Eylül ayından itibaren Türkiye’de siyasal atmosferin bir hayli ısınacağı epeydir belli olmuş durumda. Kamuoyu daha Ağustos ayı başından beri yeni bir koalisyonun kurulması, hatta erken bir genel seçimi ihtimal dahilinde gören bir havaya girdi.
Birikim’in daha önceki sayılarında “merkez sağ ve sol”daki partiler ile “merkez”e talip Yeni Demokrasi Hareketi gibi oluşumlar çerçevesinde olabilecek gelişmelerin mahiyeti üzerinde durulmuş ve bütün bunların siyasal düzenin merkezini yeniden belirlemek ve sahneyi yeni baştan tanzim etmek amacı içinde yorumlamak gerektiğine işaret edilmişti.
Ancak öyle görülmektedir ki 1994 sonbaharını asıl ilginç ve önemli kılacak olan şey bunlar olmayacaktır. Çünkü hayli güçlü karineler Eylül ayıyla birlikte “dipten” değilse bile “aşağıdan” bir dalganın ortamı belirlemeye başlayacağını göstermektedir. Yani 1994 sonbaharı Türkiye toplumunda yeni bir siyasallaşma döneminin başlangıç tarihi olabilir.
Her şeyden önce belirtilmelidir ki; bundan sonraki döneme çok geçmeden fiilen damgasını vuracak bir “aşağıdan” siyasallaşma süreci Türkiye’nin daha önce (1973-1980’de) yaşadığı olaydan asli boyutları itibariyle çok farklı olacaktır. Bu bakımdan süreci 1973-1980 döneminden çıkarılmış yorum ve davranış kalıpları içinde yorumlayarak, tavır belirlemeye çalışmanın hiçbir anlam ve geçerliliği olmayacaktır.
Kendisini “sol”da tanımlayanlar için bu ikazın özellikle yapılması gerekmektedir. Çünkü hayli uzun bir süreden –1980 arefesinden– beri içine düştüğü bozulma, bozgun, baskı, hayal kırıklığı ve ideolojik sarsıntılarla yüklü durumdan kurtulmanın sabırsızlığı içinde bu “sol”, bu yeni siyasallaşma sürecinin özgün ve yeni noktalarını değil, hâlâ canlı deneyleriyle hatırladığı 1973-1980 döneminin görüntüleriyle benzeşen yönlerini öne çıkarmaya “doğal olarak” eğilimli olacaktır.
Oysa öncelikle şu aşağıda değinilecek noktayı dikkate almak bile “sol”un bu kabil “otomatik” yorum ve beklentilerle davranamayacağı konusunda yeteri derecede uyarıcıdır.
Varış noktası bir yana, kitlesel hareketlerle kendini gösteren 1973 sonrası siyasallaşma, şüphesiz “sol“ için son derece verimli olabilecek bir başlangıç durumu sunmaktaydı. Bunun asli nedeni, sözkonusu gelişmenin, dünyada ve Türkiye’de solun tezlerine, orada temsil edilen değer ve ideallere haklılık kazandıran 1960’lı yılların özgün tarihinin belirlediği bir çerçeve ve atmosferin varlığında ortaya çıkmış olmasıydı. Bu durum solun etkin-aksiyoner-konumda, siyasal karşıtlarını ise reaksiyoner, tepkici kimlikleriyle göründüğü bir algılama ortamı oluşturdu. Solun “radikal” kanadı, bu moral ve ideolojik üstünlük sayesindedir ki sayısal gücüyle kıyaslanmayacak bir etkinlikle ülke siyasetinin gündemini uzunca bir süre belirleyebildi.
