“Ne ilerleme, ne ilerleme! Köleydi babası, oğlu robot oldu.”
Brana Crnevic
GİRİŞ
“Marksizm buhranda, çünkü işçi hareketi buhran içinde. Son yirmi yıl boyunca üretici güçlerin gelişmesiyle sınıf çelişkilerinin gelişmesi arasındaki ip koptu. Bunun nedeni kapitalizmin iç çelişkilerinin dev boyutlara ulaşmaması değil, tersine bu çelişkiler hiçbir zaman bu denli çarpıcı olmamıştı. Kapitalizm hiçbir zaman kendi doğurduğu sorunları çözümlemede bu denli yeteneksiz kalmamıştı. Ne var ki, bu yeteneksizlik onun için ölümcül değil. Kapitalizm, bugüne kadar pek incelenememiş ve ancak çok az kavranabilmiş bir gücü, kendi sorunlarının çözümsüzlüğüne hakim olma gücünü ele geçirmiştir.”
André Gorz’un bu değerlendirmesine (1986:9) katılmamak mümkün mü? Hayır! Gerçekten de, Marksizmin buhranıyla işçi hareketinin buhranı arasında doğrudan bir ilişki var. Pekiyi ama, işçi hareketinin buhranı nereden kaynaklanıyor? Gelişmiş kapitalist toplumlarda “üretici güçlerin gelişmesiyle sınıf çelişkilerinin gelişmesi arasındaki ip” neden ve nasıl koptu? Kapitalizmin “kendi sorunlarının çözümsüzlüğüne hakim olma gücünü” ele geçirmesinin anlamı ne? Kapitalizm kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan çözümsüzlüğünü aşma sürecinde başarıyla yürürken, işçi sınıfına ne oldu? Kuşkusuz bu soruların yanıtlanması, ortaya atılması kadar kolay değil. Fakat kapitalist üretim süreçlerinde ortaya çıkan gelişmelerin değerlendirmesinden bazı önemli ipuçları yakalayabileceğimizi umabiliriz. Çünkü kapitalizm koşullarında işin ve işgücünün “kader”i, bir bakıma bu süreçlerde yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlıdır. Kapitalizmin kendi çözümsüzlüklerini kontrol altına alma yeteneği de, bir ölçüde bu gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Öyleyse ilk adımda sorulması gereken, bu bilimsel ve teknolojik gelişmelerin iş ve meslekler üzerindeki etkisinin ne olduğudur. İlk başta ortaya atılan soruları, bu son sorudan yola çıkarak yanıtlamaya çalışabiliriz.
Kapitalist üretim süreçlerinin örgütlenme tarzında gerçekleştirilen sosyo-teknolojik1 değişikliklerin hem genel olarak işin doğası hem de özel olarak işgücünün yapısı üzerindeki etkilerinin analizi, ciddi politik/ideolojik içermeler taşıması nedeniyle oldukça farklı teorik açıklama ve yoruma yol açmış önemli bir konudur. Bir başlangıç olarak, bu çerçevede geliştirilmiş olan görüşleri, iyimser ve kötümser yaklaşımlar olmak üzere kabaca iki ana başlık altında toplamak mümkün görünüyor. Bir yanda, teknolojik “ilerleme”lere romantik ve aynı zamanda da fütürolojik bir iyimserlikle bakan, endüstri-sonrası toplum nosyonlarıyla birleşmiş “insan sermayesi” teorisi; öte yanda da, teknolojik değişmelerin sosyal sonuçları bakımından, ilk yaklaşımın eleştirisi temelinde oldukça kötümser görüşler ortaya koyan ve esas olarak Braverman tarafından formüle edilmiş neo-Marksist “vasıfsızlaşma” teorisi vardır. Burada biz, daha çok ikinci yaklaşım üzerinde yoğunlaşacağız. Ancak hemen eklenmeli ki, bu makalenin sınırlı boyutları içinde, sadece bu yaklaşımın bile tüm varyasyonları üzerinde durmak, pek mümkün görünmüyor. Üstelik böylesi bir çaba, pek anlamlı da olmayacaktır. Bu nedenle, sadece iki teorisyen üzerinde duracağız: Bunlardan birincisi, vasıfsızlaşma teorisinin mimarı olan Braverman; diğeri ise, bu yaklaşımı günümüze daha yakın bir tarihte savunan Gorz’dur. Kuşkusuz bu, rastgele yapılmış bir seçim değildir. Özellikle bu iki teorisyenin seçilmesinin, makalenin amacına uygun bir gerekçesi var. Bu teorisyenlerin her ikisi de, vasıfsızlaşma teorisini savunmalarına rağmen, bundan çıkardıkları sosyo-politik sonuçlar, hemen hemen tamamen karşıt nitelik taşımaktadır. Braverman, vasıfsızlaşma sürecine, işçi sınıfının geleceği açısından zımni bir politik iyimserlikle bakarken; Gorz tam tersine, kelimenin Marksist anlamıyla işçi sınıfının geleceğine ilişkin oldukça kötümser bir yaklaşım sunmaktadır. Başka bir ifadeyle, Braverman ve Gorz, kötümser yaklaşımın iki temel varyantını oluşturmaktadır, denebilir. Bu nedenle, Braverman ve Gorz üzerinde odaklanan bir değerlendirmenin, işin ve işgücünün vasıfsızlaşmasına ilişkin tartışmaların önemli yönlerini, en azından ana hatlarını sergileyebileceği varsayılmıştır.
Taylorist ve Fordist iş örgütlenmesi anlayışlarının yerini, yavaş yavaş post-Fordist anlayışların almaya başladığı günümüzde, vasıfsızlaşma teorisinin geçerliliğini hâlâ koruduğu söylenebilir mi? Bu makalenin temel sorunu, bu. Ancak ileride daha iyi görülebileceği gibi, böylesi bir soru, doğal olarak vasıfsızlaşma teorisinin kavramsal yapısını da sorgulamayı gerektirecektir. Başka bir ifadeyle, bu teorinin sadece günümüzdeki anlamı değil, aynı zamanda ortaya atıldığı koşullardaki anlamı da irdelenmek durumundadır. Bu nedenle aşağıda ilkin, esas olarak Braverman’ın görüşleri çerçevesinde vasıfsızlaşma teorisinin ana hatları çizilip, bu teorinin eleştirel bir değerlendirmesi yapılacak; daha sonra da, Braverman ve Gorz’un değerlendirmeleri arasındaki farklılıklar ortaya konup, bu teorinin günümüzdeki anlamı üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Ancak hem Braverman’ın eleştirel hareket noktasını hem de post-Fordist dönemde vasıfsızlaşma teorisinin geçersizliğini kanıtlamaya çalışan “esnek uzmanlaşma” teorisinin dayanağını oluşturması nedeniyle, ilk adımda, kısaca da olsa, iyimser insan sermayesi teorisi üzerinde durmak, sanırım yararlı olacaktır.
İYİMSER YAKLAŞIM: “VASIFLILAŞMA” TEZİ
İnsan sermayesi teorisini, kısaca “vasıflılaşma” tezi olarak adlandırmak mümkündür. Bu yaklaşımın Bell (1974) ve Tourlaine (1969) gibi yazarlarda bulunabilecek genel argümanına göre, özellikle gelişmiş endüstriyel toplumlar, giderek artan ölçüde daha eğitilmiş bir işgücüne ihtiyaç duymaktadır. İkinci bir endüstriyel devrimden söz eden bu argüman, yeni bir üretim faktörü olarak “bilgi” ile (üniversite ve araştırma kurumları gibi) bilgi-üreten ve (elektronik gibi) bilgi-tüketen endüstrilerin önem kazanmasına ilişkin bir saptamaya dayanmaktadır. Bu yaklaşımın ilk temsilcilerinden biri olan Bivort’a göre, birinci endüstriyel devrimde insan gücünün makinayla yer değiştirmesine karşılık, bu ikinci devrimde makinaların kontrolü de artık makinalara geçmiş bulunmaktadır. Bivort, böylesi bir gelişmenin sosyal bakımdan iki önemli sonuç doğuracağını düşünmektedir: 1) İnsanın zihni ve bedeniyle yaptığı işlerin yerine makinalar geçecek ve insanlar endüstriyel faaliyetlerden geniş ölçüde tasfiye edileceklerdir; 2) çalışma hayatı yeni bir bünye kazanacak ve çalışma daha “insanî” bir faaliyet haline gelecektir (Akt: Tuna ve Ekin, 1970: 23-24). Yine bu yaklaşımın temsilcilerinden birine göre, modern teknoloji, özellikle de otomasyon, “giderek artan işbölümü doğrultusundaki eğilimi tersine çevirmiş ve kol ile zihin emeği arasındaki açık ayrımı bulandırmış”tır (Gallie, 1978:7). Kısacası, insan sermayesi ve endüstri-sonrası toplum teorilerinin ortaya atmış olduğu vasıflılaşma tezinin, modern çağda ortaya çıkan mesleki değişmelerin olumlayıcı bir yorumunu oluşturduğu söylenebilir. Bu olumlayıcı yorumun, birbirine bağlı üç temel iddiası vardır: 1) Teknik gelişmelerin sonucunda tüm işgücü vasıflı hale gelmektedir; 2) yeni teknolojilerin, özellikle de mikro-elektroniğin üretim süreçlerine girişiyle birlikte hem üretim hem de bakım işçileri giderek daha vasıflı hale gelmektedir; ve nihayet 3) bu gelişmelere bağlı olarak, modern endüstrilerde çalışmakta olan tüm işgücünün eğitim düzeyi giderek yükselmektedir (Bkz: Penn, 1990: 19-20).
Teknolojik gelişmelerin işin doğası üzerinde olumlu etkiler gösterdiği görüşünü paylaşan insan sermayesi ve endüstri-sonrası toplum teorisyenleri arasında, aynı gelişmelerin işgücünün yapısı üzerindeki etkileri bakımından iki farklı yaklaşım saptamak mümkündür. Bazı teorisyenler, iyimser tavırlarını bu bakımdan da sürdürmekte; bazıları ise, daha “gerçekçi” bir değerlendirme yapmaya yönelmiş görünmektedir. İlk yaklaşımı savunan yazarlara göre, bilimsel-teknolojik gelişmelerin sonucu, Marksist dikotomik sınıf yapısı nosyonu ve tedrici proleterleşme öngörüsünün aksine, sermaye ve emeğin çözülmesi; vasıflı, sorumlu ve işinden hoşnut yeni işçilerin artan oranda beyaz yakalı ve orta sınıf karakteri kazanması olmuştur. Bu görüşün temsilcileri, 20. yüzyılda işçilerin endüstriyel gelişmeler karşısındaki tavırlarının, 19. yüzyıldakinden çok farklı olduğunu, bugün işçilerin teknolojik ilerlemelere düşman olmak yerine, destek olduklarını savunmaktadırlar (Kerr, 1962). Bu yaklaşımın ikinci bir iddiasına göre, yeni gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri de, üçüncü ya da başka bir deyişle hizmet sektörünün, endüstriyel sektör aleyhine kaydettiği büyüme olmuştur. Bu gelişmeyi değerlendiren Bell, ünlü “ideolojilerin sonu” kehanetiyle birlikte, “Marksist sınıf teorisinin, endüstriyel işlerin erozyonu nedeniyle çökmüş” olduğu sonucuna varır (1974:131).
