Hannah Arendt, Adolf Eichmann davasını The New Yorker adına izlemek üzere Kudüs’e gittiğinde (1961) aralarında Totalitarizmin Kaynakları ve İnsanlık Durumu’nun da bulunduğu en önemli çalışmalarını yayımlamış bulunuyordu. Arendt’in, tartışması günümüzde halen süren, hatta üzerine filmler yapılmaya devam edilen Eichmann yargılaması üzerine yazdığı, davayı birçok yönüyle eleştirdiği yazısı yayımlandığında neredeyse yer yerinden oynadı, çok tepki aldı. 1963’te de genişletilmiş haliyle, Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te adıyla kitap olarak yayımlandı.
Eichmann, Nazi hükümetince tasarlanmış, sonu ölüm kamplarına varan Yahudi tehcirinin lojistikten sorumlu subaylarından biriydi. Savaş sonrası Arjantin’de gizlenmiş, yıllar sonra da İsrail gizli servisi tarafından yakalanıp, yargılanmak üzere Kudüs’e kaçırılmıştı. Yargılaması aylarca sürdü, dava bütün dünyada büyük bir ilgiyle izlendi. Eichmann ölüme mahkûm edildi ve 1962’de idam edildi.
Hannah Arendt, Nazi Almanya’sından kıl payı kurtulmuş bir Yahudi olarak, duruşma salonunda, Eichmann’ın gözlerine bakma cesaretini gösterdiğinde, onda basitçe herkesin görmek istediği bir sadist, bir canavar yerine, sıradan bir varlık gördü – ki Eichmann orada, Arendt’in deyişiyle kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordu.
Arendt’e göre Eichmann suçsuz değildi, ama suçu “düşünce yoksunluğuydu”. Kişisel muhakeme eksikliğinin ve otoriteye körü körüne boyun eğmenin, sıradan bireyleri nasıl büyük zulüm eylemlerine sürükleyebileceğini gördü Eichmann’ın miyop gözlerinin içinde. “Kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla, kötülüğün her zaman canavarca davranan hasta ruhlu insanların değil, çoğu zaman gerçekleştirdikleri eylemleri asla sorgulamayan, sıradan bireylerin işi olduğu düşüncesini geliştirdi. Arendt’e göre Holokost yargılanmalı, ahlaksızlığı irdelenmeli, yası tutulmalı, üzerine düşünülmeliydi ancak bu büyük kötülüğü mevcut yöntemler ve bakışlarla düzeltme imkânı yoktu.
Kısaca totalitarizmin (yani günümüz kapitalizminin) hiçbir varlık, kurum, düşünce, inanç, hayal bırakmadan her şeye hükmettiği, insanları bir araya sıkıştırarak, aralarındaki “boşluğu” tamamen yok edip “kitleselleştirdiği” bir dünyada, kötülüğün yeryüzünden silinemeyeceğini gördü.
Ona göre, yeniden başlamak gerekiyordu.
Eichmann’ın gözlerine bakarak, onu bir varlık olarak anlamaya çalışması, bana göre Arendt’i Arendt yapan, onun “özgür bir zihne sahip olma” yolunda dogmalardan, kalıplaşmış ideolojilerden uzaklaşarak, gerçekliğin kaygan karanlığında akabilme cesaretidir.
Arendt, insanın yeniye başlayabilme gücüne, “bağışlanma” sayesinde ulaşabileceğini düşünür ve hiç sevmeyen ve arzulamayan kişinin hiç kimse olduğunu dile getirir.
Çünkü şefkat, göz göze gelme cesareti gerektirir.
Antropolog Eduardo Kohn, yukarı Amazon’da Runa halkı üzerine dört yıl süren etnografik çalışmasının ürünü olan Ormanlar Nasıl Düşünür adlı kitabında şöyle bir anekdotu dile getiriyor: Sumaco yanardağının eteklerinde, av kampında gece sazdan yapılmış kulübede, uyumadan önce, yanındaki Juanicu, Kohn’u “sırt üstü yat” diye uyarıyor, ve “eğer bir jaguar gelirse, onunla göz göze gelebileceğini görür ve seni rahatsız etmez, ama eğer yüz üstü yatarsan, seni bir av eti olarak görür ve ölü bir ete dönüşürsün” diye ekliyor.1 Kısaca, seni kendisine bakabilecek bir varlık olarak görürse, yani onun gibi bir benlik, bir ‘sen’ olarak görürse sana dokunmaz, ama bir ‘av’ bir ‘nesne’ olarak görürse, işin biter diyor.