Oysa şimdi –1960’ların tam zıddı diyebileceğimiz bir havanın egemen olduğu– 1980’li yılların “sıradan insanlar” üzerindeki siyasal sonuçlarının, bizzat onların eyleme geçmiş hallerinde ifadesini bulacağı bir siyasallaşma süreci sözkonusudur. En azından başlangıç durumu böyledir. Dolayısıyla şimdi konumların tersine gözüktüğü, yani solun “yükselen” dalgaya karşı reaksiyoner bir konumda tavır almaya zorlanabileceği bir ortam vardır. Sol bu “reaksiyoner” konumda olabilme ihtimalini “içgüdüsel” olarak kendine kondurmayabilir. Ama ortada o konuma itilmenin nesnel koşulları olduğunu görmemek de mümkün değildir. Halihazırda “yeni” sıfatını, “durumu –hatta kökten– değiştirme” talebini sahiplenmiş tüm girişimlerin ve iddiaların solun dışındaki alanlardan geldiği ve bu durumun 1980’lerden beri devam ettiği bir vakıadır.
Şüphesiz bu olgu, önümüzdeki sürecin hep bu karakterde olacağının ne kanıtı, ne de garantisidir. Hatta şu da söylenebilir ki, nasıl 1970’li yıllarda sol, 1960’lardaki yükselişinin sonuçlarıyla sürece en azından moral bir avantajla başlamış idiyse de; bu durum aynı zamanda onun içsel zaaflarının da belirmeye başladığı bir noktayı işaret etmişse; şimdi de merkezi ve sağı avantajlı ve etkin konumda gösteren şu başlangıç durumu pekala bu yükselişin inişe döndüğü, moral iticilerinin tıkanıp çözülmeye başladığı an olabilir.
Böyle bir tesbiti haklı gösterecek bir hayli güçlü kanıt ve karinenin olması, elbette teselli nedeni olamaz. Hele buradan 1970’lerin deneyinden hareketle sevindirici bir beklentiye kapılmak büsbütün abestir. Şöyle ki; eğer 1970’lerde bir önceki dönemin “rüzgarı” ile “yükselen”,sürece etkin ve avantajlı başlayan “sol”, sonuçta bu avantajını yitirdiği gibi tarihinin en ağır bozgunuyla karşılaşmış ise şimdi de sürece avantajlı başlayanların başına aynı şey gelebilir.
Bu akıl yürütmeyi hükümsüz kılan şey 1970’li yılların ortalarından itibaren etkilerini duyurmaya başlayan yepyeni bir faktörü, 2.Sanayi Devrimi denilen olgunun tayin edici ağırlığını dikkate almıyor oluşudur. Özetle ifade edilirse bu olgu “sol”un yükselişinin çöküşe dönüşmesinin doğrudan nedeni olmamışsa bile; sunduğu imkânları sahiplenmiş bir neo-liberal akımın baş döndürücü tırmanışının arka planında durarak, “sol”un kendi iç zaafları nedeniyle inişe geçişini tam bir bozgun haline dönüştüren iklimi yaratmıştır. Bu olgu, sol ve sağ hareketlerin bir med-cezir ritmiyle inisiyatifi ele geçirmeleri biçiminde görülebilen modern zamanların gidişatını şimdilik “sağ” lehine bozmuş, değiştirmiş gözükmektedir.
NEO LİBERALİZMİN
HEGEMONYASI
Ayrıca eklenmelidir ki; 1970’lerde solun duraklamaya, düşüşe geçmesiyle yükselen akım, 1960 ve 70’lerde o solun karşısında reaksiyoner konumda yeralmış sağ akımlar değildir. Solun tamamen kendi iç dünyasına ilişkin nedenlerle çöküşünün yarattığı ortamın da yardımıyla kendini –doğruluğu nihayet anlaşılmış– bir temel hakikatin ifadesi olarak sunma imkanını edinen –ve bunu arka planına aldığı 2. Sanayi Devrimi’nin parıltıları sayesinde başaran– neo-liberalizm, tüm dünyada 1960 ve 70’lerin –reaksiyoner konumdaki– sağ akımlarını kendi bünyesinde toplamamışsa bile, onları bellibaşlı neo-liberal tezleri benimsemiş bir kimliğe bürünmek zorunda bırakmıştır. Böylece 1960-1970’li yılların anti demokratik, korporatist devletçi milliyetçi (faşist) akımları, milliyetçiliklerini keskin bir “hür teşebbüs”çü söylem ve bunun gerektirdiği bir demokrasi kabulü bulamacı içinde ifade eder olmuş; geleneksel merkez sağ akımlar, sola, sosyalizme karşı bir fren olarak benimseyip içselleştirdikleri “karma ekonomi” ve “refah devleti” kavramlarını terketmiş bir dil kullanmaya başlamışlardır. Öte yandan yine bu sosyalizme frenleme, set kurma endişesinin dağılması, geleneksel sağ-merkez-akımların otoriter –hatta diktatoryal– rejimleri onaylama, benimseme “zorunluluğu”nu geçersizleştirdiğinde; atik davranan neo-liberal akım, bunu hem geleneksel sağın bir günahı olarak gösteren, hem de bu (öz) eleştiriyi solun özünde totaliter olduğu teziyle birleştiren bir söylem aracılığıyla kendini demokrasi ve insan haklarının en pür temsilcisi olarak algılatabilme imkanını edindi.