Aynı görüş doğrultusunda olmak üzere, 1950’lerde ABD’de işçi sınıfının burjuvalaşması tezi ortaya atılır. Bu tezin savunucularından biri olan Mayer, “kol işçileri ile beyaz yakalı çalışanlar arasındaki geleneksel bölünme çizgisinin artık savunulamayacağını, çünkü bugün işçi sınıfının büyük bir kısmının ‘beyaz yakalı’ yaşam tarzını paylaştığını, aynı zamanda da orta sınıfın değer ve inançlarını benimsediğini” ileri sürer (1963:467). Mayer’e göre, zengin işçiler arasında ev sahipliği ve banliyö yaşam tarzının artışı, “orta sınıf toplumu”nun tipik bir sembolüdür. Mayer’in bu argümanı, daha sonra, Amerika’daki yeni varoşların, geleneksel sınıf farklılıklarının olduğu yerlerdeki “ikinci erime noktası” olduğunu ileri süren Whyte ile, Güney Boston’da yaşayan İtalyanlar üzerinde yaptığı incelemelerde, yeni banliyölerdeki işçiler arasında da orta sınıf yaşam tarzının yaygınlaşması doğrultusundaki eğilime işaret eden Gans tarafından desteklenmiştir (Akt: Penn, 1990:9).
Burjuvalaşma tezinin doğal sonucu, işçi sınıfı kavramının, hatta daha doğrusu sınıf kavramının bizzat kendisinin sosyolojik analizden silinmesi, bunun yerini yaşlılar, zenciler ve part-time işlerde çalışan kadınlar gibi çok sayıda avantajsız grubun analizinin alması olmuştur. Başka bir ifadeyle, sınıf analizi yerini yavaş yavaş sosyal tabakalaşma analizine bırakmıştır. Ancak daha önce de söylendiği gibi, burjuvalaşma tezi, iyimser yaklaşımın tek alternatifi değildir. İyimser yaklaşımın bir ikinci, deyim yerindeyse daha gerçekçi bir varyantından da söz edilebilir. Gerçekten de, iyimser yaklaşımın bazı temsilcileri, burjuvalaşma tezinin kısmî bir eleştirisi sayılabilecek görüşler geliştirmişlerdir. Onlar, burjuvalaşma tezi geçerli olsa bile, bunun tüm işçi sınıfı için değil, sadece vasıflı işçiler için sözkonusu olabileceğini söyleyerek, farklı bir yaklaşım geliştirmiş ve işçi sınıfının farklılaşması tezini ortaya atmışlardır.
Bu tezin ilk ve en önemli temsilcilerinden biri Ralf Dahrendorf’dur (1959). O, 1945’den bu yana, işgücünün homojen değil, tam tersine heterojen bir yapı kazandığını; rutin yarı-vasıflı kol emeği ile esas olarak gelişmiş kapitalist toplumlardaki yeni üretim biçimlerinin tasarımı, yönetimi ve kontrolüyle görevli yeni vasıflı emek biçimleri arasında giderek artan bir farklılaşma sürecinin yaşandığını savunur. Bu doğrultuda olmak üzere, Mackenzie de (1973), burjuvalaşma tezinin, 1960’larda Amerikan toplumuna uygulanabilir olup olmadığını araştırmış ve Dahrendorf’un görüşlerine uygun sonuçlara varmıştır. Mackenzie yaptığı araştırmada, işçi sınıfı ile orta sınıf arasındaki gelir farklılıklarının azalıp azalmadığını; kol ve zihin işçileri arasındaki geleneksel farklılıkların ortadan kalkıp kalkmadığını; işçi sınıfı ile orta sınıf arasındaki kültürel farklılıkların zayıflayıp zayıflamadığını; ve nihayet geleneksel işçi sınıfı topluluklarının, varoşlara yönelmiş ve kendi evlerini satın almış olan işçiler gibi parçalanmış olup olmadığını incelemiştir. Onun bu araştırmadan elde etmiş olduğu sonuçlar, burjuvalaşma tezinin kısmi bir eleştirisini, hatta çürütülmesini sağlamaktadır denebilir. Mackenzie’nin bu çerçevede geliştirmiş olduğu argüman, 20. yüzyıl Amerika’sının sınıf yapısının, burjuvalaşma tezinin çizmiş olduğundan çok daha karmaşık hale geldiği, hem işçi sınıfı hem de orta sınıf içinde yeni farklılaşma biçimlerinin doğmuş olduğu yönündedir. Nihayet, günümüze daha yakın bir tarihte Form da (1985), aynı görüşü savunarak Amerikan işçi sınıfı içinde beş katmanlı bir bölünme olduğunu ileri sürmüştür. Form, Dahrendorf ile Mackenzie’ninkine yakın, ancak biraz daha karmaşık bir model önerir. Bu model içinde Form, kendi hesabına çalışan kol işçilerini, zanaatkâr ya da vasıflı işçileri, ekonominin kilit sektörlerinde çalışan vasıfsız işçileri, çevresel ya da ikincil sektörlerde çalışan vasıfsız işçileri ve marjinal işlerde çalışan işçi gruplarını birbirinden ayırmaktadır. Dahrendorf ve Mackenzie gibi Form da, sonuçta vasıflı ve vasıfsız işçiler arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıkların giderek arttığı görüşünü savunur.
KÖTÜMSER YAKLAŞIM: “VASIFSIZLAŞMA” TEZİ
Gerek “vasıflılaşma” gerekse buna bağlı olarak geliştirilmiş olan “burjuvalaşma” ve “farklılaşma” tezleri, Braverman’ın tekelci kapitalizm koşullarında emek sürecinde meydana gelen bilimsel-teknolojik gelişmelerin sosyal sonuçlarına ilişkin kötümser perspektifinden ciddi eleştiriler almıştır. Braverman, iyimser yaklaşımın tam tersine, tekelci kapitalist toplumlarda derin bir vasıfsızlaşma sürecinin yaşandığını, bu nedenle de vasıflı işgücünün giderek artan bir biçimde üretim süreçlerinden dışlandığını ileri sürer. Braverman, kapitalist toplumlarda, emek süreci üzerindeki yönetsel kontrolün arttırılması ve böylece geleneksel işlerin giderek daha fazla parçalanması, rutinleşmesi nedeniyle, vasıflı işçilerin, iyimser yaklaşımın iddia ettiği gibi “yeni beceriler” kazanmak bir yana, mevcut becerilerini bile yitirdiğini savunur. Kendisinin “Babbage ilkesi” olarak adlandırdığı bu parçalanma süreci, ona göre, “kapitalist toplumlardaki tüm çalışma biçimlerinde yürürlükte olan temel bir eğilim”dir (1974:82). Bu vasıfsızlaşma tezine göre, emek sürecindeki her adım, işçilerin uzmanlık bilgilerinden kurtarılmaya ve en basit biçime indirgenmeye başlanmıştır. Braverman, bu süreçte esas, belirleyici rolün, yönetim tarafından oynandığı görüşünü savunur.
Braverman, kendi “vasıfsızlaşma” teorisini, Marx’ın orijinal emek süreci teorisine dayandırır. O, Marx’ın teorisinin özellikle üç veçhesini vurgulamaktadır: 1) Sermayenin, satın aldığı emek gücü potansiyelini, kendi kontrolü altında emeğe dönüştürerek gerçekleştirme ve bu nedenle de emeğin yabancılaşma koşullarını yaratma zorunluluğu; 2) yönetimin kaynağının, daha önce varolanlardan hem kapsam hem de tür bakımından oldukça farklı yeni bir sosyal üretim ilişkileri çerçevesinde, işverenlerin iradesini empoze etmenin en uygun ve etkili araçlarını bulma mücadelesinde yatması; ve 3) zanaatlerin basit dağıtımı yerine, işin sistematik alt-bölünmesine dayanan işbölümünün sadece kapitalist üretim tarzında genelleşmiş oluşu (Bkz: Thompson, 1989:78).
Görülebileceği gibi, Braverman, aslında geleneksel Marksist emek süreci teorisini günün, yani tekelci kapitalizmin koşullarına uyarlamaya çalışmaktadır. O, Marx’a dayanarak, kapitalistlerin işçinin “emek gücünü” satın aldıktan sonra, bu potansiyel gücü gerçek emeğe çevirmek zorunda olduklarını; bunun da, üretim süreci içinde belli bir kontrol uygulamasını gerektirdiğini söyler. Burada Braverman, Marx’ın bu kontrol uygulamasına ilişkin iki temel kavramını kullanır. Bunlardan biri, işçiler ve doğal olarak onların sahip olduğu becerilerin, kapitalistin kontrolü altında emek sürecine çekildiğinde ortaya çıkan emeğin biçimsel tabiliği; ikincisi ise, ilkini izleyen, bilim ve teknolojinin artan bir biçimde üretim alanına sokulmasıyla sağlanan emeğin gerçek tabiliği kavramlarıdır. Braverman, yeni teknolojik gelişmelerin emeğin gerçek tabiliğini sağlamaya yönelik süreçlerle iç içe geçtiğini, bu nedenle de ideolojik/politik içermeler taşıdığını savunur.
Braverman, emek sürecinin teknik dönüşümler ve bilimsel yönetimle ilişkili işin yeniden-örgütlenmesi tarafından etkilendiğini düşünmektedir; ancak yine ona göre, vasıfsızlaşma, sadece bilim ve teknolojinin sermaye ile işbirliğinin ürünü değil, aynı zamanda Taylorizm2 le de karşılıklı ilişkiler içinde olan bir süreçtir. Braverman’a göre, hem bir kontrol sistemi hem de bir vasıfsızlaştırma aracı olarak Taylorizm, birbirine bağlı üç temel ilkeyi içermektedir: 1) Emek süreci bilgilerini birleştirme ve geliştirme; 2) Bu bilgileri sadece yönetimin ellerinde yoğunlaştırma; ve nihayet 3) Bu bilgi tekelinin, emek sürecinin her adımının ve kontrol tarzının belirlenmesi amacıyla kullanılması (1974: 119). Taylorizmin ayırt edici çehresini, “atölyelerde zihinsel ve bedensel emek ayrımını kurmak” olarak tanımlayan bazı Marksistlere karşı Braverman, çok daha doğru bir biçimde, Taylorizmin tasarım ve uygulama ayrımına dayandığını savunur. Böylece o vasıfsızlaşma sürecinin, sadece kol emeğini değil, aynı zamanda birçok zihinsel emek biçimini de içerebilecek boyutlara ulaştığı sonucuna varır. Kısaca özetlemek gerekirse Braverman, iyimser yaklaşımın aksine, modern kapitalist toplumlarda, birinci olarak tüm vasıflı işlerin azaldığını; ikinci olarak, üretim ve bakım işlerine ilişkin becerilerin her ikisinin de önemini kaybettiğini; ve nihayet üçüncü olarak da, vasıfsızlaşma eğiliminin sadece imalat endüstrisini değil, aynı zamanda beyaz yakalı işleri de kapsadığını savunmaktadır (Bkz. Thompson, 1989: 26).
Bu genel vasıfsızlaşma eğiliminin işgücünün yapısı üzerindeki etkilerini değerlendirirken, Braverman’ın işin doğasında meydana gelen değişmelere ilişkin görüşlerinin aksine, oldukça “iyimser” bir bakış açısına sahip olduğu söylenebilir. Kuşkusuz, bir Marksist olarak Braverman’ın iyimserliği, mevcut duruma değil, geleceğe yönelik bir iyimserliktir. O, vasıfsızlaşma sürecine değil, fakat onun potansiyel sonuçlarına olumlu bakmaktadır. Başka bir ifadeyle, Braverman, Marksist teorinin kapitalizmin “kendi mezar kazıcısı”nı bizzat kendisinin yarattığı inancını paylaşmaktadır denebilir. Bu çerçevede o, vasıfsızlaşma sürecinin doğal sonucunun işlerin homojenleşmesi ve bayağılaşması olduğunu, bunun da işgücünün giderek artan oranda proleterleşmesine yol açtığını ya da açacağını iddia eder. Bu bakımdan, onun vasıfsızlaşma/homojenleşme/proleterleşme bağıntısını içeren tezinin, Marx’ın rekabetçi kapitalizm koşullarında ortaya atmış olduğu sınıfsal kutuplaşma öngörüsünün, tekelci kapitalizm döneminde de geçerliliğini koruduğunu kanıtlamaya yönelik olduğu söylenebilir. Gerçi Braverman’ın işçi sınıfı devrimci değildir; ancak vasıfsızlaşma, emeğin genel koşullarının artan benzerliği bakımından birleştirici bir fenomen olarak görülmektedir ki, bu da en azından potansiyel olarak sınıfın devrimcileşme olasılığının ortaya çıkması olarak yorumlanabilir (Giddens 1987:287). Dolayısıyla Braverman, burjuvalaşma ve farklılaşma tezlerinin tam tersine, hem endüstriyel hem de hizmet sektörlerinde genel ve kaçınılmaz bir proleterleşme eğiliminden söz ettiğinde, doğal olarak Marksist dikotomik sınıf yapısı anlayışının geçerliliğini hâlâ koruduğunu kanıtlamayı da üstlenmiş olmaktadır.
