağanüstü hal rejimiydi. İkili devlet ilelebet sürmüyor. Belli bir noktada bu ikili devlet yapısı tekleşiyor ve bu tekleşme de diktatörlüktür.

Bu elbette mümkün ve makul bir yorum… Ama Fraenkel’in kendisi meseleyi böyle mi görüyordu, emin değilim. Kitabın giriş bölümünden uzunca bir alıntı:

Gerek nasyonal sosyalizme sempati duyanlar gerekse ona karşı olanlar, ikili devlet meselesinin temel veya kalıcı önemde bir mesele olmadığını, yalnızca geçici bir fenomen olduğunu ileri sürebilirler. İkili devletin geçici olduğunu düşünenlere karşı Üçüncü Reich’daki dava kayıtlarına işaret etme ihtiyacı duyuyorum; bu kayıtlar ikili devletin önemsizleşmekten ziyade giderek daha önemli hale geldiğini göstermektedir. Öte yandan norm devletinin halihazırda ortadan kalktığını yahut var olmaya devam ediyorsa bile ancak eski devletin unutulmaya mahkûm bir kalıntısı olduğunu düşünenlere de şunu hatırlatmak isterim: 80 milyonluk bir ulusun belli bir plan dâhilinde denetim altında tutulması ancak devletin vatandaşlarla ve vatandaşların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen belli kurallar olduğu ve bu kurallar uygulandığı takdirde mümkündür.” (s. xiv-xv)

Nitekim Fraenkel, kitabın ilerleyen kısımlarında, norm devletinin toplumsal-düzenleyici işlevini bilhassa kapitalizmle ilişkisi bakımından ele alır. Taradığı mahkeme kararları, kapitalist düzenin işleyişi açısından elzem olan serbest girişim, özel mülkiyetin korunması, sözleşmelerin bağlayıcılığı ve rekabetin düzenlenmesi gibi hususlarda norm devletinin etkin bir biçimde iş başında olduğunu göstermektedir. Bu, hiç kuşkusuz, tedbir devletinin ekonomik ilişkilere müdahil olmadığı anlamına gelmez. Norm devletinin koruması dışında kalan üç grup söz konusudur: (1) Siyasi takibat nedeniyle tedbir devletinin hedefinde olan bireyler, (2) emek hareketinin örgütlü güçleri ve (3) elbette bir bütün olarak Yahudiler. Şayet tedbir devletinin işlevi milli cemaatin dışında tutulan bu grupların mülksüzleştirilmesi, işsizleştirilmesi ve topyekûn haksızlaştırılması ise, norm devletinin işlevi de milli cemaate dâhil olanların olağan hayatlarına devam edebilmelerini sağlamaktır. Tedbir devleti ve norm devleti arasındaki bu “işbölümü,” en azından savaşın başlamasına kadar, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin kapitalist bir çerçevede düzenlenmesi konusunda işlevselliğini muhafaza edebilmiştir. Bu durum, ikili devletin bir geçiş fenomeninden ibaret olmayabileceği anlamına gelir. İkili devlet belli istikrar örüntüleri yaratmaya ehil olan, dolayısıyla kalıcılık potansiyeli taşıyan bir yönetim tarzıdır.

DİKTATÖRLÜK KURAMINA BİR KATKI: FRAENKEL VE SCHMİTT

Üzerinde durmak istediğim son bir nokta var, kitabın kuramsal/analitik merceğine dair bir nokta... Genel olarak faşizm ve totalitarizm hakkında bir dizi mühim tespit ve görü içerir kuşkusuz İkili Devlet. Ama kitabın kuramsal merceği, şayet bunları birer soruşturma paradigması olarak düşünecek olursak, ne tam olarak “faşizm” literatürüne aittir ne de “totalitarizm” literatürüne. Metnin başından sonuna Fraenkel’i meşgul eden esas mesele “diktatörlük”tür, onun mahiyeti veya ne olduğu, Almanya’da nasıl ortaya çıktığı, nasıl yerleştiği ve işlediğidir. Kitabın alt başlığı bunu zaten özellikle dile getiriyor – İkili Devlet: Diktatörlük Kuramına Bir Katkı. Bir tahakküm ideolojisi ve siyaseti olarak nasyonal sosyalizmin tarihsel materyalist sosyolojisinden (misal Franz Neumann’ın Behemoth’u) yahut da totaliter deneyimi mümkün kılan koşulların fenomenolojik analizinden (misal Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri) farklı olarak, aslında daha genel ve daha geleneksel bir soruna, “rejim” sorununa odaklanır Fraenkel.