İşte tam da bu noktada, yani neo-liberal dalga modern çağların tüm olumlu mirasını şahsında birleştirmiş göründüğünde, prestijinin bu zirvesinde iken –yukarıda sözünü ettiğimiz– iç zaaflarının belirmeye başlaması durumu ortaya çıkıyor. Örneğin tam da evrensel geçerlilik iddialarının doruğunda neo-liberal düşünüşün odaklarının Kuzey-Güney ayrımı konusunu ele alış tarzları manidardır. Bu, her şeyden önce onların o geçerliliği Kuzeyle sınırlamış, Kuzeyin üstün konumunu pekiştirme amacıyla belirlenmiş bir içerikte düşündüklerini ele vermekteydi. Bu noktanın sezilir olması, örneğin Kuzeyin yakın periferisindeki –“Müslüman ülkeler” kuşağında, İran İslami devriminin dur(dur)ulması ile yatışmış gözüken İslami hareketlerin tüm o kuşakta yeniden canlanmasının dolaylı –ama çok önemli– nedenidir.
NEO LİBERAL KİTLELER
Öte yandan yine eş anlı olarak, bizzat Kuzeyde neo-liberal hegemonyanın geniş insan yığınları nezdinde içten bir ideolojik benimseme ile değil bir tür ideolojik felç olgusu üzerinden kurulmuş olduğu da su yüzüne çıkmaktaydı. Yığınlar, neo-liberal söylemin başat sloganları olan “birey” ululamasının, “hür teşebbüs”, “özelleştirme” ve “minimum devlet” kavramlarının bir seçkinler zümresinin ve o zümreye dahil olma hırsını taşıyanların eğilimlerini meşrulaştırma işlevini gördüğünü çok geçmeden “anladılar”. Bunun sonucu bir hayal kırıklığı olmadı. Tersine bunu pasif bir nihilizme benzer bir ruh hali içinde karşıladılar. Aslında kendilerinin sadece bir fon gibi görülmelerine, en fazla bir nesne gibi addedilmiş olmalarına doğrudan bir tepki, bir itiraz da yöneltmediler. Çünkü modern zamanların sanayileşme çarkları içinde “tüketim artışı” tesellisiyle şekillendirilen, gerçekte adeta öğütülüp zerrecikler toplamı haline getirilen bu kitlenin bireyleri, bu halleriyle o seçkinler dünyası karşısında kendilerini gerçekten de “aşağı”, değersiz gören bir öz algılama içine sürüklenmişlerdi. Bu öz algılama içinde onlar için o çarkların içinde öğütülüyor olmak değil, bunun bedeli, tesellisi olan “tüketim” imkanını yitirmemek önemlidir. O imkanı yitirme korkusunun dayanılmaz ağırlığı altında ikinci kez ezilen yığınların, küstah ve fütursuz bir seçkin söylemi olarak “doğasını” açığa vurmaya başlayan neo-liberal diskurlar karşısında yapabildikleri işte bu kendi aczini kabullenmişliğin suskun onayıdır.