Braverman’ın işçi sınıfının geleceğine yönelik bu iyimser yaklaşımı, Marx’ın kapitalizm koşullarında emek sürecinde meydana gelen değişmelerin, kollektif işçi3 doğrultusundaki başka bir eğilimle tamamlandığı fikrine dayanmaktadır. Gerçekten de, Marx gibi o da, işçileri kendi öznel işbirliği biçimlerinden ve öz inisyatiflerinden ayırmış olan sermayenin, aynı süreç içinde kaçınılmaz olarak emeğin nesnel sosyalleşmesini de yarattığı görüşünü savunur (Bkz: Thompson, 1989:51). Başka bir ifadeyle, Braverman’a göre, kapitalizmin kendi sınırlı tarihi içinde gerçekleştirdiği “kötülük”ler, aslında genel insanlık tarihinde “iyi” sonuçlar vermeye eğilimlidir: İşçilerin güçsüzleştirilmesi, aslında kollektif işçinin güçlenmesine yol açmaktadır ki, bu gelişme aynı zamanda soyut emeğin somut emeğe rağmen kazandığı bir zafer olarak da yorumlanabilir. Ancak, daha önce de değinildiği gibi, bu “zafer”in işçi sınıfının geleceği bakımından taşıdığı anlamın ne olduğu, oldukça tartışmalı bir konudur. Braverman, bunu zımni olarak da olsa, proletaryanın kollektif işçi kimliği altında nihai zaferini olanaklı kılan nesnel bir gelişme olarak yorumlar; ancak başka Marksistler, örneğin Gorz,4 aynı gelişmenin kapitalizmin zaferi olduğu görüşündedir. Gorz, kollektif işçiyi doğuran sürecin, soyut emeğin somut emeğe rağmen değil, bizzat onun üzerinde kazandığı bir zafer olduğunu ve bu durumda somut işçilerin tek kaybeden tarafı oluşturduğunu söyler.
Gorz’a göre, beklenenin aksine, önce otomizasyon sonra da enformatik, meslekleri ve girişim olanaklarını ortadan kaldırmış ve mevcut vasıflı işçilerin yerine yeni tür bir vasıfsız işçiyi getirmiştir. O, profesyonel işlerin yükselişinin, işçilerin fabrika içindeki iktidarlarının ve anarko-sendikalistlerin tasarılarının, önce Taylorizmin, daha sonra da “Bilimsel İş Örgütlenmesi”nin ve nihayet enformatik robotlaşmanın kapattığı bir parantezden başka hiçbir şey olmadığı görüşündedir. Gorz, daha da ileri giderek sermayenin, işçinin üretim üzerindeki iktidarını azaltmayı başardığını; üretimin potansiyel güçlerinin dev boyutlardaki yayılmasıyla işçi özerkliğinin yıkılmasını bağdaştırmayı bildiğini, ileri sürer. Bu vasıfsızlaştırma ve güçsüzleştirme süreci sonunda, Gorz’a göre, proletaryanın birliği, evrensel güç olarak emek, proleterlerin bilincinin dışına kaymıştır. O, bu süreci şöyle betimler: “Dünyayı ve tarihi üreten bir sınıfın kollektif ‘her şeye kadir’liği, üyelerinde ben-bilincine sahip özneye dönüşme gücünden yoksundur. Kollektif olarak, üretim güçlerinin tümünü geliştiren ve kullanan sınıf, bu bütünü kendine mal etme yani onu kendi amaçlarına göre kullanma ve öz olanaklarının bütünü olarak algılama gücüne sahip değildir. Kısacası kollektif işçi, proleterlere oranla dışarıda kaldı. Kapitalist gelişme ona öyle bir yapı vermiştir ki, etten kemikten yapılı proleterlerin onda kendilerini bulması, onunla özdeşleşmesi onun kendi öz gerçeklikleri ve güçleri olarak sindirmesi olanaksızdır” (1976: 26).
Gorz, şimdilik sadece büyük ölçüde doğruluk payı içerdiğini söylebileceğimiz bu saptamalarla yetinmez, daha ilerilere gider. İşçi etkinliğinin artık hiçbir iktidar içermediğini ve emeğin artık, emekçiye özgü bir etkinlik olmadığını bir kez daha vurgular (1986:72) ve devam eder: “Artık sözkonusu olan, iktidarı, bir işçi olarak ele geçirmek değil işçi olarak çalışmama hakkını ele geçirmektir. Sözkonusu olan kesinlikle başka bir iktidardır. Sınıfın bizzat kendisi buhrana girmiştir.” Ancak Gorz, bunun “fiilen mevcut bir işçi sınıfının” buhranı olmaktan çok, bir mitosun ve ideolojinin buhranı olduğunu savunur. Çöken aslında, Marx’ın zamanında bir ara kendisini gösteren, ama artık asla varolmayan bir proletaryaya ilişkin fikirlerdir. Çünkü, yine Gorz’a göre, günümüzde üretken kollektif işçi yerine, bizzat varolan toplumun içinde, sınıfların tıpkı işin kendisi ve tüm egemenlik biçimleri gibi ortadan kaldırılacağı bir olmayan-toplumu önceden yansıtan olmayan-işçilerin olmayan-sınıfı ortaya çıkmıştır. (1986:73).
Gorz’a göre, “geleneksel işçi sınıfı, artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey değildir” ve nüfusun çoğunluğunu, “üretimden, işin yok edilmesi süreciyle atılmış ya da entellektüel emeğin sınaileştirilmesi yoluyla yeteneklerinin altında iş gören kişilerin tümünü” kapsayacak biçimde tanımladığı olmayan-işçilerin olmayan-sınıfı oluşturmaktadır (1986:74). Yine Gorz’a göre, bu yeni proletaryanın başlıca özellikleri, onun Marx’ın proletaryasından farklı olarak artık işiyle tanımlanmaması; kendilerini ne işçi sınıfına ne de herhangi bir başka sınıfa ait hissetmeleri; toplumsal işi, kendi muhtemel iktidarlarının kaynağı olarak değil, tam tersine kendi iktidarsızlıklarının kaynağı olarak görmeleridir (1986:75).
Biz burada, ne Gorz’un tanımladığı bu olmayan-işçilerin olmayan-sınıfının nasıl olup da, varolan kapitalizme alternatif bir olmayan-toplumu tasarlayabileceği, ne de Gorz’un açıklamalarındaki olmayacak-ütopik boyut üzerinde duracağız. Amacımız sadece, işçi sınıfının geleceği bakımından vasıfsızlaşma tezinin, Braverman’ınkinden farklı bir yorumunu göstermekti. Şimdi, genel olarak, bu vasıfsızlaşma teorisinin eleştirisine geçebiliriz.
FORDİZMDEN POST-FORDİZME:
“VASIFSIZLAŞMA TEZİ”NİN ELEŞTİRİSİ
Kanıtlar, vasıfsızlaşma tezinin, yaygın bir biçimde Fordizm olarak adlandırılan dönemdeki kitle üretiminin geneli için doğru olduğunu göstermektedir. Vasıfsızlaşmanın, yeni teknolojinin 1970’lerdeki erken aşamalarında da büyük ölçüde geçerli olduğu söylenebilir (Thompson, 1989:217). Ancak aynı şey 1980’ler ve sonrası için de söylenebilir mi?
1980’ler boyunca, çağdaş kapitalizmin analiziyle uğraşan araştırmacılar, yoğun bir biçimde Fordizmden “post-Fordizm” olarak adlandırılan yeni bir döneme geçiş konusu üzerinde durdular. Post-Fordizm teorisi olarak adlandırılabilecek bir araştırmaları, temel olarak üç okula ayırmak mümkün görünüyor: Aglietta’nın “Düzenleme Okul”u, Piore ve Sabel’in “Kurumsalcı O-kul”u ve Atkinson’ın “Yönetsel Okul”u (Bagguley, vd. 1990:18). Bunlardan birincisi, bu yeni dönemin, vasıfsızlaşma teorisinin öngörülerini doğruladığını; diğer ikisi ise, bu dönemin “esnek uzmanlaşma” ya da “işlevsel uzmanlaşma” sürecini içerdiğini ve dolayısıyla vasıfsızlaşma teorisini geçersiz kıldığını savunur. Şimdi kısaca, bu okulların konuya ilişkin görüşleri üzerinde durmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi, Fordist ekonomik yapının merkezî ögesi, kitle tüketimiyle eklemlenmiş bir kitle üretimidir. Bu yapı içinde, aynı ürünün farklı bölümleri, bir parçanın üretimi için tayin edilmiş özelleşmiş makinaların kullanımıyla üretilir. İşler büyük ölçüde vasıfsız ya da yarı-vasıflıdır ve karmaşık kontrol hiyerarşileri içinde düzenlenmiştir. İnceltilmiş Taylorist örgütlenme ilkeleri altında işleyen Fordist üretimin en aşırı biçimlerinde, birçok ayrıntılı iş yaratılmış ve böylece son derece parçalanmış bir işbölümü sağlanmıştır. Post-Fordist dönemde ise, farklı bir yönelim gözlenmektedir. Bu çerçevede Fordizmin temel çehresi, iş hayatında özelleşme ve parçalanma, tüketimde ise tek biçimlilik iken; post-Fordizmin özünü, kitle piyasalarının parçalanmasını izleyen geniş iş sınıflamaları ve emek esnekliği oluşturmaktadır. Üretim açısından post-Fordizm, hem imalat hem de hizmet sektörlerinde, farklı ürün dizinlerini üretebilecek esnek sistemler geliştirme doğrultusundaki bir eğilimi temsil etmektedir. Bu değişmeler, doğal olarak yansımasını emek esnekliği talebinde bulmuştur. Yukarıda sözü edilen üç okul da ortak bir biçimde hem işlevler arasındaki yatay hem de otorite hiyerarşisi içindeki dikey katı iş sınıflamalarının kırılmasını vurgular (Bagguley, vd., 1990: 19). Ancak, daha önce de söylendiği gibi, bu “emek esnekliği”nin yorumlanması bakımından Aglietta, diğerlerinden daha farklı, deyim yerindeyse daha kötümser bir görüşe sahiptir.
