Televizyonda Eşofmanlı Şevket Hoca adlı tiplemeyi belki izlemişsinizdir. Birkaç izleyicisinin tuhaf sorularına yönelik bazı cevaplar vermeye çalışır. Sunuşunun bir yerinde, masasındaki türlü nesneleri göstererek o gün anlattıklarını zaten önceden defalarca tekrarladığını dile getirir. Onun yaptığı gibi, salgınların, olağanüstü viral koşulların eli kulağında veya yaşanmakta olduğunu, bilimkurgu filmler, düzenli izleyicisi olduğumuz bazı Netflix dizileri, süpermarketlerde kitap raflarındaki komplo teoricileri ve onlardan düzenli alıntılar yapan etrafımızdaki bazı arkadaşlarımız bu durumun hiç de şaşırtıcı olmadığını bize on yıllardır söylüyorlardı. Edward Hopper’ın geçen yüzyıl başında çizmeye başladığı resimlere bakarsak, zaten bu günlerde alışmaya çalıştığımız fiziksel mesafe içinde günümüzü geçiriyoruz. Tarih kitapları da salgın hastalıkların zamanında yarattığı dönüşümler ve hatta devrimler hakkında çokça tanıklığa sahiptir.
Ama bu zamanda türlü biçimlerde ifadesine kavuşan kehanetler veya tanıklıkların aktardığı bilgiler ve kendi tecrübelerimiz arasındaki uçurum bir kez daha kendisini duyurur. Sadece bilmenin yetmediği, yaklaşmakta olduğunu bildiğimiz muhtemel büyük deprem için de geçerli. Pek kimsenin bu bilgiye göre yaşamadığını tahmin etmek zor değil. Üstelik kimsenin kendi çözümlerini üretmekle sorumlu olmadığı, devlet adlı neye yaradığı giderek daha da tartışmalı olmaya başlayan bir tertibatın bu bilgiye göre tedbirler alması gerektiği de söylenebilir. Ama gece yarısına doğru düzenli olarak kaç hasta ve ölü olduğunu bildirmeyi bir alışkanlık haline getiren Sağlık Bakanı’nın da dile getirdiği gibi, herkes kendi olağanüstü hal koşullarını yaratmak durumunda gibi. Bu zamana kadar yaşam alanlarındaki asayiş için kendi güvenlik görevlilerini istihdam eden, özel okullara çocuklarını göndererek eğitim konusunda sorumluluk alan veya sıhhatleri bozulduğunda özel hastanelere yönelen yurttaşlar, bildikleri, izledikleri ama şuuruna varamadıkları bu salgın günlerinde de çaresiz kendi çözümlerini üretmek durumunda kalıyorlar. Ama münferit inisiyatiflerin yarattığı boşluk içerisinde, keyfi ve aşırı davranışlar gösterenlerin çözümleri bir başkasının çözümsüzlüğü olabilir. Bütün bebek bezi stoklarını veya patatesleri tüketen birisinin girişimi bir başkasının umutsuzluğuna dönüşebilir. Viral durumun yeniden hatırlattığı ve herkesin her şeyle olan bağı gibi bir tecrübe serbest piyasayı eşyanın doğası zanneden bireylerde karşılığını bulmuyor, üretken bir dayanışmaya pek tercüme edilemiyor gibi.
Parazit adlı Güney Kore yapımı filmin de bize açıklıkla anlattığı gibi, üst kültürel yapılar içinde bu bağlılık, bağımlılık gizlenmiş gibi görünse de, herkesin başkalarıyla ilişkili olması muhtemel dertlerin ve devaların da kaynağıdır. Bağlı oldukları için birbirlerine hastalık bulaştırabilirler ama aynı şekilde birbirlerine ihtimam gösterip, yaralarına merhem de olabilirler. Her ne kadar filmde herkes birbirine kötü gelse de, ilişkinin moderatörü üçüncüleri barındıran sistemin bu eşitsiz ve karşılıklı bağları gizlemesi, karşılaşan her sınıftan insanın birbirini daha da bedbaht kılmasıyla sonuçlanır. Kısaca kapitalizm, düzen veya sistem gibi adlar alabilen türlü aksiyomlar topluluğu, herkesin kendisine yettiği veya yetmesi gerektiği gibi bir bilgi üzerine yerleşir. Bu durumda bizim gibi olmayanla ilişki kurmak ve başkasının sahip olduğundan hak talep etmek doğal olmayan ilişkilenme biçimleri olur.
Foto: Hüseyin Türk
Bu filmde olduğu gibi, başkasının her zaman yanı başımızda olduğunu kararlı bir şekilde söyleyen çok sayıda şahsiyeti uzak ve yakın zamanlardan bulup, onların bu kötücül bulaşmaların, salgınların veya tam tersine karşılıklı özenin veya dayanışmanın şekil aldığı bağları nasıl tarif ettikleri, geleceğe dönük ne tür kehanetler telaffuz ettikleri üzerine düşünebiliriz. Onlar, farklı mekân ve zamanlarda yaşayan tüm varlıkların, Žižek’in biraz da naifçe söylediği gibi, “aynı gemide” olduklarını hatırlatan kişilerdir. Bu bağlılık zemini, viral yapıların hem yayıldığı hem de türlü dirençlerle karşılaştığı yüzeydir.