Bu noktanın neo-liberal söylemin ana vatanı olan Kuzey toplumlarında ırk ve etnik kimlik boyutunu öne çıkaran hareketlerin popülerleşmesi olgusu ile dolaylı ama güçlü bir bağlantısı vardır. Gerçi ilk bakışta ekonomik faaliyetin tam rekabet koşullarında ve önünde hiçbir engel olmaksızın yürütülebilmesi “ideali”ni vurgulayan özü bu olan ve dolayısıyla da dünyayı aslen ve öncelikli olarak bir pazar olarak kavrayan, bu içerikte bir “globalleşme”yi hayal eden neo-liberal ideoloji ile bu etnik hareketler iki aykırı yönelimi temsil eder gözükmektedirler. Ancak yeniden hatırlatalım ki neo-liberalizm, elitlerin aktif olarak benimseyip uyguladıkları, neredeyse bir alt tür olduklarını kabullenmiş yığınlarınsa –o kabullenme nedeniyle– uydukları, pasif olarak benimsedikleri bir ideolojidir. Sözkonusu elitler tüm dünya ülkelerinde –ve şüphesiz büyük çoğunluğu ile Kuzey ülkelerinde– kendilerini özel bir insan türü olarak algılayan, daha doğrusu bu özel türe kimlerin dahil olduğunu belirleyen tam rekabet ekonomisinin “doğal seçme” koşullarında “eleğin üzerinde” kaldıklarını kanıtlamış ya da buna aday bireyler toplamıdırlar. Bu kendilerini algılayış tarzı ve tüm yeryüzünü kendi varoluş –iş– sahası olarak kavramaları yüzünden değil etnik çerçeve, ulus çerçevesi ve bunun kültürel-siyasal kimliği bile “dar”dır onlar için. Nitekim onlara mahsus bir kozmopolit kültür, çoktandır oluşmakta, ortak dili, giyim kuşam tarzları, mutfak alışkanlıkları, eğlenme biçimleri ve davranış stilleri ile hüviyetlerinde yazılı ulustan giderek farklılaşıp birbirlerine “benzeyen” adeta yeryüzünde yaygın yeni bir ulus teşekkül etmektedir.
Birey olarak seçkinliklerini “rekabet”le kanıtlayan, tanımlayan ve meşrulaştıran dolayısıyla oluşturmakta oldukları bu yeni “ulus”u içinde yine rekabet edecekleri bir “topluluk” olarak gören “eleğin üzerinde”kilere karşılık, “eleğin altındaki”ler zaten kendilerini birey olarak rekabeti göğüsleyemeyecek durumda hissedenlerdir. Elite dahil olmanın haksız denilebilecek bir ayrıcalık gibi değil, edinme imkanları herkese açık –bilgi, beceri gibi– vasıfları gözeten mekanizmalar –okul sistemi, iş hayatı– üzerinden gerçekleşiyor olması hem bu vasıflara sahip oluş derecelerine göre kurulduğu varsayılan hiyerarşiye esaslı bir itiraz edilemezlik kazandırıyor, hem de alt kademelere inildikçe belirsizleşen ve kayganlaşan bu hiyerarşinin alt tabakalarının teşekkülünde edinilebilir vasıflardan ziyade doğal, kendiliğinden mevcut özelliklerin rolü ağırlık kazanıyor. Ayrıca dikkate alınmalıdır ki; neo-liberalizm 2. Sanayi Devrimi’nin robotizasyon ve adeta sınırsız otomatizasyon gibi çarpıcı imkanları eşliğinde – 18. ve19. yüzyıl liberalizminde olmayan bir boyut edinerek– insanların –giderek miktarı artacak– bir bölümünü tamamen gereksiz bir yük, hatta sinirlendirici bir fazlalık olarak görmeye hazır bir içeriğe sahiptir. Onun bu “yeni” boyutuyla da belirlediği hiyerarşinin altlarına doğru inildikçe korku ve endişenin yoğunlaşması, birey olarak acizliklerini her an duyurtan bu iklimde daha aşağılara düşme ihtimalinin ürperticiliği ile kendilerine hiç değilse başkalarından daha üstte oldukları ya da olabilecekleri duygusu, bir iç dayanışma koşulu sağlayan zeminler aramaya yönelmeleri kaçınılmazdır. Etnik kimlikler işte bu zeminleri sunmaktadır. Neo-liberalizmin sözde “çoğulculuk” adına bu tür zeminleri onaylaması gayet anlaşılır bir tutumdur. Kendileri için kozmopolit bir kültür ve bunun imkân verdiği bireysel kimlikler ve “kişilik” olma hakkı peşinde olan neo-liberal ideolojinin aktif mensupları, “aşağıdakiler” için her şeyden önce birey olmayı neredeyse imkansız kılan bu “etnik kimlik”lere sarılmayı onaylarken bunlar arasındaki kaçınılmaz çatışmayı –“kutsal” rekabetin bu düzeyde alacağı biçimi– öngörmüyor olamaz. Yığınlar rekabeti böyle yaşayacak ve dolayısıyla da potansiyel enerjilerini “yukarı”ya, hiyerarşinin kuruluş mantığına ve önkoşullarına değil, yatay doğrultuda birbirlerine karşı kullanacaklardır.
