1
Galatasaray’ın Manchester United’ı eleyerek Şampiyonlar Ligi’ne yükselmesi, herkesçe malum olduğu üzere, “millî birlik ve beraberliğin bir defa daha teyit edilmesine” ve Türk milliyetçiliğinin şahlanmasına sebep oldu. Popüler, medyatik, resmi kanal, konum ve kesimler, Galatasaray’ın başarısını, “Avrupa’ya dersini verdiğimiz”, “AT’a girdiğimiz”, “o yöre”de (T. Çiller) yaşananlara karşı “millî bir moral kaynağı bulduğumuz” türü bağlamsallaştırmalarla, bir bayram gibi karşıladı. Sokak ve caddeleri ritüelistik/karnavalesk bir manzaraya büründüren bu millî katarsis hali, futbol ile Türk millî kimliği arasında ötedenberi kurulagelen toplumsal-semiyotik ilişkinin bir tezahürüydü. Bu katarsisin her zamankinden daha bir abartılı olması ise, “millî benliğin” son derece özgüvensiz ve sorunlu olduğu mevcut konjonktürden kaynaklanıyordu. SHP Genel Başkanı olmadan önce Cumhuriyet Bayramı’nın silahsız ve sivil bir şekilde kutlanmasını öneren (ve bu yüzden “kamuoyu”nda takdir edilen) M. Karayalçın’ın kendisinin bile bu öneriyi “unutmasına” yolaçan ve “bölücülüğe” karşı her tarafın ayyıldızlı bayraklarla kaplanmasına neden olan “topyekûn savaş” konjonktürü...
3 Kasım akşamı yaşananlar, bir zamanlar Franco diktatörlüğünün Real Madrid’e biçtiği “Avrupa’daki elçi” rolünü, şimdi Türkiye’de Galatasaray’ın üstlenmesi olarak da yorumlandı. Bir farkla ki, o da, bu kez “demokratik-konsensuel” mekanizmaların yürürlükte oluşuydu. Futbolun tüm toplumsal aidiyetler ve kültürel formlar içinde en “kollektif” olanı haline geldiği, başka yerlerde yaratılmasında zorluk çekilen bir “kollektif irade”nin (ortak bir anlam matrisinin) tecessümünü sağladığı ve bu sıfatla hegemonya mücadelelerinin kilit unsuru olduğu, bu millî orgazm halinde bir kez daha ortaya çıktı.
Türk millî kimliği ve Türk milliyetçiliği ile futbol kültürü arasındaki eklemlenme ve temsil ilişkilerine daha önceki bir yazımızda değinmiştik.[1] Bu açıdan, Türk (popüler) futbol kültürünün toplumsalın mikrokozmik bir temsilini ve yeniden kuruluşunu ifade ettiği söylenebilir. Başka bir yerde söylendiği üzere,[2] kulüp takımları ile millî kimlik arasında kurulan özdeşlik, bayrakların ve renklerin eşdeğer bir sembolik anlam kazanmasında da ortaya çıkıyor. Nitekim Galatasaray-Manchester United maçı esnasında ve sonrasında da, Sarı Kırmızılı bayrak ile ayyıldızlı bayrak, aynı kollektif coşkunun birbirinin yerine ikame edilebilen ve birbiriyle eşdeğer nişaneleri oldu. Muhtelif söylemlerin kuruluşunda merkezî bir paya sahip olan eşdeğerlik ve özdeşlik zinciri ile antagonizma ve farklılık zinciri, özdeşlik ve farklılık mantıkları burada da işbaşındaydı. Galatasaray, bir yandan “millî takımdan daha millî” bir gösterge olarak kurulurken, öte yandan da, Batı (Avrupa) ile olan tarihsel antagonizmanın lehimize çevrildiğini anlatan bir mitolojik kahramana dönüştü.
Eşdeğerlik mantığı, Fenerlisiyle, Beşiktaşlısıyla, Mamaklısıyla, Çankayalısıyla ve hattâ -biraz sorunlu ise de- Türküyle, Kürdüyle bütün bir toplumun aynı kollektif coşkuda buluşmasında layıkıyla işledi. Ritüelistik gecenin eşitleyici söylemi, yalnız “yurtiçi” açısından değil, Avrupa açısından da geçerliydi. Tugay’ın maç sonrasında “Biz Fenerbahçe’yi de, Beşiktaş’ı da, Trabzonspor’u da çok seviyoruz. Beşiktaşlılar üzülmesinler, onların hıncını aldık” demesi, Ajax ile M.United’ın şahıslarında “Avrupa”yı birleştiren, homojenleştiren ve aynılaştıran eşitleyici söylemin ürünüydü. Öte yandan, muhtelif ideolojik-politik söylemlerden gündelik hayat söylemlerine kadar uzanan Avrupa’ya karşı revanşizm/hayranlık ikiliğinin (Batı kompleksinin) şizofrenik karakteri kendini bir defa daha gösterdi. Düvel-i Muazzama’dan öç alma duygusunun ayyuka çıkması ile Türkiye’nin (=Galatasaray’ın) Batı/Avrupa kimliğini taşıma hak ve liyakatını kazanmasının coşkusu arasındaki şizofrenik gerilim hattı, anlam yükünü kaldırmakta zorlandı neredeyse. Bizi AT’ye almayanlara Şampiyonlar Ligi’ne yükselerek derslerini vermiş, bizi kendilerinden saymayanlara karşı bir “fiilî durum” yaratmıştık.