Cesaret ve şefkat yine “göz göze”de buluşuyor.
Kohn, “başka türden varlıklarla bu karşılaşmalar, bizi görmenin, ifade etmenin ve belki de bilmenin, hatta düşünmenin yalnızca insana ait bir özellik olmadığını kabul etmeye zorlar,”2 diye de ekliyor.
Oysa biz, modern denilen bir dünyada, başka türden varlıkları kör noktada bırakmaya koşullandırıldığımız, hatta onları kendi dışımızda, soyut bir “doğa” kavramı altında sınırlayıp paketleyerek, bir “yatırım nesnesi” olarak gördüğümüz ve “hükmetmek”, “kontrol etmek”, “egemen olmak”, “yararlanmak”, “korumak” gibi adlar altında SAHİP OLMA durumunun kurumsallaştırıldığı bir düzende yaşıyoruz.
Kapitalist sistem, alış-veriş temelli bir yapı olduğundan, hayvanlarla, bitkilerle, dağlarla, nehirlerle göz göze gelinmez, zira bunlar alışveriş yapan özneler değil, alışveriş nesneleridir. Diğer varlıkları nesne olarak görenler, bir süre sonra kendi benzerlerini de nesne olarak görmeye başlarlar. Totaliter kapitalizm dişlilerini kitleselleştirerek çalıştırır. Kitleselleştirmeyi de insanları farklı etiketlerle bölüp, kendi aralarında bile göz göze gelemeyecek kadar sindirip sıkıştırarak, yani şefkat imkânından yoksun bırakarak kısacası nesneleştirerek hayata geçirir.
Arendt’in deyişiyle totalitarizm [bugünkü kapitalizmi anlıyorum ben hep bundan] yalnızca sevginin/şefkatin inkârı değil, varlıkların özüne bir saldırıdır.
Filozof ve antropolog Philippe Descola, “doğa” diye bir şey yok derken, bu kavramın Rönesansın sonunda Batılı toplumlar tarafından, doğa ve kültürü birbirinden ayırmak için yaratıldığını vurguluyor. Batı düşüncesinin insan dışındaki varlıkları bir bütün içinde ayrı bir yere koyarak, bir yatırım nesnesine, sonsuz bir kaynağa dönüştürdüğünü öne sürdüğü Doğa ve Kültürün Ötesinde adlı heyecan verici kitabında, Amazonlardaki Jivaro kabilelerinden olan Açuarlar için, insan ve insan olmayan varlıklar arasında hiçbir gerçek ayırım olmadığını, kendilerini daha geniş bir bütünün parçaları olarak gördüklerini anlatıyor. Bütün varlıkların göz göze bir yaşam sürebildiği bir hayatın varlığına dikkat çekiyor. İnsanlığın bu deneyimi hâlâ farklı coğrafyalarda, farklı ontolojilerle yaşayageldiğini, doğa-kültür ayrımının ancak birkaç yüzyıllık ve sadece dünyanın modern diye adlandırılan belli bölümlerinde yaşandığını, endüstriyel kapitalizmle de iyice kurumlaşmış olduğunu dile getiriyor.
Bugün bütün modern dünya, “insanların” içsellikleriyle tekil olduğunu, “insan olmayan canlılara” fiziksel olarak benzerlik gösterdiğini iddia ederken, Açuarlar gibi (Descola’nın animist diye nitelendirdiği) topluluklar, insan ve insan olmayanların içsellik anlamında benzer, yani birbirlerinin gözlerine bakma ihtiyacı duyacak kapasitede olduklarının, ancak her türün fiziksel anlamda farklı olduğunun kabul edildiği bir hayat sürerler.
