Sivil Toplum-Devlet İlişkisi veya Demokrasinin Etiği

JOHN KEANE

Sivil Toplum

ve Devlet

Ayrıntı Yayınları

Sivil toplum-devlet ilişkisi veya demokrasinin etiği

ALİ YAŞAR SARIBAY

1983 yılında Anavatan Partisi’nin (ANAP) iktidara gelmesiyle beraber Türkiye yeni bir siyasal sürece girmişti. Bu süreç, 12 Eylül askerî yönetiminin nüksettirdiği önemli bir meseleyi tartışma gündemine getirdi: Demokrasinin bir daha kesintiye uğramaması için, devlet-toplum ilişkisinin ideal mahiyeti ne olmalıydı? Soru, aslında devletin başat kurum olarak toplum hayatında oynadığı rolün dayanılmaz ağırlığını demokrasinin önünde engel gören bir önkabüle dayanmaktaydı. Buna paralel olarak, demokrasinin kesintisiz ilerlemesinin de ancak devlet karşısında sivil toplumun güçlendirilmesiyle mümkün olacağı anlayışı yaygınlık kazandı.

O kadar ki, askerî yönetimin gadrine uğramış “sağcı” veya “solcu” hemen herkes, sözkonusu anlayışın adeta sihrine kapıldı; sonuçta dile getirdiği toplumsal/siyasal gerçeklikten daha çok kavramın kendisi önemsendi. Bununla beraber, “sivil toplum”, Türkiye’de 1983’ten bu yana en çok kullanılan kavram olmasına rağmen, ne yazık ki, en az anlaşılanı oldu (Sarıbay, 1992). Dolayısıyla, demokrasinin yeniden tesisi için aranan ideal devlet-sivil toplum ilişkisi de tam tamına kavramlaştırılamadı.

Neyse ki, sözkonusu kavramlaştırmayı eksiksiz yapmamıza yardımcı olacak önemli bir kitap bu ara Türkçe’ye kazandırıldı: Sivil Toplum ve Devlet: Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar (Derleyen: John Keane, Ayrıntı Yayınları, 1993) Kitap, her şeyden önce, sivil toplum kavramının işaret ettiği toplumsal/siyasal ve kültürel gerçekliğin mahiyeti hakkında olduğu gibi; devlet-sivil toplum ilişkisinin sosyolojik bağlamı ve pratik siyasal sonuçları açısından da son derece de aydınlatıcı bir içeriğe sahip.

Kitap, John Keane’in önemli teorik “Giriş”ini izleyen üç ana bölüm ve on dört temadan oluşmaktadır. Sivil toplum-devlet ilişkisi ilk bölümde modern felsefe geleneği içinde yeniden değerlendirilirken; sözkonusu ilişkinin mahiyetinin Batı ve Doğu Avrupa’da aldığı biçimler sırasıyla ikinci ve üçüncü bölümlerde irdelenmektedir.

Keane’nin yazdığı “Giriş”te dikkati çeken önemli hususlar bulunmaktadır. Bunlardan biri, sivil toplum-devlet ilişkisinin 18. yüzyılda ortaya çıkan bir mesele olmasına rağmen, 19. yüzyılın ikinci yarısında adeta iz bırakmadan kaybolması ve son zamanlarda yeniden popülerlik kazanmasıdır. Keane, bunun nedenleri üzerinde durmak gerektiğini vurgulayarak, şu sorulara yanıt aramaktadır:

Devlet (ve onun askerî, polisiye, hukuki, idari, üretici ve kültürel organları) ile devlete ait olmayan (piyasa tarafından düzenlenen, özel denetim altında bulundurulan veya gönüllü biçimde örgütlenmiş) sivil toplum alanı arasındaki ayrım ile tam ne kastedilmektedir?

Buna ek olarak: Devlet ve sivil toplum ayrımı neden yeniden önemli bir konu olmuştur? Bunda, geçmişe yönelik nostaljik bir arayıştan öte atfedeceğimiz bir anlam var mıdır? Sözkonusu ayrım hangi entellektüel amaçlar için kullanılabilir ve kimin çıkarlarına hizmet edebilir?

Bu sorulara cevaben Keane’in yaptığı tartışma devlet-sivil toplum ilişkisinin üç boyutunu öne çıkarmaktadır: Analitik, normatif ve siyasal. Analitik boyut, devlet-sivil toplum ilişkisinin nasıl kavramlaştırıldığını; normatif boyut, bu ilişkinin hangi gerekliliğe dayandığını; siyasal boyut ise, ilişkinin içerdiği pratik siyasal sonuçları kapsar.