Eşdeğerlik mantığı, iç düşmanların(ın), “içimizdeki onlar”ın unutulmasına yolaçmadı. Beka sendromu ve dört tarafı düşmanlarla çevrili olma paranoyası, devlete ve topluma hâkim olan “topyekûn savaş” atmosferi içinde, anti-PKK ve anti-Kürt tezahüratta uç verdi. Kürt sorununun ivme kazandığı ve öç alma duygusunun ayyuka çıktığı bu konjonktürde, faşist hareket de kitlesel gösterilere sızmanın meşrû zeminini, daha doğrusu meşrû zeminlerinden birini bulmuş oldu. (Buna ileride değineceğiz). Apo, kendisi de “hasta Cim-Bomlu” olmasına rağmen, “Türkün gücünün gösterilmesi gereken mihrakların” başında geldiği için lânetle anıldı. Üstelik, belki de kendisinin lanetlenmesine vesile olan “zafer”in sevincini yaşarken! Bu durum, futbol kimliği ile millî kimliğin kaynaşmasının toplumsal-semiyotik sınırlarına işaret etmesi bakımından manidardır. Bu arada, Galatasaray’ın artık bir “Avrupa takımı” olduğunun su götürmez bir şekilde tescil edilmesinin, Türk futbol kültürüne özgü mevcut antagonizmalara -ezeli rekabetlere ve İstanbul-Anadolu kulüpleri çatışmasına- yepyeni bir “içimizdeki Avrupa” boyutu katmasının tümüyle ihtimaldışı olmadığını da belirtmekte yarar var. Fenerbahçe yöneticisi Ömer Çavuşoğlu’nun, G.Saray’ın manevî ve akçeli olarak “kayırıldığını” düşünerek bununla mücadeleye girişmesi, “dış etken”in ezelî rekabeti sertleştirici etkisine işarettir. Galatasaraylı taraftarların Barcelona maçında astıkları “Siz hâlâ annenizin liginde mi oynuyorsunuz?” pankartı da, gerek İstanbul içi ezelî rekabetlerde, gerek İstanbul-Anadolu rekabetinde Galatasaray’ı “dış düşman” olarak algılatacak bir “tahrik”tir!
2
Türkiye ağır bir bunalım içindeyken Manchester United-Galatasaray maçı ardından yaşanan katarsis ayini, kimi sol çevreleri irkiltti. “Franco’nun İspanya’yı futbolla yönettiği” gibisinden araştırmalarla, “3 F” formülünün mutad “sağlamlama”larından biri daha yapılmış oldu. Ali Balkız’ın Cumhuriyet’teki yazısı, ayini dışardan (futbolsever alt-kültürü dışından) gözleyenlerin futbol aleminde “yapısal/içkin bir faşizm” keşfeden bakışının tipik bir örneğiydi. (Bu yazı, verilebilecek onlarca örnek arasından en “açık sözlüsü” olarak seçildi.) Maç sonrası durumu “korkunç bir doyum” olarak tanımlayan Balkız, milletçe itilmişliğimizden dem vurarak, “yarın günün yeniden doğacağını” ve “yaşamın acı gerçeklerinin yine karşımıza dikileceğini” hatırlatıyor (sağolsun!) ve şunları söylüyor: “O kadar çok utanılacak ayıbımız var ki, aman Galatasaray bir başarı elde etmeye görsün. Hadi sokağa... Milliyetçi duygularımız kabarıyor... Oysa, ayıplarımızın yanında övünülecek de çok şeylerimiz var. İdil Biret, Leyla Gencer, Suna Kan, Pekinel Kardeşler, Erden Kıral, Ömer Kavur, Yılmaz Güney, Sinan Çetin, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet gibi sanatçılarımız, Feza Gürsey, Nejat Veziroğlu, Meral Dizdaroğlu ve Oktay Sinanoğlu gibi bilim adamlarımız da var. Bunların uluslararası planda kazandıkları başarılar da var. Övünecekseniz alın övünün, koşun, coşun, sarhoş olun. Ama hayır olmaz. Franko ne güzel demişti. ‘Futbol olmasaydı, İspanya’yı bu kadar kolay yönetemezdim.’ Uluslararası planda çok başarılı da olsa bilim ve sanat adamlarından korkarız biz, çünkü onlar bize sorular sorarlar. Çünkü onlar ülkeyi futbolla yönetenlere sorular sorarlar...”