Ayrıca, Avrupa’da yaratılan “doğa” kavramı kolonizasyon için de çok yararlı olmuştur. Yerli toplumlar, yani “vahşiler”, kendi kendilerini yönetecek kapasitede olmayanlar, aynı ormanlar gibi yönetilmesi, değerlendirilmesi gereken birimler olarak görülmüştür. Bu köklü bakışın devamı bugün de hâlâ yürürlükte; çoğu yerde (farklı dozajlarla) göçmenler, yabancılar, “deliler”, suçlular, hatta eşcinseller, kadınlar gibi “öz yönetim kapasitesi olmadığı” için yönetilmesi ve kontrol edilmesi gereken, kısacası göz göze gelmemekte fayda olan birimler olarak görülürler.
Yeniden Arendt’e dönersek, onun Eichmann’a bakışı, bir “anlama” bakışıdır, anlamak mutlaka mazur görmek ya da affetmek anlamına gelmez, ona göre anlama faaliyeti hiç bitmeyen bir faaliyettir. Bu aslında hiçbir zaman bir olayın ya da bir davranışın tam bir açıklamasına ulaşamayacağımız anlamına da gelir. Bu bilinçle, sürekli yılmadan anlamaya çalışmak için, beklenmeyenle karşılaşma korkusu yerine bakmanın, göz göze gelmenin cesaretini aramak gerekiyor belki de.
Mesela, “bize bakan, bizimle birlikte bakan, yaşamları bizim çok ötemizde olsa bile nihayetinde bizim bir parçamız olan hayvanlara bakmak bize bir şeyler anlatır” diyor Kohn, “insanın ötesinde yatan şeyin bizi nasıl beslediğini, bizi olduğumuz ve olabileceğimiz varlıklar haline getirdiğini anlatır” diye de ekliyor.3
İçinde yaşadığımız dünyaya, bakışlarımızı jaguarın bakışlarından çevirip, bize bir varlık olarak davranma fırsatı vermezsek “ölü et” haline geleceğimiz, düşüncesiyle bakınca, içimizin kararmaması zor geliyor bir yandan da.
Endüstriyel kapitalizmin çoktan ölü et reyonu haline getirdiği dijital yalıtılmışlıkla kurumuş, bu narsistik hissizleşme çağında, bakacak göz bulmak bile zor olsa da yine bütün insan ve insan olmayan varlıklarla göz göze gelmenin4 hayalini kurmak bile bizi bir şefkat eylemliliğine yaklaştırır umudundayım.
Bu hayal yolculuğunda ilk mesele belki de bakacak göz bulmak değil, Proust’un deyişiyle, başka gözlere sahip olmaktır.
KAYNAKÇA
Arendt, Hannah, Kötülüğün Sıradanlığı- Adolf Eichmann Kudüs’te, İstanbul, Metis, 2009.
_ İnsanlık Durumu, İstanbul, İletişim, 2021.
_ Le Concept d’Amour Chez Augustin, Paris, Rivages, 1999.
_ Arendt, Cahiers de l’Herne, Paris, 2021.
Kohn, Eduardo, Comment Pensent les Forets, Paris, Points, 2017.
Descola, Philippe,Doğa ve Kültürün Ötesinde, İstanbul, Bilgi Üniversitesi, 2013.
_ La Composition des Mondes, Paris, Flammarion, 2014.
Serres, Michel, Yeux, Paris, Le Pommier, 2018.
Proust, Marcel, Mahpus, İstanbul, Yapı Kredi, 2004.
1 Kohn, Eduardo, Comment Pensent les Forets, Paris, Points, 2017, s. 21.
2 A.g.e., s. 22.
3 A.g.e., s. 335.
4 Michel Serres, Yeux (Gözler) adlı kitabında ağaçlar için şöyle söylüyor: ‘Onlara kör mü diyebilirim yoksa açık görüşlü mü? Gördüğüm kadarıyla ağaçların bizden daha fazla gözü var. Şaka yapıyor olmalısınız. Hayır! Tüm canlılar varlıklarını güneşe borçludur. Canlılar: göz onları ağaçların yaprakları aracılığıyla ışığa bağlar. Gözler ve yapraklar, aynı kader.’ (s. 53)