İkili Devlet, bu açıdan baktığımızda, Carl Schmitt’e ve onun diktatörlük kuramına karşı girişilmiş bir polemiktir aynı zamanda. Hatta bir adım ileri giderek şunu söylemek bile mümkün: Fraenkel’in kuramsal katkısını, kitabı ancak bu perspektiften okuduğumuzda tam olarak takdir edebiliriz. Fraenkel çeşitli vesilelerle ve metnin pek çok yerinde Schmitt’e atıfta bulunuyor; bu pasajların tafsilatlı bir etüdü, pekala ayrı bir yazı konusu dahi olabilir. Fakat polemiğin cereyan ettiği esas mecra, metnin yüzeyinden ziyade alt katmanlarında, Fraenkel’in şu veya bu pasajda ne söylediğinden ziyade diktatörlük fenomenini kavramsallaştırma tarzında saklı. (Bu vesileyle, olası bir yanlış anlamaya da şimdiden dikkat çekmek faydalı olabilir. “Schmitt’e karşı ama Schmitt’le birlikte düşünme” çabası değildir Fraenkel’inki. Schmitt’i kuramcı olarak ciddiye alıp ondan yararlanmak ve/veya onunla hesaplaşmak ile “birlikte düşünmek” arasında bir tutum farkı, hatta diyebiliriz ki bir entelektüel ethos farkı var. Bir tür sol teorisizmin günümüzde Schmitt’e gösterdiği teveccüh ve Schmitt’le birlikte düşünme şevki, daha önemlisi bu şevki besleyen kuramsal vehimler –özellikle de Schmitt’in liberalizm ve hukuk devleti eleştirisinden sol/demokratik bir imkân türetilebileceği vehmi– Fraenkel’in düşüncesine bünyevi olarak aykırı unsurlar. Dolayısıyla vurgulamak gerek: Schmitt’in “sol”dan nasıl okunması gerektiği konusunda son derece ayıktır Fraenkel.)

Schmitt’in 1921 tarihli ünlü kitabı Diktatörlük’te çizdiği kavramsal çerçeveyi kısaca hatırlayalım.[21] (1) Diktatörlük modernliğin siyasi dilinde ve tahayyülünde gereksizce amorflaşmış ve –Schmitt’e göre– haksızca itibarsızlaştırılmış bir mefhum olsa da, her keyfi yönetim bir diktatörlük değildir. Nitekim Roma’daki otantik anlamıyla diktatörlük, olağanüstü bir durum karşısında ve olağan durumun yeniden tesisi amacıyla siyasal gücün sınırlı bir süre boyunca tek elde toplanmasını öngören bir tedbir ve restorasyon mekanizmasına işaret eder. (2) Dolayısıyla diktatörlüğün varlık nedeni, yasanın ilgası değil ihyasıdır. Aynı nedenle, onun kendinden menkul bir meşruiyeti de yoktur. Aksine meşruiyetini yasadan, yani yasanın bizzat kendi askıya alınabilirlik koşullarını düzenlemesinden alır. (3) Schmitt, modern anayasaların “sıkıyönetim” ve “olağanüstü hal” düzenlemelerinde varlığını sürdüren bu müesseseyi, onun yasal yetkiye dayandığını ve özgül bir misyonla bağlı geçici bir statü olduğunu vurgulamak üzere “görevli” veya “vekilî” (kommissarische) diktatörlük olarak tanımlar ve onu “egemen diktatörlük” dediği şeyden ayırt eder. (4) Egemen diktatörlük, anayasal durum içinde ortaya çıkan ve kamu düzenine nezaret edip onarmak üzere olağanüstü yetkilerle donatılmış olan vekilî diktatörlüğün aksine, anayasal durumun ortadan kalktığı koşullarda yeni bir anayasayı inşa eden kurucu gücün diktatörlüğüdür. Amacı, kriz halindeki bir düzeni restore etmek değil, yeni bir düzen kurmaktır ve bu nedenle meşruiyeti hukuki değil siyasidir.