Keane, analitik bakımdan sivil toplum terimine Batı Avrupa’da siyasal sağda ve solda farklı anlamlar yüklendiğini özellikle vurgular ve şunları söyler: Batı Avrupa’daki siyasal sağ, sivil toplum terimine bir tür doğal masumiyet atfederken; sol, sivil toplum-devlet ayrımını, toplumsal ve siyasal kurumlar ve güçler arasındaki geçmiş, bugünkü ve oluşum halinde olan ilişkilerin amprik özelliklerini kavramsal olarak çözümlemenin yolu şeklinde görür. Sağ, sivil toplumu, devlet iktidarına muhalefet etmeleri nedeniyle iyi oldukları varsayılan piyasa ve diğer ‘özel’ yaşam biçimleriyle eş anlamlı kullanır. Sol ise, toplumsal ve siyasal bir stratejiyi veya eylem programını formüle etmenin bir aracı olarak anlar.

Bu bağlamda, devlet-sivil toplum arasındaki ayrım analitik olarak özel kurumların veya bir bütün olarak toplumsal sistemlerin kökenlerini, gelişim ve dönüşümlerini çözümlemekte kullanılabilir (s. 25).

Eğer öyle ise, devlet-sivil toplum ilişkisinin diğer iki boyutu (normatif ve siyasal) da analitik açıklamaların ışığında netlik kazanacak demektir. Bir başka deyişle, bir bütün olarak toplumsal sistemlerin kökenlerini, gelişim ve dönüşümlerini anlamadan; onların işleyişinin hangi isteklere/beklentilere yönelik olduğu (normatif) ve bu istek/beklentileri karşılamak için ne yapılma(ma)sı gerektiği saptanamaz.

Bu bakımdan, sivil toplum kavramı, her şeyden önce, toplum halinde yaşamanın nasıl mümkün olduğunu anlamaya yönelik analitik bir araçtır ve sırf bu yüzden sosyolojik olarak sunumlanmalıdır (Tester, 1993: 6-7).

Bu itibarla, Keane’nin yaptığı tartışmayı esasen iki düzeyde toplamak daha doğru olur. Birinci düzey, devlet-sivil toplum arasındaki ayrım gerekli mi/gereksiz mi sorusuyla; ikinci düzey ise sivil toplum iyi mi/kötü mü sorusuyla ilintilidir.

Keane, devlet-sivil toplum şemasının eskimiş olduğu iddiasının en azından Batı Avrupa’da şu bakımlardan ikna edici olmadığını söyler. Bunlar; 1) kapitalist ekonominin yeniden yapılanması (sivil toplumun bu bağlamda işyeri/hane, istihdam/tüketim, erkek/kadın faaliyet alanları şeklinde keskin ayrımlara maruz kalması), 2) Keynesçi refah devleti politikalarının başarısızlıkları etrafındaki siyasal tartışmalar (sosyal demokrat savunucularına göre refah devleti modelinin işbirliği, demokratikleşme ve eşitlik için siyasal iktidarı en önemli koşul görmesi), 3) yeni toplumsal hareketlerin yeri (yurttaşlık hakları, feminizm, öğrenci ve gençlik hareketlerinin sınıfları belirleyen sınırları aşması).

Bu açıklamaları ikna edici buluyorsak, yani devlet ve sivil toplum arasındaki ayrım gerekli ise; bunun doğal sonucu kendini sözettiğim ikinci düzeyde dayatır: Sivil toplum “iyi”dir!

Gerçekten öyle mi? Keane’nin “Despotizm ve Demokrasi: Sivil Toplum ile Devlet Arasındaki Ayrımın Kökenleri ve Gelişimi 1750-1850” konulu makalesi, sivil topluma “iyi” gözüyle bakanlar olduğu gibi, “kötü” görenler olduğunu da göstermektedir.

Sivil toplum, esasen, Cicero’nun societas civilis fikrinden başlayarak Aristo’nun polis kavramına kadar geri giden Avrupa geleneğinde devlet ile aynı anlamda kullanılmıştır. O kadar ki, bir sivil toplumun üyesi olmak demek, bir devletin üyesi olmak, yani o devletin yasalarına uygun ve diğer yurttaşlara zarar vermeyecek biçimde davranma yükümlülüğü altında olmak demekti.