PAYLAŞIMCI SOSYALİZMİN
KRİZİ VE ÇÖKÜŞÜ
Halihazırda bölgeci, ırkçı, mezhepçi biçimler altında gördüğümüz bu etnik kimliklere “dönüş” olgusu, neo-liberal yaklaşıma adapte olmuş –yeni “sağ”– siyasetlere hayli esnek bir hareket imkanı sağlarken, ona geleneksel birikiminden derlediği malzeme kombinezonları ile cevap vermeye çalışan sol siyasetler adım adım gerilemekte, gerilemeyi durdurmak için tavizler verdikçe de inandırıcılık ve tutarlılıklarını büsbütün yitirmektedirler.
19. yüzyılın ortalarına kadar süren kapitalizmin yükseliş döneminde liberalizmin tezlerine karşı hem “ilerici”lik vasfını başkalarına bırakmayan, hem de en azından işçi kitleleri içinde giderek yaygınlaşan bir benimsenme ve inanç ortamı yaratabilen sol, özellikle de sosyalist akım neden aynı başarıyı şimdi de gösterememekte, aksine gerilemektedir? Üstelik günümüz dünyasının ünlü “rekabet ortamı” emekçiler açısından o dönemin “vahşi kapitalizm” koşullarına o denli benzemekte iken... O koşullarda sendikalar, işçi birlikleri kurmak adeta doğal bir itilim iken şimdilerde neden tam tersine bir olgu gözlemlenmekte, sendikalardan uzaklaşılmakta, sendikalar gitgide güçsüz kalmaktadırlar?
Bunları sosyalist hareketlerin iç yanlışlıkları, sapmaları ya da “sosyalist sistemin çöküşü” gibi son analizde işçi sınıfının, emekçi yığınların kendisine “dışsal” olgularla açıklamaya uğraşmak beyhude bir çabadır. Bu tür çabalardan çıkarılmış “ders”ler üzerine kurulu girişimlerin hiçbiri de “başarılı” olamamıştır.
Çünkü olgunun ve sorunun kaynağı bizzat –ve özel olarak– işçi sınıfının kendisindedir, bu anlamda “içsel”dir. Yukarda neo-liberalizmin yükselişi olgusu dolayımında bu “içsel” faktörün mahiyetine kısmen değinildi. Daha geniş açıklamalar Birikim’deki çeşitli yazılarda,* yapılmıştı.
Neo-liberalizmin ideolojik hegemonyasını kırabilecek bir sol düşünüş dünyası kurabilmek için hayati önem taşıyan bu noktaya bu yazının son bölümünde yeniden döneceğiz.