Fraenkel’in İkili Devlet’te yaptığı şey, bir anlamda, bu kavramsal çerçevenin Alman siyasi gerçekliği karşısında test edilmesidir. Şu pasaja bakalım mesela:

“Sıkıyönetime özgü tüm güçlerle donanmış durumdaki nasyonal sosyalistler, kamu düzenini restore etmesi amaçlanan anayasal ve geçici bir diktatörlüğü, anayasaya aykırı ve kalıcı bir diktatörlük haline getirebilmiş ve böylece sınırsız iktidara sahip nasyonal sosyalist devletin iskeletini oluşturabilmişlerdir. Nasyonal sosyalist darbe, 28 Şubat 1933 tarihli Olağanüstü Hal Kararnamesi’nin keyfi bir biçimde uygulanmasının eseri olup, vekilî diktatörlükten mutlak bir diktatörlük yaratmıştır. Bu mutlak diktatörlüğün teşmil ve muhafaza edilmesi tedbir devletinin ana görevidir.” (s. 5, a.b.ç.)

Schmitt’in diktatörlük tipolojisinin hem analitik imkânlarını hem de kavramsal kısıtlılıklarını aynı anda gösteren bir pasaj bu. Nasyonal sosyalist rejim, evet, Schmitt’in kastettiği anlamda bir vekilî diktatörlük olarak başlamış, fakat anayasal durumu fiilen ortadan kaldırarak Fraenkel’in tabiriyle bir “mutlak diktatörlük” haline gelmiştir. Ama bu mutlak diktatörlük, Schmitt’in “egemen diktatörlük” dediği şey de değildir, zira yeni bir anayasa veya yeni bir hukuk durumu tesis etmemiş, aksine hukuk devletini yerle bir etmiştir (bu arada, Weimar Anayasası’nın Nazi iktidarı boyunca resmen yürürlükte kaldığını hatırlatalım). Dolayısıyla Fraenkel’i meşgul eden asıl mesele, Schmitt’in aksine, anayasal düzenin restorasyonu için öngörülen olağanüstü hal uygulamasının anayasayı fiilen ortadan kaldırmak için kullanılması ve bunun yol açtığı rejiminin, yani müstakil bir diktatörlük tipi olarak ikili devletin mahiyetidir.[22]

Fraenkel bu fenomeni layıkıyla tespit ve tahlil edebilmek için Schmitt’in vekilî ve egemen diktatörlük ayrımının ötesine geçerek, bu iki ideal tip arasındaki gri bölgeyi kavramsallaştırmaya yönelir. Daha önemlisi Fraenkel’in bunu yaparken Schmitt’in münhasıran iki diktatörlük tipiyle ilişkilendirdiği “hukuki” ve “siyasi” meşruiyet kategorileriyle hesaplaşmasıdır. Nazilerin iktidara yerleşme sürecini bu kategorileri tersyüz ederek okur Fraenkel. Nazi diktatörlüğünü mümkün kılan mekanizma, bir yandan hukukî meşruiyetin suistimal edilmesi, diğer yandan da siyasi meşruiyetin plebisiter araçlarla imal edilmesidir; daha doğrusu, bu iki sürecin eşzamanlı ve döngüsel bir tarzda işletilmesidir. Hukukî meşruiyetin suistimali, plebisiter rıza üretimini kolaylaştırıp tahkim ederken, plebisiter meşruiyetin tahkimatı da yasal araçların her daim daha arsızca suistimalini mümkün kılar. Diktatörlüğün şer döngüsüdür bu…

Bilmem ayrıca söylemeye gerek var mı ama, Fraenkel’i biz “yeni Türkiye” sakinlerinin çağdaşı ve akranı kılan şey de bizzat bu şer döngüsü değil mi zaten?


[1]     Ernst Fraenkel, The Dual State: A Contribution to the Theory of Dictatorship, çev. E. A. Shils (New York: Oxford University Press, 1941). Kitaptan yapılan alıntıları metnin içinde sayfa numarasıyla belirttim, diğer referanslar içinse dipnot kullandım.

[2]     İrfan Aktan’ın Mithat Sancar’la mülakatı için bkz. Gazete Duvar, 23.06.2017: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/06/23/mithat-sancar-kilicdaroglu-etkisiz-final-yaparsa-sonuclari-agir-olur/

[3]     Ayşen Uysal, “Düşlerinin ve Gerçeğin Peşinden Giden Akademinin Mavi Çiçekleri”, Gazete Duvar, 13.12.2017: https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/12/13/duslerinin-ve-gercegin-pesinden-giden-akademinin-mavi-cicekleri/

[4]     İlgili basın açıklaması için bkz. http://konak.chpizmir.org.tr/Haberler/11/iki-devlet-bir-iktidar-61167.aspx

[5]     Bu notları hazırlarken, esas olarak, kitabın son basımında (Oxford University Press, 2017) yer alan şu iki metinden yararlandım: Ernst Fraenkel, “Preface to the 1974 German Edition”, s. xiii-xxi; Jens Meierhenrich, “An Ethnography of Nazi Law: The Intellectual Foundations of Ernst Fraenkel’s Theory of Dictatorship”, s. xxvii-lxxxi.