Keane, bu geleneksel anlayışın 18. yüzyılın ortalarında içten içe çökmeye başladığını, sivil toplum ve devletin farklı varlıklar olarak algılandığını belirtiyor. Yazar, özellikle 1750’den sonra bu farklılaştırmanın İngiltere, Fransa ve Almanya’da köken ve gelişimi açısından aldığı biçimler üzerinde durur. Bu ülkelerde sivil toplum kavramının kullanımının geçirdiği dört aşama, günümüzdeki oluşumları aydınlatması bakımından önemlidir. İlk aşama, geleneksel sivil toplum kavramının kırılma noktasını içerir. İkinci aşama, sivil toplum içindeki bağımsız “toplumlar”ın kendilerini devlete karşı savunmalarının meşrû olduğu anlayışını yaygınlaştırır. Üçüncü aşamada hernekadar ayrım korunmuşsa da eskilerin özgür bağımsız bir sivil topluma olan güvenleri, egemen devlet faaliyeti lehine ters çevrilmeye başlamıştır. O kadar ki, sivil toplumun içerdiği özgürlük, toplum hayatındaki çatışmaların kaynağı olarak görülmüş; devlet müdahalesi bu çatışmaları önleyici bir faktör sayılmıştır. Nihayet dördüncü aşamada gelinen nokta üçüncüye bir tepki olarak belirmiştir: Devlet müdahalesinin sivil toplumu yavaş yavaş boğacağından korkulmaya başlaması.

Demek ki, süreçsel olarak bakıldığında; devlet-sivil toplum ilişkisinin normatif ve siyasal yanı arasında organik bir bağ kaçınılmaz olmuştur. Sivil toplum devletten bağımsız “gerekli” bir varlık olarak görüldüğünde “iyi”; çatışmaların kaynağı olarak “kötü” görüldüğünde de “gereksiz” olarak algılanmıştır. Bu sebeple, sivil toplum kavramının analitik olarak kullanılmasının ortaya çıkaracağı pratik sonuçlar, her şeyden önce kavramın normatif ve siyasal boyutları arasındaki diyalektiğe bağlıdır. Bunun en belirgin örneği, Adam Ferguson’un yaklaşımında görülmektedir. Ferguson, despotizme giden yolun sivil toplumdan geçtiği kanısındadır. Yine de despotizmi sivil toplumun kaderi olarak görmemesine rağmen; Ferguson’un ortaya koyduğu bazı sorular, sivil toplumun sözkonusu iki boyutu arasındaki diyalektiği yansıtır: “Despotizmin gelişmesi nasıl önlenebilir? Modern sivil toplum kendini düzeltebilir mi? Yoksa yozlaşma modern zamanların kurtulamayacağı bir özelliği midir?” (s. 57).

Ferguson’un sivil toplumun siyasal sonuçlarına ilişkin olarak sorduğu bu sorulara verdiği cevap normatiftir: Despotizm önlenebilir, ancak bu yalnızca sivil toplumun ayrıcalıklı (erkek, mülk sahibi) yurttaşları kendi kamusal ruhları ile yurttaş örgütlenmesini sağlama ve egemen bir anayasal monarşi altında daha alttaki tabakalara liderlik etme kapasitelerini daha üst bir düzeye çıkarma yönünde çaba gösterdiklerinde olabilir” (s. 57).

Devlet-sivil toplum ayrımının normatif ve siyasal boyutları arasındaki diyalektik, sadece Fer-guson’da değil; Paine, Hegel, Marx ve Gramsci dahil kitapta görüşleri tartışılan diğer bütün düşünürlerde de vardır.

Tüm bu düşünürlerde, temel sorun, esasında kim yönetirse toplum iyi veya kötü olur sorusunun yanıtını aramak olmuştur. Zaten devlet-sivil toplum ilişkisi bağlamında demokrasinin etiği de tam bu noktada belirmektedir: İyi nedir veya ne yapmalıyız gibi etik alanı belirleyen sorular, buradaki meselemiz açısından şu şekli alabilir: Demokrasiyi hemen herkesin kabul edebileceği bir “iyi” (common good) yapabilmek için; devlet-sivil toplum ilişkisini nasıl tesis etmeliyiz ve bunu kim yapmalı? Modern anlayış sivil topluma devlet karşısında öncelik tanıyan bir anlayış ise; soruyu şöyle de sorabiliriz: Sivil toplum, devlet karşısında nasıl örgütlenmeli ki; a) devletin kolayca tahrip edemeyeceği bir kamu alanının varlığı sürsün, b) toplumun hiçbir kesimi diğeri üzerinde demokrasi aracılığıyla tahakküm tesis edemesin?