Aglietta’ya göre post-Fordizm denilen şey, aslında Fordist ilkelerin, yeni teknolojiyle ilişkili bir biçimde imalat endüstrilerinde yoğunlaştırılmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle o, bir “neo-Fordizm” teorisi sunmaktadır. Aglietta, analizini kapitalizmin birbirini izleyen iki farklı “birikim rejimi”ni karşılaştırarak başlatır. Ona göre kapitalizm, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar, rekabetçi düzenleme altındaki bir “yaygın birikim rejimi’ni yaşamış ve bunu tekelci düzenleme altındaki “yoğun birikim rejimi” izlemiştir. Aglietta, yaygın birikim rejiminin, artık değerin emek sürecinin geleneksel örgütlenme tarzlarının değiştirilerek arttırıldığı bir dönem olduğunu söyler. Bu dönemde işverenler, sadece makina sayısını arttırarak ve çalışma süresini mümkün olduğunca uzatarak, artık değerlerini yükseltmeye çalışmışlardır. İşgücü, sivil toplumda çok az bir devlet müdahalesiyle, geleneksel ve metalaştırılmamış bir tarzda yeniden-üretilmiştir (1987:71). Yoğun birikim rejimi ise, tam tersine sosyal yaşamın yaygın metalaştırılmasıyla birlikte ortaya çıkmış ve göreceli olarak yüksek işçi ücretlerine dayanan belli bir “tüketim normu” geliştirmiştir. Bu dönemde kapitalist gelişmenin odağı, emek sürecinin dönüştürülmesine yönelik bir ilgiden, işgücünün yeniden-üretimine yönelik ilgiye çevrilmiştir. Aglietta, yoğun birikim rejiminin en gelişmiş biçimini, Fordizm döneminde kazanmış olduğunu savunur (1987:116-117).
Aglietta’ya göre Fordizm, hazır bulduğu Taylorizmi iki alanda derinleştirmiştir. İlkin, yarı-otomatik mondaj bandı geliştirilmiş ve böylece materyaller çalışma istasyonları arasında hareket edebilir hale getirilmiş ve makinalar özgül üretim görevlerine tayin edilebilmiştir. İkinci olarak, yarı-vasıflı işler yaratılmış ve böylece işçiler hız ve ritmleri makinalar tarafından belirlenen sınırlı özgül görevler dizini içinde sabitlenebilmiştir. (1987:118-119). Ancak, yine Aglietta’ya göre, işin bu sürekli parçalanma sürecinin, Fordizmin krizini yaratan belirli sınırları vardır. O, bu krizi, temelde ücret ilişkisinin yeniden-üretim krizi olarak tanımlar. Aglietta’ya göre, bu krizin çözümü neo-Fordizmin geliştirilmesidir.
Bütünsel bir sistem olarak örgütlenmiş ve planlanmış, kendi işlemlerini kendileri kontrol eden makinalar, işte neo-Fordizmi bunlar karakterize etmektedir. (Aglietta, 1987: 123-125). Üretimde mikro-elektro-niğin kullanımı, imalat endüstrilerinin sistemlerine yeni bir esneklik kazandırır. Bu esneklik de, üretim planlamasının merkezileştirilmesine, buna karşılık üretim birimlerinin ademi-merkezileştirilmesine olanak verir. Bu kısmen mekansal olan süreçler, işçi sınıfının küçük üretim birimleri arasında giderek artan parçalanmasına yol açar. Nihayet son çözümde Aglietta, bu iş esnekliğinin doğuşunu, diğerlerinin tersine, “Çok-becerili”liğin ortaya çıkması olarak değil, vasıfsızlaşmanın daha ileri bir yoğunlaşması ve yaygınlaşması olarak değerlendirir (1978:129).
Piore ve Sabel’in (1984) “Kurumsalcı Okul”u ise, tam tersine yüksek teknoloji kullanan modern endüstrilerin, zihinsel ve bedensel becerileri yeniden birleştirerek, Taylorizm ve Fordizmden farklı bir iş örgütlenmesi yarattığını savunmaktadır. Piore ve Sabel, kitle üretiminden “esnek uzmanlaşma”ya geçiş sürecinden söz etmektedirler. Onlar, Aglietta’dan farklı olarak, Fordizmin gelişmesi ve krizinde temel belirleyici faktör olarak piyasayı görmekte ve Fordizmdeki teknolojik değişme ve düzenleme kurumlarının biçimlendirilmesinde sosyal mücadelelere büyük bir nedensel önem atfetmektedirler. Piore ve Sabel, aynı zamanda esneklik doğrultusunda, hareket eden büyük firmalar ile bunlara bağlı olarak işleyen küçük firmalar arasında önemli bir ayrım yaparlar ki, bu son durum onların “esnek uzmanlaşma” olarak adlandırdıkları şeydir.
Sabel (1982), başlangıçta bu değişmeleri, üretim ve tüketim arasındaki yeni bir denge biçimi olarak tanımlar. Bu denge içinde, beceri ve kontrol bakımından kitle üretimiyle belli bir süreklilik vardır; ancak hem işgücü hem de teknoloji bakımından, bunların farklılaşmış ve değişken piyasalara uyum sağlayabilmeleri için daha esnek ve daha ademi merkeziyetçi yöntemler sözkonusudur. Ancak, daha sonra ortaya çıktığı varsayılan değişmeler, daha cesur biçimde sunulmuştur. Şimdi, kitle üretimi ve kitle piyasalarının doymuş olduğu ve talebin uzmanlaşmış piyasalardaki geniş bir ısmarlama (customized) mallar varyetesine yönelmiş olduğu söylenmektedir. Esnek uzmanlaşma yaklaşımına göre, bu durumda, esnek imalat sistemleri ve gelişmiş imalat teknolojisi biçimleri, zanaat benzeri üretim yöntemleriyle değiştirilmek durumundadır. Çünkü bu yöntemler, programlamaya daha uygundur ve daha kısa sürelerde inşa edilebilirler. Bu da, ürün ve süreçlerin operatör bilgisine dayalı ve belli bir esnekliği içeren, iş örgütlenmelerini gerektirir. Esnek uzmanlaşma yaklaşımına göre, bütün bu gelişmeler işçiler, yöneticiler ve tasarımcılar arasında ve içinde işbirliğine dayalı pratiklerin önemini arttırmıştır. Bu yaklaşımı savunan yazarlar, daha genel olarak, “işçi becerilerinin daha büyük bir kısmını kullanan, vasıflı işe atılmayı özendiren, öz disiplin ile karar almayı cesaretlendiren ve sorumluluğun, sürekli bir üretim akışı içinde dağıtılmasını olanaklı kılan” (Streek, 1987: 298) yeni bir iş örgütlenmesinden söz ederler. Bu yeni iş örgütlenmesinin en çok ihtiyaç duyduğu şey de, “çok- becerili” yeni bir işgücü stoğudur.
Nihayet esnek uzmanlaşma tezini destekleyen ikinci önemli görüş, Atkinson’un “Yönetsel Okul”unun geliştirmiş olduğu “işlevsel esneklik” modelidir. Atkinson (1984), “esnek firma” modelini, ikili emek piyasası analizi üzerinde kurar. O, işgücünü merkez ve çevre işçileri olmak üzere iki ana kategoriye ayırır. Buna göre, merkez işçiler, sürekli sözleşmeli, yüksek vasıflı ya da çok-becerilidir ve bu nedenle de iş örgütünün etkinliği için temel ve vazgeçilmez olan rolleri yerine getirirler. Değişik çevre alanlarındaki işçiler ise, geçici sözleşmeli ve part-time işlerde çalışan büyük ölçüde vasıfsız ya da yarı-vasıflı işçilerden oluşmaktadır. Atkinson, her iki işçi kategorisinin de farklı esneklik biçimlerine maruz kaldığını savunur. Ona göre, merkez işçileri, belli bir iş güvenliğine sahiptir ve işlevsel esnekliğe ayak uydurabilecek kadar iyi kazanç koşullarına sahiptirler - yönetimin yetkisi, onları üretimin gereklerinin dayattığı etkinlikler arasında dağıtmaktır. Çevre işçileri ise, sayısal olarak esnetilebilir durumdadırlar. Yine üretimin gerektirdiği biçimde, ya part-time işlerde çalıştırılırlar ya da yılın belli dönemlerinde işten çıkarılırlar.
Şimdi sorulması gereken soru şu: Post-Fordist dönemde iş örgütlenme tarzında ortaya çıkan değişmelerin, vasıfsızlaşma tezi bakımından sonuçları nedir? Bu gelişmeler karşısında, Braverman ve Gorz’un geliştirmiş olduğu teori geçerliliğini yitirmekte midir? “Esnek uzmanlaşma” teorisyenlerinin söylediği gibi, post-Fordist dönem, Taylorizmin kara bulutlarını dağıtan, başka bir ifadeyle vasıfsızlaşma eğitilimini tamemen tersine çeviren, farklı bir süreç mi başlatmıştır? Yoksa, Aglietta’nın ‘Düzenleme Okulu’nun da vurguladığı gibi, sadece eski eğilimin daha da derinleşmesi anlamına mı gelmektedir?
Bazı yorumcuların işaret etiği gibi “esnek uzmanlaşma” teorisi, modern koşullarda ortaya çıkan birçok değişmeyi oldukça doğru bir biçimde açıklamasına rağmen, aslında, otomasyonun endüstri-sonrası toplumlardaki “altın çağı”na ilişkin erken iyimserlikle aynı ailedendir. Wood’un hoş bir biçimde “Bravermania”dan Chbermaia “ya geçiş” olarak tanımladığı (Akt: Thampson, 1989:228) “esnek uzmanlaşma” teorisi, birçok bakımdan yeni bir analiz olmakla birlikte, aslında bir bakıma eski otomasyon romantizmine bir geri dönüş niteliği taşımaktadır. Burada yeni olan öge, piyasa ve tüketicilerin hükümranlığı hakkındaki moda kabullenmedir. Tıpkı iyimser yaklaşımın ilk temsilcileri gibi, “esnek uzmanlaşma” teorisyenleri de, “yöneticilerin çok-becerili bir işgücüyle uyum içinde işbirliği yaptığı ütopik bir fabrika” tasarlamaktadırlar (Hyman, 1988:3-4). Ancak, birçok çağdaş ampirik araştırmanın sonuçları, bu tasarımları pek desteklememektedir. Evet, imalat işçilerinin giderek artan bir bölümünün “çok-becerili” hale geldiği, doğrudur; ancak ampirik kanıtlar bunun, “esnek uzmanlaşma” teorisyenlerinin yaptığı gibi, eski zanaat emeğinin yeniden canlanması olarak yorumlanamayacağını da gösteriyor. Esnek imalat sistemlerini inceleyen birçok araştırmacı, Taylorist ilkelerin, hâlâ iş örgütlenmelerini belirleyen temel ilkeler olduğu gerçeğini vurgulamaktadır. Örneğin, Shaiken ve arkadaşları, esnek üretim birimlerindeki iş süreçlerinin analizi sonrasında şu sonuca varırlar : “Yeni teknolojilerin kullanıldığı atölyelerdeki yöneticiler, 19. yüzyıl zanaat üretimini değil, otomize edilmiş fabrika ya da sürekli süreç atölyesini amaçlayan bir yönelim içindedir. Onlar, esnek teknolojiyi vasıflı işçilerle birleştirmek yerine, daha çok, planlama sorumluluğu ve özerkliğini atölyeden koparmaya çalışmaktadır.” (1986:18). Kısacası, Thompson’un da vurguladığı gibi, çok- becerililik ve vasıflı çevreler, Taylorizmden mutlak değil, kısmî kopmalar olarak değerlendirilmelidir. (1989:228). Dolayısıyla post-Fordist dönemdeki yeni uygulamaları, eskisiyle belirli süreklilikler koruyan yeni bir esnek-Taylorizm paradigması olarak yorumlamak da mümkündür.
Peki ama, “vasıfsızlaşma tezi’nin geçersizliğini kanıtlamaya çalışan “esnek uzmanlaşma” teorisinin yetersizliklerini göstermek” güneşin altında yeni bir şey olmadığı”, yeni vasıfsızlaşma tezinin açıklayıcı gücünü hâlâ koruduğu anlamına gelir mi? Yeni gelişmeler karşısında, bu tezin gözden geçirilmeye muhtaç yönleri yok mudur? Kapitalist sistemin yapısal krizini, “ilahi adalet”in gerçekleşeceği bir “kıyamet” olarak değil, en azından şimdilik sistem tarafından “içselleştirilmiş” olan bir yaşam biçimi olarak görmeyi ve yaşamayı göze alanlar açısından, bunlar, kuşkusuz yanıtlanması gereken önemli sorulardır.