ROMANTİKLERİN KEHANETLERİ
İlk kez Alman romantikleri, herkesin birbiriyle görünmez ve derin ağlar üzerinden bağlı olduğunu dillendirmiş olabilirler. Onlar veya başka milletlerden diğer romantikler, kendi kavimlerini, coğrafyalarını, hazır simgesel dünyalarını, dillerini veya zihinlerini sürekli terk etmeye yönelik itkileri sebebiyle, daha uzakta ve geçmiştekilerle beraber hemen yakınlarındaki başka dünyaları ve varlıkları da anlatmaya çalışırlar. Bu derin başkalık, virüsten dolayı olmasa da, bilmedikleri, bağışık olmadıkları nedenlerle erkenden ölümlerine ya da zihinsel olarak geri çekilmelerine sebep olur. Başkası, sadece bedenimdeki bağışıklığın değil, zihnimdeki duvarların da dirençlerine yabancıdır. Ondan kaynaklanan bir parçanın bedenimden veya kafamdan içeri girmesi, tahammül edilemez bir deneyime dönüşebilir. Alman olsun olmasın, romantik edebiyat ve düşünce, her eserde yabancı varlıkları öncelikle duymaya ve sonrasında onlar hakkında düşünmeye ve dilimizde, simgelerimiz arasında yeri olmayan bu başkalığı anlatmaya çalışırlar. Üstelik varlıkların birbirinden mesafe ve zihin olarak çok uzak oldukları için daha ölümcül oldukları bir zamanda bunları tarif ederler. Sadece o değil, biz de ona yabancıyızdır. Örneğin Amerika’nın işgal zamanlarında İspanyol’lar, Aztek ve İnka toplulukları arasına girdiklerinde kısa zamanda birçoğunun ölümüne sebep olurlar. Hafif ateşle birkaç günde yendikleri bir hastalık diğerinin ölümüne sebep olur.
Ama uzaklığın değil de yakınlığın bağışıklık sorunlarına sebep olduğu küresel dünya koşullarında bedenler ve zihinler birbirine daha çok benzemeye başlarlar. Ama bu durumda bir yerlerde ortaya çıkan yeni mikroplar karşısında herkesin bağışıklığı topluca işler olmaktan çıkar. Bedenlere ya da zihinlere yabancı viral nesne ortaya çıktığında tüm yeryüzü sakinlerini etkiler. Gezegen bütün olarak ortak bir gen havuzuna dönüşmüş gibidir. Bu koşullarda herkesin herkesle bağını telaffuz eden romantik tahayyülün daha anlaşılır olması beklenir. Ama alışverişini marketlerden sessizce yapan, işyerine gidip bilgisayarı başına oturan ve arabayla otoyollar üzerinden yer değiştiren kentliler için bu bağımlılık gözden kaybolmuş olabilir. Psikanaliz de zaten kendine yeterlik gibi tasavvurların bir fantezi olduğunu işaret ediyor.
Salgın, öncelikle bu kökensel bağlılığa ait temel bilgiyi yüzeye çıkarır. Başkasıyla kader bağı içerisinde ne yapacağımız ilkel varoluş bilgimiz, kaygımız gibi belirir. Žižek ve Harari’nin yakın zamanlı müşterek vurgularında olduğu gibi, bu küresel krizden, kendini yalıtmanın ve bununla uyumlu bir güvenlik devletinin mi, yoksa diğer canlılarla daha dengeli ilişki biçimlerinin mi çıkacağı da sınanacak gibi görünüyor. Üçüncü bir seçenek olarak, yaz aylarında iskelelerden bu ilksel tecrübeyi tekrar unutarak serin sulara atlamak da mümkün. Ama devrimci dönüşümlerin her zaman için bilinçli hegemonyayı, iradi bir teşkilatlanmayı gereksindiği düşünüldüğünde, bu üç olasılıktan daha barbarca ve daha unutkanca olan ilk ikisinin gerçekleşme ihtimali şimdilik daha yüksek gibi görünüyor. Viral durumun eşitlediği, aynı kaygılarda buluşturduğu yeryüzü sakinleri için uygun bir devrimci moment ortaya çıksa da, bir araya gelmeye ve yan yana durmaya bağışık fertler için bunun nasıl bir düzlemde gerçekleşeceği büyük bir soru işaretine dönüşmüş durumda. Yakın zamanda yeryüzü genelinde organik bir aydına dönüşen Žižek, bu iradenin öznesini belirsiz bırakır. Kendi haline terk edilmiş fertler veya topluluklarda alışkanlıkların yeniden egemen olacağını bilse de. Ama viral koşullardan çıkacak yeryüzü çok farklı bir bağlam yaratacak gibi görünüyor.
Viral koşullar, her ne kadar bazı alışkanlıkları kırmanın zorunlu olduğunu kanıtlasa da, evde kapalı kalmayı halimizle ilgili bir tefekkür olmaktan uzaklaştıracak ev içi eğlence sistemleri kısa zamanda ortaya çıktı. İnsanların alışkın oldukları hareketliliği ikame etmeye dönük tedbirler erkenden alındı. Açık müzeler, kütüphaneler, internetten alışveriş seçenekleri, Netflix dizileri veya internette bilmediğimiz alanlara yönelik arkeoloji önerileri, evde kalmayı sıkıntı ve endişe verici bir zaman parçası olmaktan çıkarmaya odaklanıyor. Žižek ve Harari belirsiz bıraksalar da, dönüştüren iradi eylemlerin, biraz da canı sıkılanların, kapalı kaldıkları yerleri aralamak isteyen, endişesine çare arayanların büyük eylemleri olduklarını hatırlatmak gerekli olabilir.