[6]     Ernst Fraenkel, “Anstatt einer Vorrede”, Gesammelte Schriften, cilt 1 (Baden-Baden: Nomos, 1999), s. 15’den akt. Meierhenrich, a.g.e., s. xxix.

[7]     Fraenkel, “Preface to the 1974 German Edition”, s. xv.

[8]     Victor Klemperer, LTI: Nasyonal Sosyalizmin Dili, çev. Tanıl Bora (İstanbul: İletişim Yay., 2013), s. 19-20.

[9]     Fraenkel, “Preface to the 1974 German Edition”, s. xv.

[10]    Robert O. Paxton, The Anatomy of Fascism (New York: Alfred A. Knopf, 2004), s. 280, dn. 12 [Faşizmin Anatomisi, çev. Hakan Atay ve Hivren Demir Atay (İstanbul: İletişim Yay. 2014)].

[11]    Fraenkel, “Preface to the 1974 German Edition”, s. xv.

[12]    Dolayısıyla İkili Devlet’te Fraenkel’in kendi girdiği davalara ilişkin herhangi bir bilgi yoktur. Sonraki yıllarda peyderpey ortaya çıkan az sayıdaki malumatın izini sürerek Fraenkel’in avukat olarak yaşadığı tecrübelerin İkili Devlet’in argümanını fiilen nasıl şekillendirdiğini tartışan bir çalışma için bkz. Douglas G. Morris, “The Dual State Reframed: Ernst Fraenkel’s Political Clients and his Theory of the Nazi Legal System”, Leo Baeck Institute Year Book, c. 58 (2013), s. 5-21.

[13]    Geçerken belirtelim, Edward Shils daha sonra Amerikan sosyolojisinin önemli isimlerinden biri olacaktır; Şerif Mardin’in merkez-çevre analizi, Shils’in 1961 tarihli “Center and Periphery” makalesine dayanır.

[14]    Metnin ilk taslağı (Urdoppelstaat) ile 1941’de yayımlanan The Dual State arasındaki farklılıkların ayrıntılı dökümü ve analizi için bkz. Meierhenrich, “An Ethnography of Nazi Law”, s. xli-lx.

[15]    1941-42 yıllarında The Dual State üzerine yazılan 15 inceleme yazısı JSTOR üzerinden erişilebilir durumda. Özellikle bkz. Fritz Morstein Marx, Harvard Law Review, v. 54, no. 7 (1941), s. 1264-1267; George H. Sabine, The American Political Science Review, c. 35, no. 3 (1941), s. 547-548; Eric Voegelin, The Journal of Politics, v. 4, no. 2 (1942), s. 269-272; Heinz Guradze, Washington University Law Review, c. 27, no. 4 (1942), s. 603-607.

[16]    Otto Kirchheimer, Political Science Quarterly, c. 56, no. 3 (1941), s. 434-436.

[17]    Franz Neumann, Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism 1933-1944 (Chicago: Ivan R. Dee, 2009 [1944]), s. 467-468, ayrıca bkz. s. 516, dn. 63.

[18]    Fraenkel, “Preface to the 1974 German Edition”, s. xiii.

[19]    Bu yaygın yanlış okumanın nispeten erken bir örneğini Hannah Arendt’de görürüz: The Origins of Totalitarianism, 3. basım (New York: Harcourt, 1968 [1951]), s. 395, dn. 17 [Totalitarizmin Kaynakları 3: Totalitarizm, çev. İsmail Serin (İstanbul: İletişim Yay., 2014)]. Daha yakın tarihli bir örnek için bkz. Paxton, The Anatomy of Fascism, s. 121.

[20]    Meierhenrich, “An Ethnography of Nazi Law”, s. lxii, lxxi.

[21]    Carl Schmitt, Dictatorship, çev. M. Hoelzl ve G. Ward (Cambridge: Polity Press, 2014 [1921, 1928]).

[22]    Schmitt ve Fraenkel’i diktatörlük kuramına katkıları bakımından karşılaştıran daha tafsilatlı bir tartışma için bkz. Andrew Arato, “Good-bye to Dictatorships?”, Social Research, c. 67, no. 4 (2000), s. 925-955.