Yukarıdaki sorulara verilecek yanıt(lar) için başlangıç olarak sivil toplumun felsefi gelenek içinde hangi karşıtlıkları içerdiğine; daha sonra sivil toplum ögelerinin neler olduğuna; en nihayet demokrasinin ideolojik mahiyetine bakmak gerekir.

Sivil toplum fikrinin gelişmesi, esasında İskoç Aydınlanmasının toplumsal hayat içinde varoluşsallığımızın karşıtlıkları arasında bir sentez arayışına bağlı olmuştur. Bu arayış; a) toplumsal karşısında birey, b) kamu karşısında özel, c) özgecilik (altruism) karşısında bencillik, d) duygu karşısında akıl etrafında olmuştur (Seligman, 1993: 143). Keane’in kitabında belirtilen sivil toplumun geçirdiği dört aşama, bir anlamda, bu karşıtlıklar arasındaki sentezin sivil toplumun ögelerini ortaya çıkaran süreçtir de. Bu ögeler: a) çoğulluk (plurality), b) kamusallık (publicity), c) özellik (privacy) ve d) yasallık (legality) olarak belirmiş (Cohen ve Arato, 1992: 346) ve sivil toplumun modern içeriğini oluşturmuştur. Sözkonusu ögeler, İskoç Aydınlanmasının aradığı sentezin formülasyonu mahiyetinde de sayılabilir.

Şimdi, yukarıda belirtilen karşıtlıklar ve öğeler beraber düşünüldüğünde; devlet ve sivil toplum arasındaki demokratik ilişki, mantıksal olarak, ancak hiçbir toplumsal kesimin hâkim iktidar olmamasıyla; dolayısıyla hiçbir hâkim ideolojinin rehberliğine ihtiyaç duyulmamasıyla mümkün olabilir. Bu anlamda, toplumu “kim yönetirse iyi veya kötü olur?” sorusu kaçınılmaz olarak yanıtı olmayan bir sorudur. Öte yandan, “sivil toplumu nasıl tesis etmeliyiz ki, demokrasi herkes için ‘iyi’ kabul edilsin?” sorusunda vücut bulan mesele de ancak “hakim ideolojisiz” bir toplumsallık (sociality) tesisi ile çözülebilir.

Bu bağlamda, sivil toplum içindeki topluluklar için; çoğulluk, onların birbirine karşı özerkliklerini; kamusallık birbirine karşı sorumluluklarını; özellik birbirlerine karşı bireyselliklerini; yasallık ise tâbi olacakları ortak çerçevelerini sağlar.

Keane’in kitabı, sivil toplumda topluluklar arası ilişkilerin yukarıda tanımladığım şekilde tesisini zora koşan iki önemli meseleyi özellikle vurgular. Birincisi, C. Pateman’ın “Kardeşlerarası Toplumsal Sözleşme” makalesinde dile getirilir: Sivil toplumun ataerkil karakteri. Pateman, birey, sivil toplum ve kamusalın kadın doğası ve ‘özel’ alana zıt ataerkil kategoriler olarak kurulduğuna dikat çeker. Aslında toplumsal sözleşmenin de ataerkil bir sözleşme olduğunu vurgulayan yazar; anlaşmayı ailelerini de bağlayacak şekilde babaların yapmış olmasını bunun kanıtı olarak gösterir. Pateman’ın burada yanıt aramakla meşgul olduğu soru, aslında diğer düşünürlerinkiyle aynıdır: Kim yönetirse toplum iyi veya kötü olur? Yazarın yanıtı, gerçekten de bugüne kadar siyaset teorisyenlerince sivil toplum kavramlaştırmasında ihmal edilen sosyolojik bir ögeyi ön plana çıkarır: Cinsiyet (gender).

Bu ögeden hareketle Pateman, yukarıdaki klasik sorunun yanıtını da şu şekilde vermiş olur: Erkekler kadınları dışlayarak yönettikleri için toplum kötüdür. Dolayısıyla, ona göre, “iyi” bir sivil toplum kadınların en geniş şekilde katılımı ile gerçekleşebilir.