Kapalı yerlerde kimsenin canı sıkılmasın diye ortaya çıkan türlü meşguliyetler içerisinde evde kalmanın poetikası çok geçmeden kabul görmeye başlayabilir. Böyle bir yatkınlıkla home office olağan bir çalışma modeline dönüşebilir. Bu durum, Pazar sabahları bile kahvaltısını evde yapmayan orta sınıfın yeni konfor alanı olabilir. Rahatına düşkün bu sınıf için kapalı kalmak bile şenliğe dönüşebilir. Çünkü herhangi bir sistemin talepleriyle uyumlu şekilde ergonomi kazanabilirler. Genelde bu kalabalığın durumlarını mizah konusu edinen Umut Sarıkaya karikatürlerinde olduğu gibi, Azrail’in öldüremediği tek insan sınıfı olarak, tüm felaket senaryoları içerisinde gerekli uyumu gösterebilirler.
Birkaç ay sonra, orta sınıftan birisinin her istediğinde dışarı çıkması, turistik seyahatleri için yeniden zemin açılsa da, her yerin artık birbirine benzemeye başladığı bir dünyada turizm biraz da alışkanlıkla yürütülen bir etkinlik gibi görünür. Turizm eskisi kadar büyüleyici tecrübeler sunmadığı gibi, ekonomik sistem de fiziksel bağlantıları daha gereksiz kılmaya başlamış görünmektedir. Örneğin 1980’li yıllarda Almanya’da çalışanların evlerine getirdikleri bavullar bizimkine benzemeyen bir dünyanın eşyalarıyla dolu olurdu. Ama şimdi Almanya’da doldurulan bir bavulda aşina olmadığımız bir şeye rastlama ihtimalimiz neredeyse yok olmuş durumdadır. Seyahatler daha az, ülke duvarları daha yüksek, insanlar daha sükûnet içinde olduğunda her yer kendi romantizminin ifadesi egzotizmi üretmeye imkân bulur.
Telekonferans ve uzaktan toplu çalışma araçları ofis ortamını gereksiz kılmaya başlar. İşleri evde kalarak yapmanın, Franco Berardi gibi söylersek, “sermayenin aksiyomatiği” üzerinde çalışan sistemin yeni yönelimi olduğu da artık anlaşıldı. “4. Sanayi Devrimi” denilen modelin gereksindiği çalışma ortamının artık fiziksel alanlar, ofisler olmadığı biliniyor. Bu dönemle birlikte daha çok sanallaştırmanın, bulut teknolojilerinin, yerden bağımsız yapılanmaların modellenmesi önem kazanır. Bu sistemin çevre dostu olduğu, şehir içi insan ve araç trafiğini azaltacağı da öngörülüyor. Yeryüzünün hem kalabalıklaşan hem de günden güne daha çok hareket ettiği için olduğundan da kalabalık görünen nüfusunu eve kapatmak bu dönüşümün bir hedefi gibi. Özellikle 5G teknolojileriyle, sanal dünyalardan, işe gelmeden ama yine de denetim altındaki çalışanları yaratmak bu modelin bir parçası olabilir. Kişiler arasındaki yoğun ilişkilere ve fiziksel temasa dayalı bir iş modelinin yerini, yoğun ve güçlü veri aktarım ve depolama altyapısıyla insanları birbirinden belirli bir sosyal mesafe içerisinde yerleştirmek isteyen bir mantık bu salgın sonrası zamanların asıl kazananı olacak gibi görünüyor. Fiziksel olarak bir arada çalışanların doğal dayanışma ağlarını da yok ederek, güvenceleri en aza indirgenmiş insanlardan bir çalışan topluluğu yaratmak, herkese free lance bir uzman gibi başvurmak bu endüstri devriminin temel odağı gibi duruyor.
BAUDRILLARD’IN KEHANETLERİ
Salgın üzerine kanaat bildirenler, viral olaylar üzerine hayatı boyunca düşünmüş olan Baudrillard’a tekrar dönebilirler. Onun geçerli bazı kehanetler ortaya koyduğunu bu sırada fark edebiliriz. Sadece biyolojik olana değil, bilişsel, bilimsel, siyasal, kültürel yapılara da bulaşan virüsleri biçimsel olarak ayrım gözetmeden anlatır Baudrillard. Bağışıklık sisteminin her alanda kaybolması üzerine yazar. Yeryüzüyle “yanlış ilişkiler” kuran insanların neden oldukları durumlar üzerine düşünür. Genel bir “felaket senaryosu” etrafında farklı biçimlerde ve ağlarda yayılan viral yapılar düğümlenirler. Biyolojik virüsler, kanser hastalığı, bilgisayar virüsleri, çevresel sorunlar veya terörizm eşbiçimli görüngüler sayılabilirler. Tabiatları farklı salgınlar garip bir dolayım içerisinde diğerinin nedeni veya sonucu olabilir. Metonimik bir işleyişte, nitelik olarak karşılaştırılamayacak olgular aynı nedenselliğe sahip olabilirler. Karmaşık bir mecaz-ı mürsel içerisinde tüm viral yapılar birbirine dönüşebilirler.[1] Bu sırada gerçekleşen bünyevi çöküş halinde yüzeye çıkan ve terörist eylemlerle ayırt edilen olgular için ne kadar önlem alırsanız o kadar yeni zemin kazanabilir. Baudrillard, kötümserliğine laf gelmesin diye belki, mevcut ve tek biçimli yaşam biçimleri değişmedikçe bu gibi viral genişlemeye karşı tekrar bağışık olamayacağımızı söylemeden bırakır.