Gerçekten de, emek süreçlerinin analiziyle uğraşan birçok çağdaş araştırmacı, gerek Braverman gerekse Gorz tarafından formüle edildiği biçimiyle “vasıfsızlaşma teorisi”nin önemli yetersizlikleri ve ciddi problemleri olduğunu vurgulamıştır. Bu eleştirel değerlendirmelerden yola çıkılarak, “vasıfsızlaşma teorisi’nin birbirine bağlı iki temel zaafı olduğundan söz edilebilir: 1) Teknolojik vasıfsızlaşma potansiyeli, genelde bu potansiyeli sınırlandıran ve biçimlendiren faktörlerin ayrıntılı analizi aleyhine daha çok vurgulanmış; ve bu nedenle 2) işçi sınıfının “gerçekten olduğu gibi” çok boyutlu bir resmi verilememiş; bu da homojenleşme beklentisi içinde, işçi sınıfı içindeki önemli bölünme ve farklılaşmaları görmeyi engellemiştir. Kuşkusuz bu zaaflar, teorinin kavramsal yapısındaki belirli tutarsızlıklardan ve bu yapının içerdiği bazı kavramların doğasındaki belirsizliklerden kaynaklanmaktadır.
Vasıfsızlaşma teorisinin eleştirel değerlendirmesi, bu teorinin içerdiği iki temel kavram üzerinde odaklandırılabilir. Bunlardan birincisi, tekelci kapitalizm koşullarında yaşanan “vasıfsızlaşma” sürecini açıklarken kullanılan temel kavramlardan biri olan “beceri” kavramıdır. Birçok yorumcu, vasıfsızlaşma teorisinde “beceri” kavramının doğasının pek açık olmadığı; açık olduğu yerlerde de eski zanaat becerilerinin idealize edilmiş nitelikleri çerçevesinde tanımlandığı görüşünü paylaşmaktadır. Örneğin Michale Rose, Braverman’ın Labor and Monopoly Capital adlı çalışmasının, “aslında çok da abartma sayılmayacak biçimde, Sermaye denen kötü bir varlık ile zanaatkâr denen trajik bir kahraman hakkındaki parlak bir polemik ahlak hikayesi olarak” yorumlanabileceğini söyler (1987:21) Aynı doğrultuda olmak üzere Thompson da, vasıfsızlaşma literatüründe beceri kavramının sistematik bir tanımının yapılmadığını,; bu kavramın, yanlış bir biçimde ustalık (dexterity) kavramıyla karıştırıldığı yorumunu getirir. Yine Thompson, bu teorinin emek süreci analizi çerçevesinde ortaya koyduğu genel imajda, beceri kavramının, büyük ölçüde bilgiye, tasarım ile uygulama birliğine ve işgücü tarafından uygulanan kontrol düzeyine dayalı olarak tanımlandığını, bunun da, becerilerdeki azalmanın esas olarak zanaat perspektifinden algılanmasına yol açtığını savunur.
İşin ve işgücünün modern koşullarda yaşamakta olduğu değişmeleri zanaat perspektifinden değerlendirmenin yarattığı üç temel sorun vardır. Birincisi, günümüzde endüstriyel nüfusun büyük bir kısmı zaten fabrika dışı mesleklerde çalışmaktadır. Örneğin taşımacılık ve madencilik gibi mesleklerde çalışan kol işçileri belirli becerilere ve kendi işleri üzerinde özgül bir kontrole sahip olmakla birlikte, ayrı makinalarda somut işlemleri yerine getiren fabrika işçileriyle kesinlikle karıştırılamazlar. Üstelik imalat endüstrilerinde bile, zanaat niteliği küçük bir işçi azınlığında cisimleşmiştir. Dolayısıyla, zanaat işçilerine böylesi aşırı bir önem atfederek, onları zanatkâr olmayan işçilerden ayıran bir analiz kurmak, oldukça yetersizdir. Çünkü bu zanatkâr olmayan işçiler de, genelde, kendi özgül becerileri, ödülleri ve çalışma koşulları bakımından sermayeden gelen benzer baskılara maruzdurlar (Thompson. 1989:97).
Zanaat perspektifinin yarattığı ikinci temel güçlük, varolan becerilerdeki azalmayı vasıfsızlaşmanın kanıtı olarak alması ve doğal olarak kazanılan yeni becerileri gözardı etmesidir. Bu da, vasıfsızlaşma eğiliminin tüm işgücünün kaçınılmaz “kader’i olarak yorumlanmasına ve dolayısıyla işçi sınıfı içindeki beceri düzeyi farklılıklarını önemsizleştirmeye yol açmaktadır. Oysa birçok çağdaş araştırma, bazı vasıfsızlaşma düzeylerinin varlığını kabul etmekle birlikte, aynı zamanda işçi sınıfı içindeki beceri kutuplaşması olgusuna da dikkat çekmektedir. Örneğin Crampton ve Jones, kompütürleşmenin düşük düzey işlerin yüzde 90’ını vasıfsızlaştırmış olmasına rağmen, hiyerarşik kariyer merdivenlerinin varlığının, çoğu erkek işçiyi rutin işlerden kurtardığını bulgulamışlardır. Gerçekten de, bu işlerde tasarım ve bakım gibi göreceli beceri gerektiren görevler erkeklere, operatörlük gibi rutin işler de kadınlara ayrılmıştır (aktaran: Thompson, 1989: 215). Aynı doğrultuda olmak üzere Penn de, teknik değişmelerin günümüzde hem vasıflılaşma hem de vasıfsızlaşma süreçleri ürettiğini savunan “dengeleyici” bir teori geliştirmiştir. Bu teoriye göre, modern teknolojideki gelişmeler sonucunda üretim becerileri azalırken, bakım becerileri artmakta; aynı zamanda bakım becerileri içinde de elektroniğe dayalı olanlarda artış gözlenirken, mekanik temelli becerilerde belli bir azalma eğilimi yaşanmaktadır (1990:20).
Nihayet üçüncü olarak zanaat perspektifi idealize edilmiş bir zanaat işini, vasıfsızlaşma sürecinin tümünün açıklamasında bir hareket noktası olarak kullanmaktadır ki, bu da modern işlerin doğasına ilişkin aşırı ölçüde karamsar bir yaklaşım geliştirilmesine yol açmaktadır. Gerçekten de vasıfsızlaşma teorisi, işin bayağılaşmasından söz etmektedir ki, bu modern işlerin yabancılaştırıcı niteliklerinin artması anlamına gelmektedir. Ancak, vasıfsızlaşma teorisi, burada bir kez daha modern gelişmeleri tam anlamıyla açıklama bakımından yetersiz kalmaktadır. Birincisi, bayağılaşma denen şey, çalışmanın genel çehrelerinden çok daha geniş bir alana yayılan fenomenler tarafından etkilenen, bir deneyim konusudur. Birçok çalışma deneyimi, beceri ve yaratıcılığın ortadan kalkması nedeniyle, şimdi çok daha yabancılaştırıcı hale gelmiş olmasına rağmen, bazı araştırmacılar, başka fenomenlerin bu durumu olumlu bir yaşantıya çevirebileceğini göstermektedir. Örneğin Tepperman, büro işlerinde çalışan kadınların, yaptıkları işlerden “gurur” duyduklarının ve bunun kısmen ekonomik açıdan bağımsızlık kazanma, kısmen problem çözme becerilerinin korunması yüzünden, fakat aynı zamanda da kadınların yaptığı büro işlerinin anlamsız ve önemsiz olarak damgalanmasına yönelik bir tepkiden kaynaklandığını bulmuştur (1976: 7-9). Üstelik, büro ve diğer alanlardaki gelişmiş makinaların “hünerlilik” yönü, bunları kullanan kişilerle, yeni becerilerle olumlu bir özdeşleşme de yaratabilir, hatta bu beceriler operatöre değil, makinaya ait olsa bile! İkincisi, yine çok sayıda inceleme işin bayağılaşmasının doğal bir eğilim olmadığını, bu nedenle kapitalizmin tek bir teknolojik yönelime sahip olduğunun savunulmayacağını göstermiştir. Birçok araştırmacı, modern dönemde sermayenin “çalışma problemleri”ni çözümleyebilmek amacıyla işi zenginleştirme, yani mevcut işlere daha fazla inisyatif, katılım ve sorumluluk gerektiren görevlerin eklenmesi; iş genişletilmesi, yani daha önceden parçalanmış olan işlerin, daha anlamlı bütünler içinde birleştirilmesi; iş rotasyonu, yani işçilerin farklı dönemlerde farklı görevlere tayin edilmesi; ve yarı-özerk çalışma grupları gibi yeni uygulamaları devreye soktuğundan söz etmektedir (Pignon ve Qerzola, 1976; Bosquet, 1980). Kuşkusuz bütün bunlar, Marksist bir bakış açısından, yabancılaşmayı gideren değil, fakat arttıran yeni inceltilmiş önlemler olarak yorumlanabilir ve yorumlanmıştır. Ancak böylesi bir yorum, zanaat perspektifinin dayandığı beceri anlayışının eleştirisini gereksiz kılmamaktadır.
Kısacası, eğer yukarıda sözü edilen güçlükler aşılmak isteniyorsa, vasıfsızlaşma teorisi zanaat perspektifinden mutlaka kurtarılmalı ve modern koşulları karşılayabilecek biçimde revize edilmelidir. İlk adımda yapılması gereken şey kapitalistlerin ve kapitalizmin temel sorununun, işgücünü becerilerinden soymak değil, emek süreci üzerindeki kontrolü sağlamak ve yeniden-üretmek olduğunu saptamaktır. Kapitalizmin ilk dönemlerinde, zanaatkâr işçilerin üretim süreci üzerinde söz sahibi olmalarını sağlayan belli bir iş konrolü uyguladıkları ve bu nedenle sermayenin üretim süreci üzerindeki kontrolünün sağlanabilmesi için, bu iş konrolünün kırılması, bunun içinde zanaatkâr işçilerin genel iş becerilerinin ortadan kaldırılmasının zorunlu hale geldiği doğrudur. Ancak günümüzde, iş kontrolü ile emek sürecinin gerçek kontrolü arasında bir ayrım yapılması gerekir. Çünkü, 19. yüzyıldakinin aksine, günümüzde birincisi zorunlu olarak ikincisine yol açmamaktadır. Başka bir ifadeyle, işçilerin belli becerilere sahip olması ve belli bir iş kontrolü uygulamasını ellerinde tutması, artık sermayenin emek süreci üzerindeki gerçek kontrolünü tehdit etmemekte, tam tersine desteklemektedir denebilir. Kapitalizmin temel sorunu, kontroldür ve sermaye gerektiği zaman Friedman’ın söylediği gibi doğrudan kontrol ve sorumlu özerklik yollarını5 açan alternatif stratejilere sahiptir (Akt: Thomson, 1989:117). Gerçekten de, bugün sermaye için önemli olan, iş gücünü vasıfsızlaştırmak değil, belli özgül becerileri gerektiren bir çalışma ortamında kendi gerçek kontrolünü kurmak ve korumaktır.