Sivil toplumun yukarıda sözettiğim özerklik ve bireysellik temelinde tesisi hatırlanırsa; diğer bütün farklılıklar gibi, cinsiyet farklılığına dayanan kimliklerin de bu farklılıklarını korumaya yönelmesi de son derece doğal sayılır. Kamusallık anlamında sorumluluk ise, farklı kimlikler arasındaki varolma mücadelesini yumuşatır; yasallık anlamında ortak çerçeve de farklılıkları güvence altına alır.

Topluluklar arası ilişkileri zora koşan ikinci meseleye gelince... Bu mesele, Keane’in kitabında tahlil edilen Doğu Avrupa toplumlarının örgütlenme tarzlarında somutlaşmaktadır. Bu toplumlardaki totaliter rejimler, sistematik olarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede sivil toplum adına ne kaldıysa tahrip etmişlerdi. Bu tahribatı ağırlaştıran önemli faktör, sözkonusu toplumların bir hâkim ideoloji ekseninde totaliter şekilde yönlendirilmesi olmuştur. Dolayısıyla, toplumun çoğulluk, kamusallık, özellik ve yasallık temelleri ideoloji ile bastırılmış; toplumsal gerçeklik tek boyutlu olarak tesis edilmiştir. Sınıf (proletarya) toplumsal gerçekliğin kalbinde yeralmış; farklı kimlikleri düzleştirmenin meşruiyet kaynağı olmuştur. Buna rağmen, Rupnik’in “Totalitarizmin Yeniden Değerlendirilmesi” makalesinde sınıfın bu rolü fazla vurgulanmaz. Rupnik’e göre, bu toplumlarda, örneğin Rusya ve Polonya’da sosyal sistemin doğasını anlamada anahtar kavramlar, sınıftan çok, sırasıyla narod (halk) ve toplumdur. Ama, bu kavramlar da son tahlilde farklılıkları düzleştiren kavramlardır. Oysa, sivil toplumu demokratik kılan, farklılıkların “halk”, “toplum”, “sınıf”, hattâ “yurttaşlık” gibi total bir kimliğe bürünmemesidir.

O halde, sivil toplumun tesisinde farklılık esas ise, total bir kimliğe tekabül eden her türlü hâkim ideolojinin reddi kaçınılmazdır. Bu, sadece demokrasinin herkes tarafından “iyi” kabul edilmesinin olmazsa olmaz koşulu değildir: Aynı zamanda devletin sivil topluma, sivil toplum içindeki toplulukların birbirine karşı sorumluluklarının sınır çizgisidir. Demokrasinin etiği, bu sınır çizgisinin belirginleşmesine paralel olarak ortaya çıkar. Çizginin silikleşmesi ise siyasal despotizmi doğurur. Keane’in kitabı, bu bağlamda, sivil toplum ile siyasal despotizm arasındaki karşıtlığı tarihselliği içinde yerli yerine oturtmakta; bu karşıtlığın kökeni ve gelişiminin bizi hangi sosyolojik, felsefi ve siyasal problemlere maruz bıraktığını yetkin olarak anlatmaktadır.

Kitap dikkatli okunduğunda, bu problemlere aranan çözümlerin; aslında “sivil toplum nedir?” sorusunu aydınlatmaktan daha çok, “niçin sivil toplum?” sorusuna yanıt oluşturduğu görülür. Zaten, sivil toplumun siyasal despotizmin alternatifi olması da kanımca bu “niçin” sorusunun öncelikle yanıtlanmasından bağımsız düşünülemez. Hele bu, sivil toplum kavramının içeriğinin boşaltılarak kullanıldığı Türkiye için özellikle önemlidir: Sivil toplumu niçin istediğimizi bilmek, esasen neyi inşâ edeceğimizin bilincine ulaşmanın yolunu açar. Sivil Toplum ve Devlet kitabının bu bakımdan öğrettikleri, Türk okuru için paha biçilmez bir katkı niteliğindedir.

J. L. Cohen - A.Arato, Civil Society and Political Theory, Cambridge, 1992.

A. Y. Sarıbay, “Türk Siyasal Kültürünün Yeni Bir Sembolü: Sivil Toplum”, Birikim, 38/39 (1992).

A. B. Seligman, “The Fragile Ethical Vision of Civil Society” Citizenship and Social Theory, Ed., B.S. Turner, London, 1993.

K. Tester, Civil Society, London, 1992.