Baudrillard, romantiklerden farklı olarak, uzaklıktan değil de fazla yakın oldukları için birbirlerini hasta eden kalabalıklar üzerine düşünür. Ama her koşulda fazla uzaklık veya yakınlık, bedensel ve zihinsel bağışıklık yapılarını yok etmeye hizmet eder. Mevcut bir zafiyette kolaylıkla yayılırlar. Viral unsurlar, düşünceye, zihinsel yetilere yerleştiğinde, felsefecilerin, aklın işleyişi üzerine söz söyleyenlerin sessizleşmesine sebep olurlar. Öyle ki böyle zamanlar komplo teoricilerini daha haklı gösterir gibi olur. Çünkü varoluşun özneleri ve nesneleri akıllarını kaybetmiş gibi davranırlar. Bu durumda Franco Berardi’nin İtalya’daki salgın günlüklerinde ayırt ettiği “psiko-virüs” ile “gerçek-virüs” arasında bir geçişlilik ortaya çıkar. Akli yetilerin yörüngeden çıkmasıyla, bilincin erimi bilinçdışına terk edilir. Sözgelimi her felaket durumunda makarna ve tuvalet kâğıdı stoklayanların davranışları bilinçdışı bir güdünün sonucudur. Tüketiciler böyle zamanlarda tüm yiyecekleri kendisine saklayan bazı hayvanlar gibi davranırlar.
Viral durum, yine Berardi gibi söylersek, bilgi ağlarındaki enfo-virüslerin davranışlarına yeni boyutlar kazandırır. Ana-akım kanallardan veya sosyal medya üzerinden sürekli güncellediğimiz bilgilerimiz sayesinde, biyolojik virüsün bulaştığı kişilerin, yapılan testlerin, ölüm vakalarının sayısını ve seyrini çok iyi bilsek de, bu virüs işler halde olduğunda en kötü senaryo haber değeri kazanır. Kuşkusuz resmî açıklamalar türlü manipülasyonların zemininde ifade bulsalar da, viral bilgi tüm haber kanallarına yönelik güvensizlikten en kötü olasılığa bir komplo teoricisi gibi sahip çıkmaya sebep olabilir. Resmî ağızla uyumlu kimseler ise durumu tersi yönde ufaltmaya çalışarak bir başka aşırılık üretirler. Her iki türlü de habere erişimin hiperbolik ifadeleri olan bu yorumlar, bilgiye ve bilginin yayılmasına dair bir bağışıklığın belirtileridir. Yani sahici bilgi ve haber veya bilimsel veri denilen, ideolojilerin, söylemlerin her zamanki gibi çok gerisinden gelirler. Virüsler bağışıklığın kalktığı bir yüzeyde serbest dolaşırken, zihinler çok eski yatkınlıklar içinde mevcut inançlarıyla uyumlu bilgileri içeri alırlar. Bilimciler de, hem dert hem de deva konumundan, biraz da ikiyüzlü bir zaviyeden konuşarak, sıhhatini yitirmesinden sorumlu oldukları bedenlere ecza sağlamaya çalışırlar. Viral koşullar, Baudrillard için, “bedeni korumak ve himaye etmek için gözü dönmüş bu sistemin parçası” sayılmalıdır. Onun kehanetleri arasında bilimin bu ikili işlevi sıkça dile gelir:
Aşırı korunmuş bir alan içinde beden tüm savunma sistemini yitirir. Ameliyat salonları öyle korunur ki hiçbir mikrop, hiçbir bakteri hayatta kalamaz. Oysa gizemli, anormal viral hastalıkların burada doğduğu görülür. Çünkü virüsler, boş yer buldukları anda hızla çoğalırlar. Eski enfeksiyonlardan arıtılmış bir dünyada, “ideal” bir klinik dünyada, mikropların öldürülmesinden doğan, ele gelmez, amansız bir patoloji yerleşir. (1995: 61)
Viral durum ortaya çıkınca, toplumsal bilinçdışı da serbest kalır. Stokçuluk bunun sadece bir görünümüdür. Bu sırada ortaya çıkan olağanüstü hal içerisinde bilinçdışının arzu nesnesi olarak virüsler, “anlamsızca çoğalırlar.” Virüslerin hangi hızla çoğaldığını, ülke haritaları üzerinden izleyenlerin arzusu da bu olguya teslim olmuş gibidir. Baudrillard’ın bilgisayar virüsleri hakkındaki fikirleri biyolojik olanların yarattığı durum için de geçerlidir: “Bu sistemin gizli patolojisinden, o güzelim makinelere girip bunları bozan virüslerden de zevk alıyoruz.” (1995: 40) İzleyici, kısa zaman aralıklarıyla dünyanın hangi ülkesinde kaç kişinin hastalığa yakalandığını ve kimin öldüğünü gerçek zamanlı olarak öğrenir. Ama haberin bu kadar hızlı bir şekilde bizlere ulaşması zaten o virüsün kök nedenidir. Edindiği bilgilerle ne ölçüde aydınlandığını bilmediğimiz eski veya yeni medya alıcısının, kendisini yakalamak üzere olan viral yayılmanın sorumlusunun bu haberdar olma arzusu olduğu en son aklına gelir. Bir şeyler yerken bir yandan da genel duruma dair dakika ve sonuç alan bir izleyicinin tavrı ile canlı yayında savaşlara tanık olanların veya yol ortasında kaza geçirmiş kimselere elleri arkasında bağlı bakınanların kayıtsızlıkları çok farklı sayılamaz.