PAYLAŞIMCI PROBLEMATİK
ÜZERİNE BAZI NOTLAR
Az önce liberalizm ile sosyalist akımlar arasındaki ilk tarihi karşılaşmada durumun hiç de günümüzdeki gibi olmadığını hatırlatmış idik. Bu çarpıcı farklılığın nedeni özet olarak şöyle açıklanabilir:19. yüzyılın bu ideolojik karşılaşması bir yanıyla üretimin arttırılması ama asıl ağırlığıyla üretimin paylaşımı, bölüşümü konusunun belirlediği bir problematiğin içinde cereyan etmişti. Liberalizm bilinen tezleriyle, yani asıl mülkiyet ve girişimin sahip olduğu dinamik ve bunun ödülü addettiği kârın güdümünde üretimin sürekli arttırılabileceğini ve iktisadi çıkar bilinciyle hareket edecek insanlar (taraflar) arası uzlaşmalarca belirlenecek bir paylaşımın adil sayılması gerektiğini savunuyordu. Sosyalistlar ise kâr ölçütünün üretimi arttırmanın tüm imkanlarına değil, en kârlı olanlarına yönelmeyi getireceğini böylece bir yandan bazı imkanlar kullanılmazken, bir yandan da imkanların israf edildiği bir durumun ortaya çıkacağını öne sürüyor; paylaşım konusunda ise liberalizmin de kabul ettiği emek değer kuramını mantıki sonuçlarına götürerek girişimcinin (sermaye) “hak”kının meşru bir dayanağı olmadığını vurguluyorlardı. Ancak burada önemli olan nokta bu tezlerin gerisindeki önkabuldür. Gerek liberaller, gerekse sosyalistler sermaye ve emeği temsil eden insanların potansiyel olarak eşit olduklarını varsayıyor, statülerinin özsel bir farklılığa tekabül etmediğini, yani statülerin sahip olunan şeyler tarafından tayin edildiğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla bir sosyalistin girişimcinin olmadığı, yani onun işlevinin de işçiler tarafından yerine getirildiği bir üretim düzeni kurulabilirliği iddiası pekala mümkün addediliyor, şimdilerde rahatlıkla iddia edilebildiği gibi bu durumda gelişme durur denilemiyordu. Çünkü o çağda işçi kitlesinin çekirdeğini oluşturan zanaatkar kökenli işçiler yetenek ve beceri kapasitesi bilgi ve bilgi edinebilme vasfı bakımından kendilerini asla “aşağı” düzeyde görmüyorlar, dolayısıyla üretim ve üretimin geliştirilmesinde halen sermaye kategorisinde yerine getirilen her türlü işlevi pekala üstlenebileceklerine inanıyorlardı.
Sözkonusu varsayım ve güven üzerinde oluşturuldu, geleneksel sosyalizmin tez ve önerileri. Bu güvenin olgusal dayanakları geçerli kaldığı sürece sosyalist akımların ideolojik-politik şekillenmelerinin paylaşım problematiği içinde oluşmasına uzun boylu itiraz edilemez.
Ancak, bilimin fiili üretim alanından kayıp ana belirleyici, ama “dışardan” etkide bulunan bir alan haline gelişi, böylece ve buna paralel olarak modern sanayi proletaryasının giderek niteliksizleşen bir emeği temsil ettiğinin belirginleşmesi, sözü edilen o olgusal dayanağın geçerliliğini yitirmeye başladığının –dolayısıyla o özgüvenin de sarsılmakta olduğunun– ilk işaretlerini vermişti.
Bu noktadan itibaren paylaşım problematiği üzerine inşa edilmiş bir sosyalist ideolojinin “gerçeklikle” ilişkisi ve inandırıcılığı azalmaya yüz tutar.*
Çünkü olgular düzeyinde –paylaşımcı– sosyalist ideolojinin işaret ettiği sorunu görmek ve bunu çözmesi gereken ve çözebileceği bir sorun olarak algılayabilmek için, kişinin o sözünü ettiğimiz varsayım ve güvene sahip olmaları önkoşuldur. Çünkü ideolojilere bağlanan inancın kaynağı buradadır.Ve ideolojiler “görünür kısım”larını oluşturan tezler, görüşler ve değer yargıları aracılığıyla her ne kadar bize “dış gerçekliği” açıklıyor gibi görünseler de gerçekte bu açıklamalar,o sözünü ettiğimiz varsayımlar, önkabuller ile tanımlanmış olan insani gerçekliğin,bizim ne olduğumuz sorusuna verilmiş cevabın yeniden doğrulanmasından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla paylaşımcı sosyalist ideolojinin “gerçeklik”le ilişkisinin ve inandırıcılığının zayıfladığını söylemek, seslendiği yığınların kendilerini algılayışları ile ideolojinin onlara ne oldukları konusunda verdiği cevabın örtüşmediğini söylemek demektir.Yani bu yığınlar onların“üstünde” yeralan zümrelerle, genel bir ifadeyle “seçkinler”dediğimiz kesimle insan olarak eş kapasitede oldukları varsayımının “gerçeği”ifade etmediğini düşünür hale gelmişlerdir. Ortada adeta türsel bir farklılığın olduğunu kabullenmeye hazırhale gelmektir bu.Türsel,yani yaradılıştan gelen bir farklılık varsa,eğer insanlar ölçülebilir potansiyel değerleri itibarıyla en üstün(ler)den en düşük(ler)e uzanan bir piramit oluşturacak biçimde yaratılıyorlar ise; onları kuşatan şeyler dünyasındaki sanayi devrimi çapındaki bir değişim veya nesnelerle ilişkileri-eşit paylaşım gibi kurallarla-değiştiren düzenlemeler yoluyla o yaradılışsal gerçeği değiştirmek imkansız demektir.