Vasıfsızlaşma teorisinin benzer güçlüklere yol açan ikinci kavramı ise, proleterleşme öngörüsünü besleyen homojenleşme kavramıdır. Tıpkı “beceri” kavramı gibi, homojenleşme de vasıfsızlaşma literatüründe belirsiz bir biçimde tanımlanmıştır. Çünkü Thomson’ında vurguladığı gibi, tüm işlerin beceriler bakımından aynı eğilimlere maruz kaldığını söylemekle, tüm işlerin aynı olduğunu söylemek arasında hiçbir tutarlılık yoktur (1989:118). Bu durumu, proleterleşme sürecini ele aldığımızda daha iyi bir biçimde gösterebiliriz. Aslında büro işçilerinin beceri ve kontrol kaybına uğradıklarını söylemek, vasıfsızlaşma teorisinin zanaat perspektifini benimseyen biri için oldukça yanıltıcı olabilir. Çünkü birçok büro işi, çalışmanın genel koşulları ve doğasındaki değişmelerden çok sonra yaratılmıştır. Hatta proleterleşmenin yaşandığı yerlerde bile, büro emeğinin farklı koşulları, buralarda yaşananları fabrika işlerindeki vasıfsızlaşma süreci ile karşılaştırma aracı olarak homojenleşme kavramını geçersiz kılar. Jones’un söylediği gibi, Braverman “proleter biçimin” kendisini orta tabakalara dayattığı sonucuna vardığında ya indirgemeci ya da objektivisttir (aktaran: Thompson, 1989: 119). Oysa orta tabaka meslekler rutinleşme ve parçalanmadan etkilenmiş olsa bile, hâlâ diğer işçilerle ilişkilerinde sermaye adına önemli işlevleri yerine getiriyor olabilirler. Üstelik, daha önce beceri kavramını eleştirirken de söylediğimiz gibi, aynı şeyleri endüstriyel işgücü için de tekrarlamak mümkündür. Kısacası, çağdaş araştırmalar, vasıfsızlaşma teorisinin homojenleşme ve proleterleşme öngörülerini doğrulamamış, tam tersine, bu sürecin “tek bir homojen vasıfsız emek kitlesi yaratmadığı”nı, “sınırlı beceri ve özgül ustalık biçimlerinin eşitsiz bir varyetesini içeren kompleks ve içsel olarak farklılaşmış bir kollektif emek aygıtı yarattığı”nı göstermiştir (Elger, 1979: 82).
Özellikle post-Fordist dönemde belirginleşen genel eğilimlerden biri, belki de en önemlisi, işgücünün atomizasyonudur. Bu atomizasyon süreci içinde, işçi grupları arasında işyeri yönetimine yönelik dikey mücadelelerle birlikte ve belki de daha çok diğer işçilere yönelik yatay mücadele ve çatışma biçimleri ortaya çıkmıştır (Buroway, 1979). Vasıfsızlaşma teorisi, bu ikili işçi direnişlerinin etkilerini değerlendirme bakımından da önemli yetersizliklere sahiptir. Oysa birçok araştırmanın gösterdiği gibi, işçi direnişi vasıfsızlaşma sürecini sınırlandıran ve biçimlendiren önemli faktörlerden biridir. Hem dikey hem de yatay mücadele ve direniş biçimleri, beceri ve ödül düzeylerini korumada gerçekten başarılı olabilir ve burada sosyal dışlama (exclusion) mekanizmaları merkezî bir rol oynayabilir. Örneğin Penn, vasıflı işçilerin, biri yönetimin iş süreci üzerindeki tam kontrolünün kırılmasına, diğeri ise kendi konumlarını tehdit eden ya da edebilecek olan vasıfsız işçilerin engellenmesine yönelik ikili bir sosyal dışlama mekanizması kullanarak, sahip oldukları beceri ve ödüllerin sosyal/yapısal dayanaklarını başarılı bir biçimde koruduklarını göstermiştir (1978: 4-5). Üstelik işçi direnişi, çok daha geniş sosyal sonuçlar da yaratabilir.
Örneğin, vasıflı işçilerin emek arzını firma ve toplum düzeyinde konrol etme çabaları ve böylece özellikle yarı- vasıflı ve kadın işgücünün piyasaya girişini engelleme mücadeleleri, sonuçta emek piyasalarının parçalanmasına yol açabilir. Bu parçalanmış emek piyasaları da, vasıflı işçilerin mevcut becerilerini korumalarına yardımcı olabilir (Thompson, 1989:98). Oysa Braverman ve Gorz, vasıfsızlaşma sürecini tüm işçi sınıfının kaçınılmaz “kaderi” olarak yorumlayarak, bu sınıf içi parçalanmaların hem bugün hem de yarın için taşıdığı sosyal, politik ve ideolojik sonuçları hak ettiği biçimde değerlendirme olanağını yitirmektedir.
SONUÇ
Buraya kadar aktarılan tartışmalardan, gelişmiş kapitalizm koşullarında sosyo-teknolojik gelişmelerin işin doğası ve işgücünün yapısı üzerindeki etkilerinin kolayca “olumlu” ya da “olumsuz” olarak nitelenemeyecek ölçüde karmaşık olduğu, sanırım yeteri kadar açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Birçok ampirik araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlar, ne post-Fordist dönemde vasıfsızlaşma eğiliminin tersine çevrildiğini savunan iyimser “esnek uzmanlaşma” teorisini6 ne de bu dönemin yaşanan vasıfsızlaşma sürecini daha da derinleştirmekten başka hiçbir yenilik yaratmadığını savunan kötümser “vasıfsızlaşma” teorisini doğruluyor. Gerçi, birçok çağdaş araştırma bazı vasıfsızlaşma düzeylerinin varlığını, kendilerine hareket noktası olarak almış ve doğrultuda olmak üzere, CNC makinalarında çalışan vasıflı imalat işçilerinden (Wilson, 1988), telekomünikasyon alanında çalışan kol işçileri ile mühendislere (Thompson ve Bannon, 1985) ve bankacılık, sigortacılık gibi işlerde çalışan büro işçilerine kadar yayılan bir vasıfsızlaşma eğiliminin varlığını gösteren bazı güçlü kanıtlar sunmuşlardır. Ancak, bu araştırmaların tümü bu eğilimin genel ve kaçınılmaz bir süreç olmadığı, daha önce sözü edilen sınırlanmalara maruz kaldığı gerçeğini da ortaya çıkarmış ve doğal olarak “vasıfsızlaşma” teorisinin modern koşulları daha iyi açıklayabilecek biçimde yeniden formüle edilmesi gerektiğini göstermiştir.
Daha önce de söylendiği gibi, bu yeniden formülasyonun en önemli ögesi, vasıfsızlaşma teorisinin idealize edilmiş zanaat perspektifinden kurtarılması ve daha esnek bir kavramsal yapıya kavuşturulmasıdır. Bu gerçekleştirildiğinde, modern teknolojinin tek değil, iki yönlü sonuçlara yol açtığı, yani hem vasıflılaşma hem de vasıfsızlaşma süreçleri ürettiği görülecektir. Bu iki yönlü gelişme nedeniyle, bugün kapitalist toplumlarda işin ve işgücünün vasıfsızlaşma yerine, atomizasyon sürecinden söz etmek daha anlamlı ve daha doğru görünmektedir. Bugün sermaye, emek süreci üzerindeki gerçek kontrolünü, esas olarak vasıfsızlaştırma değil, atomizasyon süreçleriyle beslemektedir. Kuşkusuz, vasıfsızlaşma ikincisini başlatan ve hızlandıran bir süreç olabilir ve olmuştur da; ancak bu, atomizasyonun, özgül ve sınırlı anlamda da olsa belirli vasıflılaşma süreçleriyle birarada gelişemez olduğu anlamına gelmez. Gerçekten de, özellikle post-Fordist dönemde daha belirgin hale gelen eğilimler, böylesi vasıflılaşma süreçlerinin işin ve işgücünün atomizasyonunu nasıl desteklediği ve hızlandırdığını açık bir biçimde göstermektedir.
Bu durum,vasıfsızlaşma teorisini tamamen geçersiz mi kılar? Hayır. Bu teori, işin doğasını kavrayışımızı önemli ölçüde geliştirmiştir ve zaten kendi içinde, bu atomizasyon sürecinin ilk kavramsal formülasyonlarını da barındırmaktadır. 1941’de Marcuse, 1974’de Braverman ve 1980’de Gorz tarafından geliştirilen argümanlar, üretim süreçlerinin rasyonelleştirilmesi ve standartlaştırılmasının görev ve meslekleri nasıl atomize ettiğini, nasıl küçük birimler içinde birbirinden yalıttığını; dolayısıyla, bunların anlamlı bütünler içinde yeniden birleştirilmesinin nasıl ancak yukarıdan koordinasyon ve yönetimle sağlanabilir hale geldiğini oldukça açık bir biçimde ortaya koymaktadır (Held, 1989:90). Öyleyse yapılması gereken, bu sürecin ve onu destekleyen kurum ve mekanizmaların sosyal, politik ve ideolojik sonuçlarını daha derin bir biçimde çözümlemeye çalışmak olmalıdır.
David Held’ın de vurguladığı gibi, çağdaş kapitalizm istikrarını, hatta deyim yerindeyse kriz içinde yaşama istikrarını, emek süreçlerinden başlayıp hızla tüm sosyal alanlara yayılan, genelde kültürün “ademi merkezileşmesi”, özelde de bireylerin içinde yaşadıkları sosyal dünyaya ilişkin deneyimlerinin parçalanması olarak tanımlanabilecek bu genel atomizasyon sürecine borçludur (1989:89). Bugün emek süreçlerinde ortaya çıkan genel eğilim, sermayenin doğrudan konrol yerine, göreceli özerklik stratejisini devreye sokması böylece emek süreci üzerindeki gerçek kontrolünü, işçiler arasındaki beceri kutuplaşmasına dayanarak kurması ve bu nedenle işçi sınıfının atomizasyonunu hızlandırması yönündedir. Ve bu süreç, hızla diğer toplumsal alanlara da yayılmaktadır. Modern toplum, daha doğrusu yaygın ifadeyle post-modern toplum, giderek Foucault’un Panoptikom çözümlemesinde tasvir ettiği tabloya benzemektedir: “Görülmeden gözleyen gardiyanlar ile görmeden görülen mahkumların varolduğu ideal bir hapishane”. Bu toplumda bireyler disiplin altına alınmadan, ılımlı yollardan normalleştirilmektedirler (aktaran: Akay, 1991: 114-115). Aynı gelişmeleri, “otoriter” kapitalizmin yerini “hazcı” bir kapitalizmin alması olarak yorumlayan Lipovetsky de bu atomisizasyon sürecinin yansımasını, yeni bir bireyciliğin ortaya çıkmasında bulduğunu söyler. Ona göre, bu yeni bireycilik atmosferi içinde bireyin kendisiyle kurduğu narsist bağ, hem kendisi hem de başkalarının bedeniyle ilişkisinde önemli bir rol oynamaktadır. (Akt : Akay, 1191: 114). Kapitalizmin kriz içinde yaşama istikrarı ya da Gorz’un ifadesiyle “kendi sorunlarının çözümsüzlüğüne hakim olma gücü”, bir bakıma, Lipovetsky’in sözünü ettiği bu, atomizasyonu bir “özgürleşme” süreci olarak yaşayan narsist bireyin ortaya çıkmasına dayanmaktadır diyebiliriz.