ORTEGA Y GASSET VE VIRILIO’NUN KEHANETLERİ
Nietzsche, Max Scheler, Gustave Le Bon veya Ortega y Gasset’de fark edilebilecek olan “kitle nefreti”, kendinden menkul bir sevgisizlik değildir. Bu nefret de bir kehanet gibi okunabilir. Kitle insanı, bir bilim insanı, seçkin bir bürokrat da olabilir. Diğer yanda halk adamıysa doğayla daha barışık ve dolayısıyla bağışık bir hayat sürebilir. Ama nefretin nesnesi modern kitle, hep diğer türlü olduğunu zannetse de kendisine yeten bir hayat süremediğinden, modern toplumun işbölümü ve dayanışması sayesinde hayatta kaldığından, tüm ekonomik, kültürel veya siyasal kaynaklara yakın durmak ister. Ondan beklenen, basit bir toplumsal işlevi yerine getirmesi ve uysal bir uyruk olması karşılığında, bazı hizmetlere erişir. Ama ürettiğiyle nispetsiz şekilde tükettiğinden, çok uzak kaynaklara, pazarlara da erişebilir olması gereklidir.
Kitle insanının uzak kaynaklara ulaşması için yeryüzü onun erişimine açık olmalı, türlü yerlere sürtünmesizce seyahat edebilmelidir. Ama bu sırada açılan yollar üzerinden onun bağışık olmadığı varlıklar da yaşam alanlarına girerler. Teröristler, uluslararası ekonominin türlü oyunları, viral varlıklar yanında biyolojik virüsler de araya karışırlar. Havayolları ulaşım ağının her yıl katlandığını biliyoruz. Kalabalıklar ve her türden kaynak (yiyecek, teknik, kültür, eğlence) arasında kestirme yollar arama hevesi, bu arzu edilmeyen varlıkların, görüngülerin de seyahat etmesine imkân verir. Bu sayede Wuhan’da, muhtemelen insan yapımı olmayan bir virüs, tabiatla dilediği gibi ilişki kuran bu büyük tüketicinin davranışları sonucunda kendisini tüm dünyaya seyahat ederken bulabilir.
Baudrillard gibi Virilio da çok değişik cümlelerle yaklaşmakta olanı tarif edenlerden bir başkasıdır. Ama onlar gibilerin kehanetleri, komplo teoricilerinin yaptıklarıyla karşılaştırılamaz. Çok uzun erimli tarih ve kültür parçalarına bakabildiklerinden, zamanımızı distopik bir sahnenin parçası gibi tasvir etmeleri bizlerde derin şüpheler yaratmaz. Onlar güncelliğe takılıp kalmadan, olaydan bağımsız şekilde gündelik durumları üreten biçimler, şemalar, haritalar üzerine düşünürler. Bu karmaşanın nedeni olarak sessiz ya da hareketli bir insan yığınını işaretlerler. Kitlelerin eylemlerine yön veren basit bazı dürtüler, onları hızlandıran veya yavaşlatan durumlar üzerine düşünürler. Virilio’nun “dromoloji” dediği hareket dinamiği, kitlelerin kinetiğini kötüye kullanan siyasal yapılar üzerine bir düşünme çabası gibi anlaşılabilir. Ama orta sınıfın harcı olduğu bu kitlelerin hareket ve sükûn oranları bozulduğunda, onları yörüngelerinde tutan eylemsizlik momenti aşıldığında, yeryüzünde bir felaketin de öngörüsü kaçınılmaz olur. Bu durumda, güdüsel, kolektif bilinçdışından ileri gelen meyillerle davranan bu kalabalığa bilinçli tembihlerde bulunmak da yersiz gibi görünür.
Televizyonlarda, artık setler ve sahalar kapandığı için gün boyu izlenebilecek olan kanaat sahipleri de bu kalabalığın yörüngesi ve yaratacağı muhtemel sonuçlar üzerine geriye dönük aralıksız şekilde konuşmaya başladılar. Kitlenin sessiz ama etkileri büyük bilinçdışında nelerin cereyan ettiğini henüz kimse öğrenememiş gibidir. Bu nedenle, sayısız yayından anladığımız temel bilgiler olan, “elinizi yıkayın”, “fiziksel mesafenizi koruyun” ve “belirtilere karşı farkındalık sahibi olun” gibi sonuçların ötesinde, salgının sayısız çeşitlilikteki tasvir ve tarifleri, biraz da bilinçdışı meyillere yeniden yön vermek amaçlı olduğu şüphesini yaratır. Yani sayısız tekrarın temel sonuçları olarak korku ve panik duygusu, gündelik alışkanlıkları değiştirmeye çalışmak için seferber edilen bir “şok doktrini” veya “algı operasyonunun” parçası olabilir. Bu yayınların sergilediği senaryolar, dramlar, ilginç saptamalar, birbirini tutmayan veriler, kitle insanında nörolojik bir dönüşüme yol açmak içindir sanki; yurttaşlar ayaklarını alışkanlıkla o eşikten atmasın, içeride sıkılsalar da otursunlar diye. On yıllardır rant geliriyle geçinen, birbirine inşaat yapan bir kalabalık, işsiz geçen günlerde aylakça otursun diye açılmış sayısız kafelerin de artık açık olmadığını fark etsin diye, üzerine Virilio’nun deyişiyle havsalasının almayacağı büyüklükte bir “enformasyon bombası” bırakılır. Bu bomba hiçbir zaman patlamayan ama orada bir yerlerde olduğunu tahmin ettiğimiz bir mayın gibi korku yaratır, daha da cahilleştirir; taşıdığı fazla bilgi ve muhtevayla maruz kalanı hareketsiz kılar. Sistem bir zamanlar yastık altına gömülmeye hazır rant tükensin diye evinden zorla çıkarttığı uyruklarını şimdi de evde kalmaya, küresel baskıların da etkisiyle, 4. Sanayi Devrimi’nin aktörleri olmaya zorlar; sükûn içinde yerinizde durun, ev içi eğlenceler geliştirin, online gezintiler yapın demeye başlayabilir. Bu şekilde dile gelen, Wall-E animasyon filmindeki manzarayla tamamen uyumlu bir çağrıdır.