Oysa hem liberalizmin hem de sosyalizmin içinde teşekkül ettikleri zihniyet dünyası,insan ve toplum düzeyinde tasarlayabileceğimiz her tür değişimin,çevreyi yani nesneleri-onlar üzerinde icra ettiğimiz üretim ve dönüştürme faaliyeti ile-değiştirme aracılığı ile gerçekleştirebilirliği varsayımı üzerine kurulmuşlardı.Dolayısıyla liberalizm zımnen,sosyalizm ise ona özgünlüğünü veren bir vurgu ile,hem o yaradılıştan gelen insanlararası eşitsizliklerin değişmezliği fikrini dıştalıyor;hem de böyle bir olgudan sözedebilse bile,onun nesneler dünyasına yönelik,giderek yoğunlaşan eylemlerimizin değiştirici,dönüştürücü gücüyle hükümsüz bırakılabileceğini düşünüyorlardı.
20. yüzyıl, bu düşüncelerin, bunların ördüğü zihniyet dünyasının ilk sözcülerinin hayal bile edemedikleri çapta bir doğayı, nesneleri değiştirme düzeyi gerçekleştirmesine rağmen ve hatta gerçekleştirdiği oranda -geniş yığınların, özel olarak işçilerin nezdinde- o düşüncelerin zayıflamasına tanık olduğumuz bir çağdı.Bu olgunun daha geniş açıklamaları Birikim’deki yukarıda değindiğimiz yazılarda da mevcuttur.
Bu olgunun varlığında insani gerçekliğimize ilişkin iki düşünüş-ya da kabul-“yeniden” boy vermeye başlar. Birincisi insanlararası eşitsizliğin-hiçbir biçimde esasına müdahale edilmeyecek olan-(ilahi veya doğal) nedenlerden kaynaklandığı düşüncesidir ki bu sosyalizm-komünizm idealinin kesin imkansızlığı demektir.İkincisi ise;(birincinin devamı olarak) sadece o eşitsizliğin en kabul edilebilir ifadesi olarak olabilecek toplumsal düzenler tasarlayabileceğimiz,ancak bunları gerçekleştirebileceğimiz anlamına gelir.
Üretimi artırmak ve bölüşümü,paylaşımı giderek eşitleştirmek yoluyla insanlararası eşitsizliği ortadan kaldırmak düşüncesi ekseninde kurulmuş olan paylaşıma-geleneksel-sosyalist idealin inandırıcılığı bu durumda sürekli bir tehdit altındadır. Ancak bu yaklaşım, 1980’lerdeki kesin çöküşüne kadar bu tehdidi doğrudan göğüslemek, geriye püskürtmek için uğraşmak yerine “kabul edilebilir” eşitsizlik halleri ve hiyarşik düzenlenişi içeren “reel sosyalist” anlayışlara çekilmekten başka bir yol bulamadı.