Pekiyi ama bu narsist birey(cilik) nasıl ortaya çıktı ve bu birey neden atomizasyonu bir “özgürleşme” süreci olarak yaşamaktadır? Bu durumun farklı, ama birbirine yakından bağlı iki temel nedeninden söz edebiliriz. Birincisi, belirli özgül vasıflılaşma süreçleriyle ve daha önce de değinmiş olduğumuz, sermayenin başlattığı yeni iş düzenlemeleriyle birleşen atomizasyon sürecinin, işçilere iş yerinde kısmi de olsa bir “özgürlük alanı” sunarak, çalışma deneyimini en a-zından öznel düzeyde yabancılaştırıcı etkilerinden “arındırma”sı; ancak iş görevlerini ve işçi sınıfı topluluklarını küçük ve özerk birimler içinde parçalayarak nesnel düzeyde yabancılaşmanın artmasına yol açmasıdır. İkincisi ve daha da önemlisi, Aglietta’nın vurguladığı gibi, yoğun birikim döneminde sermayenin ilgi odağının emek süreci düzenlemelerinden, işgücünün yeniden-üretim süreçlerine kayması ve böylece kapitalizm için, sermaye birikimi bakımından işgücünün çalışma zamanı kadar, çalışma-dışı zamanının da önemli hale gelmesidir. Bunun doğal sonucu da, tüm toplumsal sınıflar için, liberalizmin “özgürlükler alanı” olan piyasanın, temel ilgi odağı haline gelmesi olmuştur. Bireyler şimdi kendilerini ve içinde yaşadıkları sosyal dünyayı, üretimdeki değil, piyasadaki konumlarından ve bu konumun atomize edici prizmasından algılamakta ve tanımlamaktadır. Kapitalizm hızla bir “tüketim toplumu” haline gelmiştir ve bu toplumda piyasa, doğal olarak kendini bireylere tek “gerçek yaşam alanı” olarak pazarlamaktadır. Sonuç: Hem üretim süreçlerinde hem de piyasada tahakküm altına alınmayı gönüllü bir biçimde kabul eden, ancak kendinden yukarıdakilere ulaşma özlemi içinde, kendisi ve başkalarını nasıl kazandığıyla değil, nasıl harcadığıyla değerlendiren narsist birey! Üstelik piyasayı öne çıkaran bu genel atomizasyon süreci, Dahrendorf’un da vurguladığı gibi, ara kuramları, yani sivil toplumu iktidarın mutlak hakimiyetine engel olarak gören yoğun bir totaliter saldırı altında gerçekleşmektedir. “Toplum diye bir şey yoktur; yalnız bireyler ve hükümet vardır” diyen Bayan Thatcher, bu totaliter tavrı oldukça özlü bir biçimde ifade etmiştir (Dahrendorf, 199: 73). Atomizasyon süreci öylesine yoğundur ki, neredeyse toplumsal’ın anlamı kaybolmuştur. Her yerde, ama her yerde birey vardır: Toplum, bireylerin algı dünyasının dışına taşınmıştır ve artık ancak, bazı “sosyal” bilimcilerin fantazi dünyalarında yaşamaktadır. Sokaklar birey yığınlarının mekanıdır ve zaten iktidar bile -ki, toplumsal’ın en görünür olduğu mekandır- medyanın yarattığı “güçlü birey”lerin ellerinde yoğunlaşmıştır. Toplumsal yaşam kriz alanıdır, ancak bireysel yaşam alanları bunu algılama yeteneğini yok eden mekanizmaların kontrolü altındadır. Hatta piyasanın narsist bireyinin bu krizi bir “istikrar” göstergesi olarak algıladığını bile söyleyebiliriz. Bu atomizasyon sürecinin Amerikan halkı üzerindeki etkilerini çözümleyen Todd Gitlin, oldukça çarpıcı bir biçimde şunları söylemektedir: “Moralimiz ulusça yüksek, ama bunun altında geleceğe ilişkin ciddi bir tedirginlik olduğu da seziliyor. Fakat Amerikalılar tam bir paradoks içinde kendi ördükleri kozalar içinde yaşabileceklerini sanıyorlar. Kamuoyu yoklamalarına göre ekonomi, toplumsal ve ekolojik koşulların daha da kötüleşeceğini tahmin ediyor, ama kendi özel durumlarının daha iyi olacağını umuyorlar. Çünkü ulusal amentü, kişisel irade ve uygun bonservisler sayesinde kamuyla aynı kaderi paylaşmaktan kurtulmanın mümkün olduğunu söylüyor” (1991: 75). Kuşkusuz bu, Marksist anlamda yabancılaşmanın yoğunlaşması olarak yorumlanabilir; ancak bir kez daha vurgulanmalı ki, bu yoğunlaştığı ölçüde krizi “istikrar”a, baskı ve zorlamayı “özgürlüğe” çeviren, piyasanın “gizli elini”nin yarattığı bir yabancılaşmadır.
Modern teknolojik gelişmelerin, bireylerin yaşamında tüketimin ve dolayısıyla piyasanın öne çıkması bakımından başka bir önemli etkisi de, potansiyel olarak çalışma sürelerinin önemli oranlarda azaltılabilme olanağını yaratması, çalışma ve çalışma-dışı zamanın önemini eşit oranda, hatta giderek ikincisini daha çok vurgulayan yeni bir “etik”in ortaya çıkmasını sağlaması7 ve doğal olarak iş ve mesleğin insan hayatındaki merkezi konumunu sarsması olmuştur. Kapitalizmin “çalışma”, sosyalizmin ise “serbest zaman” ethosuna dayandığı düşünülürse, bunun “mutlak” değil, fakat “kısmî” bir ütopya olarak8 sosyalist toplumun olanaklılığını arttırdığı da söylenebilir. Ancak kuşkusuz bu, bir zorunluluk değil, sadece, gerçekleşmesi emek ile sermaye arasındaki mücadelenin seyrine bağlı olan bir olasılıktır. Gerçekten de, kapitalizmin çalışması ethosu krizde, ancak Gorz’un da vurguladığı gibi, kapitalist sistem siyasal istikrarını, şimdi kişilere, “mülksüzleştirilmelerine ve işlerinde kendilerine uygulanan zorlamalara karşı” tazminat olarak, “iş yaşamları dışında görünürde artan bir kişisel egemenlik alanı” vererek korumayı başarıyor (1986: 86). Kapitalizm şimdi, “gerçek yaşam”ın iş dışındaki “boş zaman”da olduğu ideolojisini yayarak, emek süreci üzerindeki konrolünü, boş zaman süreçleri üzerindeki kontrolüyle tamamlamaya çalışıyor. Bu süreçte en önemli rolü de, Adorno’nun tekrar tekrar gösterdiği gibi, insanlara günlük yaşamın sorumluluk ve rutinlerinden geçici bir kurtuluş sunan, ancak böylece, insanların kurtulmaya çalıştıkları bu dünyanın yapısını daha da güçlendiren “kültür endüstrisi” oynamaktadır (aktaran: Held, 1989:91). İnsanlar, eskiden boş zamanlarında bile iş sorunlarını düşünürken, şimdi özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda, çalışırken bile boş zamanlarında kendilerine sunulan ”olanaklar’ın hayalini kurar olmuşlardır.
Bir kez daha vurgulamalı ki, boş zaman kapitalizm için sadece bir ideolojik hegemonya alanı olarak değil, artık aynı zamanda bir birikim kaynağı olarak da gereklidir. Birincisi, şimdi ekonominin her zaman olduğundan daha fazla tüketime ihtiyacı vardır. Ve doğal olarak tüketimin artırılması da insanların daha fazla boş zamana sahip olmasına bağlıdır. İkincisi, gelişmiş kapitalist toplumlarda bir “endüstrisizleşme” sürecinden söz ettirecek ölçüde gelişen hizmet sektörünün önemli bir kısmı, giderek artan oranda bir “boş zaman endüstrisi” haline gelmektedir ki, endüstrinin çalışma alanı da insanların boş zamanlarıyla çakışmaktadır. Horkheimer’in çok güzel bir biçimde ifade ettiği gibi, artık bu tüketim toplumunda “alma ile özdeş hale gelmiştir” ve “boş zamanlarında insanları yöneten mekanizmalar, aynı insanları çalışırken yöneten mekanizmalarla bir ve aynı”dır. “Tüketim, yaşadığımız şu günlerde, ortadan çekilmiş gibi görünmez kılmış buluyor kendini. Ya da, şöyle söyleyelim; yemek, içmek, seyretmek, sevmek, uyumak birer tüketime dönüşmüştür” (aktaran: Jay, 1989:308-309). Dolayısıyla yabancılaşma süreci, artık günümüzde sadece ve esas olarak emek süreçleri içinde değil, aynı zamanda ve belki de daha yoğun olarak boş zaman süreçleri içinde yaşanıyor denebilir. Üstelik buralarda gerçekleşen yabancılaşma, bireysel düzeyde, ilkinin aksine “sıkıntılara” yol açan değil, sıkıntıları “gideren” bir süreç olarak yaşanmaktadır. Başka bir deyişle, modern kapitalizm artık, yabancılaştırıcı süreçler yerine, yabancılaşmış yaşantıların yeniden-üretim süreçlerine yönelmiştir: İlki bireysel düzeyde bazı olumsuz yaşantılara yol açarken ve bu yüzden belli oranda aktif tepkinin ortaya çıkmasına neden olurken; ikincisi bunları olumlu yaşantılara çevirebilmekte ve bu yüzden de pasif bir itaate yol açmaktadır. Böylece, kapitalizm Deleuze ve Guattari’nin söylediği gibi, çelişki ve bunalımları sayesinde kendini yenilemekte ve aşmaktadır. Kısacası, her şeyi pazarlayan kapitalizm, şimdi artık kendi krizini de “metalaştırarak” pazarlamaktadır. Başka bir deyişle kapitalizm, bir taraftan bunalım üretirken, bir taraftan da bunlara geçici çözümler sunmaktadır. Şimdi sistem “kurbanları”na şöyle seslenmektedir: “Çalışma mı?, evet çok sıkıcı; ama üzülmeyin, dışarıdaki Pub’lar sizin hizmetinizde, için ve unutun! Azgelişmiş ülkelerin ucuz ve egzotik sahilleri ayağınızın altında güneşin altına uzanın ve kendinizi bırakın; işte özgürlük bu, unutmak ve kendini bırakmak!” Hatta bu bile fazla. Birçok araştırmanın, hemen hemen bütün toplumlarda, boş zaman etkinliklerinin artan bir biçimde ev-merkezli hale geldiği ve başta televizyon olmak üzere, medyanın güdümü altına girmiş olduğunu gösterdiği düşünülürse, kapitalizmin insanlara, boş zamanlarında evde oturup, ellerindeki alet ile istedikleri kanalı “seçme” olanağı sunarak, “uzaktan kumandalı bir özgürlük alanı” yaratmış olduğunu bile söyleyebiliriz. Bu nedenle, şimdi kapitalizme karşı mücadele emek süreçlerinin radikal eleştirisi kadar, belki de daha fazla, “boş zaman” süreçlerinin radikal eleştirisini de içermek zorundadır. Postmodern toplumda sınıf mücadelesinin “sonu gelmedi”; tıpkı toplumsal’ın gözden kaybolması, ancak her yerde kendisini hissettirmesi durumunda olduğu gibi, bütün toplumsal alanlara yayıldı. İşte, bu alanlardan biri, belki de en önemlilerinden biri de “boş zaman” süreçleridir.9 Bu nedenle sosyalistler, kapitalizmin içini boşaltarak kendi ideolojik hegemonyasını kurduğu ya da kurmaya çalıştığı “boş zaman” süreçlerine alternatif olabilecek, “serbest zaman” süreçleri tasarlamak durumundadır.
Yeni gelişmelerin, “kısmi” bir ütopya olarak sosyalizmin olanaklılığını arttırdığını söyledik, ancak hemen eklenmeli ki, bunu gerçekliğe dönüştürmek büyük ölçüde, aynı sürecin işgücü daha doğrusu işçi sınıfı içinde yaratmış olduğu parçalanmaların aşılabilmesine dayanıyor. Kapitalizmin istikrarı, bir bakıma işçi sınıfının istikrarsızlığına bağlı. Modern koşullardaki gelişmeler, ne Braverman’ın proleterleşme beklentisini doğruladı ne de Gorz’un homojenleşmeyi farklı bir tarzda yorumlayışını...