Ortega y Gasset, Virilio’dan çok önce dromolojik işleyişi tasvir eder. Ona göre de kitlenin hareketliliğinden takatini alan bir zorbalık vardır. Şiddetleri çoğu zaman maddi tazyiklerinden, iri cüsselerinden ileri gelen böyle bir kalabalık, kendisiyle birlikte insanlığı da yok oluşa sürükleyecek bir zemin hazırlar. Tüm sınıflar, cinsler, cinsiyetler, kültürler için ortak alınyazısını onların sebep olduğu bir yayılma ve düzleşme belirler. Yayılmacı eylemlerinde sadece kendisine gönderme yaparak haklılığını ilan eder; kendi güncelliğine uygunluk bir tür adalet gibi tarif edilir. Kurumlar ve diğer devlet yapılarını da bu güncelliği güvenceye almak üzere türlü yasalara tercüme ederler. Üstelik y Gasset’nin kendi zamanı için bile göz alıcı olan “hız kültürü”nün emrinde durmadan değişmeye açık bir güncelliktir. (2003: 26) Kitle, her geçen gün daha da hızlanarak, en kuytu yerlere dâhi nüfuz edebilmenin yollarını bulur. Baudrillard’ın da viral nitelikte sınıflandırdığı bu yayılım çoğu zaman iletişim yoluyla, ortalama insanlar arasındaki gündelik bağlantılar üzerinden gerçekleşir.
Kitle, bu yayılmacılığı sayesinde, kendisine yeni genişlikler yaratır. Özellikle bilimin olanaklarıyla yeni açıklıklar yaratan kitlesel bir devinim ortaya çıkar. Bu yerlerin çoğu, hayatta kalma güdüsünden değil, eğlence olsun diye açılır; yeni ve ilginç zevkler arayışındaki bir kalabalığın “aptalca” genişlik arayışıyla. Bu sınırsız büyüme hâlini Gasset, “Amerikanlaşma” diye açıklar. Yani kitle insanının özünde aptalca olan girişimlerini, iyi eğitim almış, kendisini geliştirmiş, çok bilen ve zeki kitle insanı gerçekleştirir. Zekâ arttıkça onun üretimleri gereksiz ve ahmakça hâller alır. Zekânın verimi, “Ne kadarına gereksinimim var?” gibi bir sorudan bağımsızlaşır. Yani zekâ kullanımı, kendine dönerek eleştirmeye açık zihinsel bir yeti değildir. Onların bünyesinde zekâ ve akıl yürütme âdeta birbirinden bağımsızlaşır. Zeki varlıklar, akılsız bir makinesel işleyişin özünü oluştururlar.
Sadece kozmik düzeyde değil, kitle devrimiyle birlikte ortalama adam, hiç görülmemiş bir güce ve etkinliğe kavuşur. Daha zeki, daha hızlı, “yumrukları daha güçlü” olur; zihinsel ve bedensel olarak sınırlarını zorlar ama tinsel düzeyde bir çözülme ve düşüş vuku bulur. Kendi yetilerini geliştirme uğraşı ve yeni yerler işgal etme çabasıyla oyalanırken tinsel olarak zayıf düşer. Sözgelimi kalabalıklar içerisinde kusursuz atletler veya sporcular artsa da, savaşma cesareti azalır. Biyolojik virüsle de böyle bir çaresizlik içinde karşılaşır. Savaş, bir tür zekâ oyunu gibi tasarlanır ve uzaktan ve savaşçılar yüzleşmeden savaşma yolları aranır. Üstelik bu kadar cesaretsiz askerlerin savaşlarından görülmemiş büyüklükte kıyımlar ortaya çıkar. Çünkü yüzleşmediği, görmediği düşmanın görüntüsünden, sesinden uzak düşer; ona merhamet etmez. Şiddetin kendisi de doğrudan olmaktan çıkar; zekice düzenlenmiş, temkinli biçimler alır. Yani savaş, bedenlerin ve yaşam güçlerinin çarpıştığı meydanlardan uzaklaşır, gözlerden uzak bir yerlerde icra edilir. Ama viral salgın kendi bünyesinden içeri girince, hazırlıksız olsa da, kendi olağanüstü halini yaratmak zorunda olduğunu bilir.
BIFO VE ŽİŽEK’İN KEHANETLERİ
Franco “Bifo” Berardi, İtalya’daki salgının ortasında bazı kehanetlerin yanında tanıklıklarını, Psiko-Deflasyon Günlükleri adındaki kenar notlarıyla anlatır. “Gerçek-virüs” ile “psiko-virüs” ve “enfo-virüs” arasında yaşadığı tereddütleri dillendirir. Son zamanlarda yaşananları, “tekno-psikotik mutasyon sürecinin” bir parçası sayar. Mutasyon geçirenin sadece virüsler değil, Baudrillard’ın yıllarca ve çeşitli şekillerde dile getirdiği gibi, insanın topluca yaşam alanı olduğunu bize hatırlatır. Ama her seferinde farklı bir “eşik” bizi bekler. Toptan felaket bir türlü gelmez ve eylemsizlik momentini topluca terk edemeyiz. İtalya’da Türkiye’den yaklaşık on beş gün önce her yer kapatılmıştır. Turistler ortadan kaybolmuş, tüm gezilecek görülecek yerler haritadan kaldırılmıştır. İnsan sonrası dünya tahayyülüne ait görsellerde olduğu gibi terk edilmiş yeryüzü yüzünü göstermeye başlar. “Organizmayı durup hareketlerini yavaşlatmaya” çağıran ve bir çeşit “kasılma” gibi varlığını duyuran salgın “zıvanadan çıkmış gündelik keşmekeşe” son verir. Ama hemen yanında, “fiziksel bir virüsten gelişip, onunla iç içe geçen” “psiko-salgına” da sebep olur. Bilgi kirliliği de beraberinde artar, “enfo-virüs” de bir kenarda vücut bulmaya başlar.