Balkız’ın “yanlış şeylerle övündüğümüz” yolundaki eleştirisi, verdiği isimlerden birkaçı dışarıda tutulabilirse de, “yüksek kültür”ün o yüce ve engin katından popüler kültürel formlara tiksinerek ve aşağılamayla bakan mâlum bir söylemin ifadesidir. İskeleye yanaşan Şirket-i Hayriye vapurlarında Ravel’in “Balero”sunu çaldırarak avama klasik Batı müziği terbiyesi vermeye çalışan zihniyetin yeni zamanlardaki bu tezahürünün, futbolda “yapısal/içkin” bir “faşizm” görmesi bir ironi abidesidir. “Asıl övünmemiz gerekenler” arasında sayılan Suna Kan ya da İdil Biret’in “milletimizi” ne kadar temsil ettiği (“milletimizin” bunları ne ölçüde “kendisinden” bilip -sözgelimi Tugay gibi- bağrına bastığı) ortada. Ayrıca, “milletin hakiki temsilcisinin” o değil de bu olması gerektiğini savunmak aynı (millî) düzlemin bir başka noktasında durmak, millet/temsil problematiğini bir başka şekilde formüle etmek demektir.
Öte yandan, bilim ve sanat alanındaki “uluslararası başarılar”ın halkı futbol sahasındaki “uluslararası başarılar”daki gibi sokağa döküp sarhoş etmemesi, elbette bilim ve sanat adamlarının “ülkeyi futbolla yönetenlere sorular sorması” karşısında duyulan ürküntüden kaynaklanmıyor.[3] Futboldaki “uluslararası başarı”ları bilim, sanat ve hattâ politikadaki “uluslararası başarı”lardan ayırdeden özellik, bu başarıların bir “millet”in başka bir “millet”e karşı galibiyetinin en mükemmel mimetik temsili olmasıdır. Başka hiçbir alan, bu kesinlikle (matematik bir kesinliktir bu), bu zamansal yoğunlukta ve görsellikte bir üstünlük temsili fırsatı sağlamıyor. Üstelik her an (her maçta) her şey mümkündür ve telafisi de vardır. Oysa, örneğin İdil Biret’in, virtüözitesinin doruklarına da çıksa, Polonyalı bir piyanisti sürklase ederek Türkiye’ye zafer kazandırması tasavvur edilebilir bir olay değildir. Futboldaki “millî zafer”, denilebilir ki, neredeyse bir askerî zaferden bile daha “keskin”, daha tartışmasız, daha görünürdür. Bu bakımdan, “millî heyecan” için eşsiz bir vesiledir. Beri yandan, futboldaki “millî zaferler”, savaşlarla kıyaslanamayacak kadar “barışçıl” ve zararsızdır. (Tabii tamamen de zararsız değildir. Tıpkı savaşta silahsız “sivil halkın” zarar görmesi gibi, futbol gösterilerinde de alâkasız insanlar terörize edilebilir; hattâ hayatını kaybedebilir. Galatasaray-Manchester United maçı sonrasındaki gösterilerde -basına yansıdığı kadarıyla- üç insanın “kazaen” ölmesi gibi...) Velhasıl, sadece Franco değil, sadece yöneticiler de değil, bütün milliyetçiler için futbol bir nimettir. Milliyetçiliğin hüküm sürdüğü bir dünyada, milletler üzerindeki yatıştırıcı, düşmanlıkları ikame edici etkisiyle, milliyetçi olmayanlar için de nimet sayılabilir! (Oyun olarak futbolun nasıl eşsiz bir nimet olduğunu zaten tartışmaya gerek yok...)