Görünen şu: çok şükür ki, Gorz’un “elveda”sını duyacak kadar “geleneksel proletarya” hâlâ var; ancak, “merhaba” dediği “yeni proletarya”nın bunu işitebilecek kadar yakınlarda olup olmadığı ne yazık ki pek belli değil. Belli olan bir şey varsa, o da içsel olarak parçalanmış bir işçi sınıfı ile karşı karşıya olduğumuzdur. Bu durumun yaratacağı yaratabileceği geleceğe bakarken, “iyimser” mi olmalı, yoksa “kötümser” mi olmalı? Bilemiyoruz. Ancak, bugüne bakarken gerçekçi olmak gerektiği ortada.
Dipnotlar
1 Çalışmanın teknik ve sosyal örgütlenmesi analitik bir ayrım olduğu, dolayısıyla somut pratikte bunları birbirinden ayırmak pek mümkün olmadığı için, bu terimi kullandım. Oysa yaygın eğilim bunları birbirinden ayırma ve böylece teknolojinin “tarafsızlğı”nı ilan etme yönündedir. Bu yaklaşımı sorgulayan yararlı ve öğretici bir çalışma için Ansal (1985)’a bakılabilir.
2 Bu makalede Taylorizm ile Fordizm birbiriyle yakından ilişkili iş örgütlenmesi tarzları olarak görülmüştür. Taylorizmin amacı, zanaat bilgisini sistematize edip, işçileri özgül görevlere dağıtarak emek gücünün en etkili kullanımını sağlamaktır. Dolayısıyla Taylorizmin içerdiği bu işin aşırı ölçüde rasyonelleştirmesi süreci, sabit piyasa ve kitle üretim süreçlerini öngerektirir. Fordizm ise Taylor’un kısmen yönetim aracılığıyla yapmak istediklerini mekanik araçlarla tamamlayarak, becerileri makinalara aktarmayı amaçlar. Bu nedenle Taylorizm, Fordizmi öngerektirirken; Fordizm de Taylorizmi içeren iş örgütlenmesi tarzlarıdır denebilir. Bkz. Sabel (1982:236).
3 “Artık bireysel işçi değil, daha çok toplumsal olarak birleşmiş olan işgücü kollektif iş sürecinin fiili ajanı durumuna gelmiştir. Bir bütün olarak üretici makinayı oluşturan rekabet halindeki çeşitli iş güçleri metaların (burada daha çok ürünlerin) doğrudan üretimine katılır. Bir birey elleriyle, bir diğeri kafasıyla, yönetici, mühendis teknolojist vb. olarak, diğeri gözetmen olarak bir diğeri de doğrudan el emeğiyle ya da sadece yardımcı olarak çalışır”. Marx’tan aktaran Marcuse (1991:16).
4 Proletaryaya “elveda” demiş bir kişinin Marksist sayılmaması hele hele Türkiye gibi kendi dışındakilerin Marksist olamayacağını sanan birçok “Marksist”in bulunduğu bir ülkede çok kolay. Ama ben, Frankel’in, Elveda Proletarya’da Gorz’un “hâlâ büyük ölçüde Marksist çerçeve içinde” çalıştığı görüşünü paylaşıyorum. (Bkz:1991).
5 Vasıfsızlaşma teorisi bu farklı sermaye stratejilerini değerlendirme bakımından da bazı yetersizlikler göstermektedir. Oysa birçok araştırma vasıfsızlaşmanın sadece bir olasılık ve teknoloji ile işin yönetsel yeniden örgütlenmesi arasındaki ilişkinin sonuçlarının oldukça değişken olduğunu göstermiştir. Bu değişkenlik, hem ülke içinde sektörler arasında hem de ülkeler arasında gözlemlenebilir. Bkz. Thompson (1998:214-216).
6 Esnek uzmanlaşma teorisinin bu iyimser yaklaşımı bazı Marksistler tarafından da paylaşılmaktadır: “Kapitalizm, gittikçe karmaşıklaşan ve pahalılaşan makinaları, gittikçe daha fazla vasıfsızlaşan kaba ve ilgisiz işgücü aracılığıyla işletemez... Böylelikle kapitalizm, özellikle de geç kapitalizm, emeğin parçalanmasını ve atomizasyonunu aşmaya başlar. Yeni vasıflara sahip işçiler, vasıfsız işçilere kıyasla şimdi daha fazla aranmaktadır. Kafa ve kol emeğinin tekrar birleşmesi, sadece entellektüel emeğin dolaysız üretim süreçlerinde yeniden önemli bir unsur haline gelmesinin sonucu değildir. Bu aynı zamanda işçi sınıfının artan bir kısmının gittikçe yükselen mesleki eğitim seviyesinin de bir ürünüdür.” (Mandel, 1991 9697).
7 1950’lere kadar, boş zaman kavramının tanımı genelde çalışmanın anlamından türetiliyordu. Daha sonra, sürekli bir ekonomik büyüme döneminde bazıları bir “boş zaman uygarlığı” düşü görmeye başladığında çalışmanın merkeziliği de sorgulanmaya başladı. Bugün birçok sosyolog, boş zamanın artık kendi değeri çerçevesinde tanımlanması gerektiğini savunuyor. Gerçekten de, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, boş zaman değerleri ve yaşam stilleri artan oranda önem kazanmaya başlamıştır. 1970’lerde yapılan birçok araştırma çoğunluğun, eğer seçme hakkı tanınırsa maaş ve ücretlerinin arttırılması yerine, daha fazla boş zaman istediklerini göstermiştir. Bkz. Best (1980).
8 Bu, Sartori’nin yaptığı bir ayrımdır. Sosyalizm pratiğinin genel yenilgisinden sonra sosyalizm teorisinde de gereğinden fazla gerilere çekilmeye Marx’ın sosyalizm anlayışının, kendisinden önceki ya da çağdaşı ütopyacıların “projeleri”yle eşitlenmesine gönlüm elvermediği için bu ayrımı kullanıyorum. “Mutlak ütopya”, pastanın hem yenip hem de saklanamayacağı anlamında, Marx’ın eleştirdiği ütopya tarzını; “kısmî ütopya” ise, gerçekleşmesi belli koşulların ortaya çıkmasına bağlı olan toplumsal projeyi ifade etmektedir ki,ben Marx’ın sosyalizm anlayışının bu ikinci türe girdiğini düşünüyorum.
9 Kavramlardaki değişme bile çalışma-dışı zamanın esasında sınıfsal bir mücadele ve çatışma alanı olduğunu gösteriyor. Marx, sık sık disposable time’dan söz eder ki, bu serbest zaman (Free time) olarak, kişinin kendi istediği gibi kullanabileceği bir zaman anlamına gelmektedir. Oysa sermayenin perspektifinden free time parsellenmiş bir alanı ifade etmekte ve kişinin sadece kendisine kalan zamanı boş zaman (leisure time ) olarak tanımlanmaktadır. Böylece Marx’ın kullandığı anlamda etkin bir özneyi gerektiren serbest zaman kavramı sermayenin perspektifinde edilgen bir özneyi gerektiren boş zaman kavramına çevriliyor: “Gelin bize,boş zamanınızı pazarlayalım!”
KAYNAKÇA
Aglietta, M. (1987), A Theory of Capitalist Regulation, Verso.
Akay, A. (1991). Konu-m-lar, Bağlam yay.
Ansal, H. (1985, “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim ilişkileri”, 11. Tez, sayı: 1.
Atkinson, J. (1984), “Manpower Strategies For Flexible Organisations”, Personnel Management, Aug.
Bagguley, P. vd. (1990). Restructuring: Place, Class and Gender, Sage Pub.
Bell, D. (1974R, The Coming of Post İndustrial Society, Basic Books.
Best, F. (1980), Eschanging Earnings for Leisure, US Department Of Labor Monograph, 79.
Bosquet, M. (1980), “The Meaning, of Job Enrichement”, Nichols, T. (ed.) Capital and Labour, Fontana.
Braverman, H. (1974), Labor and Monopoly Capital, Monthly Review Press.
Burawoy, M. (1979), Manufacturing Consent: Change in the Labour Process under Monopoly Capitalism, University of Chicago Press.
Dahrendorf, R. (1959), Class and Class Conflict in Industrial Society, Stanford University Press.
............................. (1991), “Sivil Toplumu Özerk Kurumlar Yaşatır”, çev. T. Balkan, NPQ. Güz 91.
Elger, T. (1979) “Valorisation and De-skilling: A Critique of Braverman”, Capital and Class, no: 7.
Form, W.H. (1985), Divided We Stand: Working Class Stratification in America, University of Illinois Press.
Frankel, B. (1991), Sanayi Sonrası Ütopyalar, çev. K. Durand, Ayrıntı Yay.
Gallie, D. (1978), In Search of the New Working Class, Cambridge University Press.
Giddens, D. (1987), Social Theory and Modern Sociology, Stanford University Press.
Gitlin. T. (1991), “Hangi Sivil Toplum?” çev. T. Balkan, NPQ, Güz 91.
Gorz. A. (1986), Elveda Proleterya. çev. H. Tufan, Ara Yay.
Held, D. (1989), Political Theory and The Modern State, Polity Press.
Hyman, R. (1988), “Flexible Specialisation: Miracle or Myth”, Hyman, R. (ed.), Trade Unions, Technology and Industrial Democracy, Basil Blackwell.
Kerr, C. et all. (1962), Industrialism and Industrial Man, Penguin.
Mackenzie, G. (1973), The Aristocracy of Labor: The Position of Skilled Craftsmen in the American Class Structure, Cambridge : C,U, P.
Mandel, E. (1991), “Karl Marx’ın Düşüncesinde İşçi Sınıfının Devrimci Potansiyelinin Merkezi Konumu”, Der. ve Çev., F. Başkaya, Sosyalizmin Geleceği, İmge Kitapevi.
Marcuse, H. (1991), Karşı Devrim ve Başkaldırı, çev. G. Koca ve V. Ersoy, Ara yay.
Mayer, K. (1963) “The Changing Shape of the American Class Structure”, Social Research: 30.
Penn, R. (1990), Class, Power and Technology: Skilled Workers in Britain and America, Polity Press.
Piore, M. ve Sabel , C. (1984), The Second Industrial Divide, Basic Books.
Pignon, D. ve Qerzola, J. (1976) “Dictatorship and Democracy in Production”, Gorz, A. (ed.) The Division of Labour: The Labour Process and Class Struggle in Modern Capitalism, Harvester.
Rose, M. (1987), “İntroduction: Retrospection and the Role of a Sociology of Work”, Roze, M. (ed.), İndustrial Sociology: Work in the French Tradition, Sage Pub.
Sabel, C. (1982), Work and Politics, Cambridge University Press.
Shaiken, H. vd. (1986), “The Work Process Under More Flexible Production”, Industrial Relations (USA), vol. 125, no: 2.
Streek, W. (1987), “The Uncertainties of Management in the Management of Uncertainty: Employers’ Labour Relations and İndustrial Adjustment in the 1980’s”, Work, Employment and Society, vol. 1, no: 3.
Tepperman, J. (1976), “Organising Office Workers”, Radical America, vol. 10, no: 1.
Thompson, P. (1989), The Nature of Work, Macmillan.
Thompson, P. ve Bannon, (1989), Working the System: New Tecnology and Shop Floor, Pluto Press.
Tourlaine, A. (1969), The Post-Industrial Society, Random.
Tuna O. ve Ekin, N. (1970), Otomasyon ve Sosyal Meseleleri, İstanbul Üniversitesi Yay.
Wilson, F. (1988), “Computer Numerical Control and Constraint”, Knights, D ve Wilmott, H. (ed.), New Tecnology and the Labour Process, Gower.