Ortaya çıkan hezeyanlar bir çeşit psikotik tepki gibi tarif edilebilir. Baudrillard için viral olanın bilinçdışını ikame etmesi gibi, bilim insanları veya gündelik insan arasında bilinç düzeyi aynı seviyede işler hale gelir. Virüs, kendisiyle beraber, “semiyotik bir geri çekilmeyi” de biçimlendirir. Canlı ve cansız arasında “asılı kalmış” bir varlık, kendi kudretinden çok öte bir simgesel ağın içerisinde hareket etmeye başlar. Canlılığı şüpheli bir varlık her tür yapıyı, makineyi tehdit eder. Korona virüsü daha çok bir psikotik saplantı gibi “psikosferde” yer tutmaya başlar. Ama tüm özneler için artık “durma vakti” geldiğini de belirgin bir şekilde duyurur. Virüs, yarattığı bilinmezlik ve tereddüt ölçüsünde “ilişkisel felç” haline de sebep olur:
Dünya ekonomisi yıllardır durgun, ancak biz bunun farkına varıp durumu kabullenemedik ve dünyevi durgunlukla olumlu bir biçimde iştigal edemedik. Artık semiyotik virüs ve onun beraberinde getirdiği psiko-sıfırlanma, hareketsizliğe geçişimizde bize yardımcı oluyor.
Sadece virüse maruz kalan bedenlerin değil, gezegenin bedeni ve zihinlerin de buna karşı verecekleri tepki belirleyici olur. Titreşmeler, salınma ve dalgalanmaların yeni-materyalist düşünürü Berardi için gezegenin bedeni 2019 sonlarında çok farklı şekillerde “spazm geçirirken” gelmekte olana hazırlıklı değildi: “Kasılmadan sonra, insan türünün hiper-uyarılmış organizması, nihayet çöküş darbesini yedi.” Berardi, bu duruma gelmemizde Baudrillard’ın ısrarla sürdürdüğü kehanetleri de onaylar. Baudrillard, sistemin çoğu zaman çığırından çıkmış fantezilerle işleyen aksiyomatiğiyle asalak ilişki kurarak orada neler olduğunu bir kâhin gibi kendisini aşırı yorumla suçlayanlar için yazıp durdu. Onun tasvir ettiği böyle bir sistemin odağına yerleşmiş viral unsurlar, sistem dışına çıkması muhtemel olanları da beraberinde yok edebilir.
Berardi, sistem dışı ve biraz da yavaşlıkla, kanaatkârlıkla, paylaşmakla, ilişkide kalmakla alâkalı değerlerin ne ölçüde ayakta kalacağını göreceğiz der. Daha öncekilere göre daha geniş çaplı olan bu “kasılma”, kapitalizmden çıkışın nihai amaç olduğunu işaret eder. Fakat sistemin yarattığı metabolizma ile uyrukların onunla kurduğu parazitçe ilişki içindeki tüm sınıflar, bu kopuşla birlikte hayatta kalma endişesi içerisine girebilir, ferdi conatus’lar sistem içi meyillere yüz verebilirler. Kötü de olsa işleyen bir düzen içerisindeki uyumu dengeye tercih edecek insanların çokluğu belirleyici olabilir. Ama her koşulda belli düzeyde ve belki sonradan unutulacak olsa bile bir devrim hayat bulmuş gibi görünüyor: “Virüs, edilgenliğe ve teslimiyete dayalı öznesiz ve içe infilak eden bir devrimin yolunu açıyor.” Evlerde hiçbir şey yapmadan durmanın bile sistem karşıtı bir edim niteliğinde olduğu söylenebilir. Ama bu yavaşlama, “bilinçli istenç” niteliğinde bir seçimle birleşmediğinde güzel bir anı olmaktan öteye geçmeyebilir. Böyle bir “edilgenlik”, yorgunluk ifadesinden fazla bir anlam taşımayabilir. Geç zamanlı bir kâhin, Byung-Chul Han’ın da dile getirdiği gibi, (2019) uyaranlar karşısında yorulan beşerin takatini yitirmesinin sonucu olabilir.
Berardi, bir yandan kapitalizmin sonunu öngörürken, diğer yandan da bu aksiyomatik büyük tertibatın tam da evde kalanın ve güçlenen güvenlik aygıtının içeri kapattıklarının “biyo-siyasal denetiminden” faydalanabileceğini yazar. Böylece biz evdeyken mallar dışarıda daha rahat gezinebilirler: “Medyadaki kıyametvari imgelem, aşırı-sağ ve kapitalist ekonomi arasında derinleşen ilişkiyi gizliyor.” Ama yine de umut veren cümlelerle kısa günlüğünü sonlandırır: “Virüs, hiçbir siyasi vaazın üretemeyeceği bir zihinsel sıçramanın koşuludur. Eşitlik döndü, tekrar sahnenin ortasında. Bunu, gelmekte olan günlerin başlangıç noktası olarak düşünelim.”