3
Galatasaray’ın M.United’ı eleyerek Şampiyonlar Ligi’ne yükselmesi, maç öncesiyle ve sonrasıyla, bir hegemonik atak ya da atılıma malzeme sağlamıştır. Kendisini sol bir çizgide tanımlamaya çalışanlar, olayın kendilerinde yarattığı gemlenemez sevinç ve coşkuyu, bu atağın farkında olmanın yarattığı “yabancılaştırıcı efekt” nedeniyle, belli belirsiz bir vicdani huzursuzluk ve burukluk ile yaşadılar belki de. “Zafer”in, bizzat kendi semantik ve sembolik evrenlerimizin “disipline ve terbiye, edilmemiş”(!) bir yerlerinde yankı bulması ile bir “millî birlik ve beraberlik” ritüeli olarak kurulmasının doğurduğu tedirginliğin bizi içine düşürdüğü şizofrenik(!) konum, “sevincimize gölge düşürdü”. Bakhtin’in Ortaçağ folk kültüründe karnavalların toplumsal anlamına ilişkin olarak söyledikleri -tersinden de olsa- burada da geçerliydi. Bakhtinci anlamıyla karnavalesk öge, içerdiği eğlenceli, alaycı, satirik ve kural tanımaz yönleriyle, alternatif bir toplumsal özgürlük ve eşitlik mekanı oluşturur. Karnaval, Bakhtin’in çözümlemesinde, tüm toplumsal farklılıkların ve antagonizmaların geçici bir süreyle “tatil” edildiği, hayatın içinin dışına çıktığı, resmî ya da gayrıresmî hâkim anlam, değer ve “hakikat”lerden anlık ve estetik bir kopuşun yaşandığı, dünyanın ve hayatın ti’ye alındığı bir pratik olarak resmedilir. Bu bakışın idealize ve romantize edilmiş, tarihdışı bir bakış olduğu söylenebilir. Ancak, karnavalın hegemonik ya da karşı-hegemonik bir toplumsal-kültürel pratik olmasının (katartik, bütünleştirici, dönüştürücü işlevinin/yönünün) mevcut toplumsal konjonktüre bağlı olduğu, ancak çoğu zaman “gerçek ve sembolik mücadelenin alanı ve katalizörü” olduğu açıktır.
Mevcut toplumsal konjonktür, futbolun milliyetçi, statükocu vb. anlam yükünün çözülmesini ve eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir bağlamda yeniden anlamlandırılmasını zorlaştırıyor olabilir. Ancak, semiyotik terimlerle söyleyecek olursak, “gösteren”le “gösterilen” arasındaki bağın mutlak ve ilânihaye kurulmuş bir bağ olmadığını hatırlatmakta yarar var. Yani, ünlü “3 F” formülü, futbolun nihai anlamını ve hakikatini eleveren bir formül değildir. Dahası, bu formül, içerdiği “yanlış bilinçlilik hali” imâsıyla da mâluldür. Sabah’ın “Yaşasın futbol” manşetinin “milletçe unutulan”a göndermede bulunduğu ve dolayısıyla bunu yeniden “hatırlattığı”, sokaklara dökülenlerin bir ebedi uykuya dalmayıp, tersine ayinin milli(yetçi) bağlamının bilincinde olarak hayatı yaşanılır ve katlanılır kılmanın sembolik-orgazmik bir formunu buldukları ve “ayaktakımı”nın Çankaya caddelerine “pupa yelken” dalmasının hem “kaynaşma”yı ve hem de “eşitsizliğe karşı taarruz”u anlattığı söylenebilir.
Takımlar, tribünler ve maçlar da bir kültürel mücadele alanı oluşturuyorsa, bu alanın anlamını sabitleştirmeye ve tek dilli (“monoglossic”) bir hale getirmeye çalışan “merkezcil” toplumsal-semiyotik pratiklere karşı, merkezkaç bir semboliği savunmak ve çokdilliliği (“heteroglossia”yı) hatırlatmak elzemdir. Kısacası, popüler ile barışmanın kendimizle barışmak olduğunun bilinciyle ve futbol kültürüne Bakhtinci anlamıyla karnavalesk bir boyut katma arzusuyla, “sahadaki yerimizi almalıyız”.
[1] Bkz. Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan, “Dur Tarih, Vur Türkiye”, Futbol ve Kültürü, der, R. Horak, W. Reiter ve T. Bora, İletişim Yayınları, İstanbul 1993.
[2] Bkz. Necmi Erdoğan, “Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik”, Birikim, Mayıs 1993, No. 49.
[3] Kaldı ki, o bilim ve sanat adamlarından örneğin Nejat Veziroğlu’nun “ülkeyi futbolla yönetenlere yönelttiği sorular”, hiç de A.Balkız’ın duymayı arzulayacağı türden değildir. Veziroğlu, Güneydoğu’da “caydırıcılığı sağlamak için süratli adalet, süratli ceza ve süratli infaz uygulamak gerektiğini” belirterek “seyyar mahkemeler kurulmasını, ayrıca idam cezalarının meclis tarafından onaylanmadan uygulanmasını” istemektedir. (Ortadoğu, 27.10.1993) (Bu nota, T.Bora dikkatimi çekti).