Berardi’nin tereddüt içeren tanıklıklarına karşılık, yapıtının çok önemli olduğunu düşündüğümüz Giorgio Agamben, tümüyle öngörüden yoksun ifadeler ortaya koyar ve salgının ilk günlerindeki kapatma kararı konusundaki tembihleri, bir çeşit olağanüstü hal yaratmaya çalışan güvenlik devletinin talebi gibi anlar. Kuşkusuz aklî bir yörünge takip etmeyen olaylar konusunda bazı öngörülerde bulunmak zor olsa da, Agamben süreci çok boyutlu bir şekilde yanlış kavrar. Bu “anormal” viral sahne sürekli olağanüstü halin de kaynağıdır. Salgın sürecinde olağanüstü durumun tecrübesi görünür olsa da, düşünürler, yazarlar, toplumbilimciler, politika kuramcıları veya psikanalistler bu temel istisna halini dillendirmişlerdir. Oysa istisnayı gördüğünde tanıyacak ilk kişi olmasını bekleyebileceğimiz Agamben’in dönemi yanlış yorumlaması yaşamımızın temel ilkesinin zaten olağanüstü durumlar olduğunu bilmesinden, salgın sürecini bunun sadece bir görünümü sayarak küçük görmesinden ileri gelmiş olabilir. Baudrillard, sayısız kehanetleri kapsamında entelektüelin bu türden akıl tutulmalarını da öngörür:
Bugün entelektüellerin söyleyecek hiçbir sözü olmaması da bu ironik işlevi ellerinden kaçırdıkları içindir; çünkü entelektüeller kendilerini ahlaki, politik ya da felsefi bilinç alanıyla sınırlı tutuyorlar, oysa oyunun kuralı değişti ve tüm ironi, tüm kökten eleştiri rastlantısalın, zehirliliğin, felaketin, kazara ya da sistemli ani dönüşün tarafına geçti; oyunun yeni kuralı, bugün her şeye egemen olan ve yoğun bir entelektüel zevkin (kuşkusuz manevi bir zevkin de) kaynağı olan kesinlikten yoksunluk ilkesidir. (1995: 41)
Diğer yandan Slavoj Žižek, yeryüzünün en fazla dalgalandığı, kasıldığı, türlü spazmlar geçirdiği bir zamanın ortasında zamanın ruhunu yansıtan ve ona yön vermeye çalışan bir başka entelektüel kimliğin altını doldurmaya devam ediyor. Žižek viral koşulların kimi yönlerden hayırlara vesile olabilecek etkilerinin altını çizer: “Küresel ekonomiyi artık piyasa mekanizmalarının merhametine kalmayacak şekilde yeniden organize etmeye ihtiyaç duyduğumuzu” işaretler; “piyasalardaki gerginliğin” artık korkulacak bir hadise olmayacağına dair bir kehanette bulunur. Küresel güçlerin ikiyüzlü bir sınır koruma politikasından vazgeçerek, derinde işleyen bir bağlılık ve ağ yapısıyla bağdaşık yapılanmalar içerisine girmek zorunda olduklarını anlatır.
Üstelik bu beklenen bilinç atlaması, bir başkasına yaklaşmaktan en çok korktuğumuz hatta kendi bünyemize yabancılaştığımız bir zamanda mümkün olmalıdır. Ellerini bile kendisine saldırmak üzere yüzüne gözüne götürmekten korkmaya başlayan bir öznenin bunu başarması gereklidir. Sanal veya fiziksel ortamlarda virüsün hükmü altında yeni denetim biçimlerinin şafağında bunu gerçekleştirmek zorunludur. Sadece virüslerin serbest dolaşımına açık bağlantılar içinde değil, yeryüzü ekolojik yıkımın eşiğindeyken, endişeli bir dekor ve kadronun ortasında böyle bir dönüşümün hayat bulması beklenir. Bu koşullarda dert gibi görünen deva, tehlike gibi beliren kurtarıcı niteliği edinebilir: “Hepimizi bir araya getiren ve küresel dayanışmaya iten şey, kati bir şekilde günlük yaşamda ötekiyle yakın temastan kaçınmamızı hatta bizzat kendimizi izole etmemizi emreden şey aynı zamanda.”
KAYNAKÇA
Baudrillard, Jean (1995). Kötülüğün Şeffaflığı: Aşırı Fenomenler Üzerine bir Deneme, çev. Emel Abora ve Işık Erdüden, İstanbul: Ayrıntı.
Berardi, Franco (2020). “Psiko-Deflasyon Günlükleri”, çev. Gözde Erdoğan ve Çağrı Uluğer, Terrabayt.com.
Gasset, Ortega y (2003). Kitlelerin Ayaklanışı, çev. Koray Karaşahin, İstanbul: Babil.
Han, Byung-Chul (2019). Yorgunluk Toplumu, çev. Selim Karlıtekin, İstanbul: Açılım.
Virilio, Paul (1998). Hız ve Politika: Dromoloji Üzerine bir Deneme, çev. Meltem Cansever, Metis: İstanbul.
Virilio, Paul (2003). Enformasyon Bombası, çev. Kaya Şahin, Metis: İstanbul.
Žižek, Slavoj (2020). “Koronavirüsü, Kapitalizme ‘Kill Bill-vari’ Bir Darbedir, Komünizmin Yeniden İcat Edilmesine Yol Açabilir”, Terrabayt.com.
[1] Bağışıklık, hastalık, salgın ve viral olgular üzerine Özen B. Demir’in Biyopolitika ve Queer: AIDS Krizi, Bağışıklık ve Ötesi (Nika, 2019) adlı metni oldukça önemli değerlendirmelere sahip bir çalışma olarak önerilebilir.