Sosyalizm idealinin gerçekleşmesinin dolaylı araçları olarak kurulmamış dahi olsalar sendika gibi kurumların da –daha geç başlayan– önlenemez bir güç yitirme sürecine girmelerinin gerisinde de aynı olgu yatmaktadır. Çünkü hatırlanacağı üzre, 19. yüzyıl liberalizminin de sosyalizminin de paylaştığı düşünceye göre üretimde nesneleri değiştiren, onları ürün haline getiren işçiye ait işlevdir, emektir. Değeri o yaratır. Liberal görüş, “girişimci”de temsil edilen sermayenin de bu değer yaratımının araçlarını, koşullarını sağlayarak eşit bir faktör olarak işlevde bulunduğunu söyler. İşçiler bu ikinci ifadenin değişmez bir gereklilik olduğunu kabul etmeseler bile, varolan durumda emek ve sermayenin iki eşit faktör olarak düşünüldüğü bir paylaşım-bölüşüm-pazarlığına girerler. Bu çerçeve içinde emek ve sermayenin eşit paylar alması optimal çözüm olarak görünür. Ancak eğer sürecin ilerleyişinde, üretim ve dolayısıyla değer artışı emeğin bir fonksiyonu olarak değil, sermayede temsil edilen –araç, imkân (bilim) ve koşulların– fonksiyonu olarak gerçekleşmeye başladıkça; hem emek ve sermayenin eşit faktörler olduğu yolundaki “ilk” kabul sarsılır ve hem de böylece “emeğin hak”kının nasıl ölçüleceği, belirleneceği konusu bulanıklaşmaya başlar.
Sonuçta, çoktandır yürürlükte olan çağdaş duruma varılır. Yani emek niteliğinden neredeyse bağımsız biçimde, tamamen –pazar– koşullarına göre “karşılığını” alır. O artık –“eskiden” eşit varsayıldığı– koşulların belirlediği bir değişkendir. Bu ise sendikanın kendisini sermaye karşısında, ona denk bir statü ile koyabilmesinin, işçiler tarafından böyle algılanabilmesinin mümkün olamaması demektir. Sendikada temsil edilen işçilerin bileşik gücü, emeğin artık belirlenen bir değişken haline geldiği durumda nitel bir düzey anlamına gelmez. Tekil emekle bunların toplamı pazar “koşulları” karşısında hemen hemen aynı güç –veya güçsüzlük– düzeyindedirler.
1970’lerde liberalizm, “neo” sıfatıyla belirdiğinde –adeta yukardan beri anlatmaya çalıştığımız olguları dikkate almış olarak– her şeyden önce paylaşımcı problematikten tamamen sıyrılmış bir ideoloji idi. Sözkonusu olguların, sadece o problematiği değil, onun da içinde şekillendiği aydınlanmacı perspektifi de geçersizleştirdiğini varsayarak yeni-sağ felsefe akımlarıyla çevrilmiş olarak sahneye çıktı. Gerek iktisadın dilini konuşan neo-liberalizm ve gerekse felsefede “insan bilimleri”nde mevzilenen o yeni sağ felsefelerin ortak noktası –baştan beri vurgulandığı üzre– “seçkinci” oluşları idi.
Bunların karşısında veya bunlardan ayrı olarak yükselen dini akımları gördük. İçlerinde en spektaküler ve iddialısı olan İslami hareketlerin bu neo-liberal dünyaya, dünya tasarımına karşı verdiği mesaj, o akımlardaki “seçkinci”liğin “Kuzeyli” –asıl olarak “Hıristiyan” kimliğini vurgulamak ve Güney’e –özel olarak İslam toplumlarına– atfedilmiş “aşağı” statüye tepkiyi ifade etmekte odaklaşıyordu. Yol ve imkanları hakkında kendisinin bile doyurucu diyemeyeceği görüşler ileri sürmekle birlikte inancı ve uzak ideali, seçkin ve üstte olma konumunu –aslen de kendisine ait olması gerektiği için– ele geçirmektir.
Bir alt düzeyde ise bu iki ana akımdan değişik oranlarda izler taşıyan etnik hareketlerin dalgalı mozaiği yeralmaktadır. Bunlar ayrı bir zihniyet dünyası oluşturmamakla birlikte o iddiayı taşıyan ya da taşıyacak olan akımları kendileriyle bir tür konsensüse zorlayabilecek bir popüler etkinlik zemini oluşturmaktadırlar.
Kendini yeniden tanımlamak, yeniden güçlü bir akım, hareket haline gelmek isteyen sol, özel olarak sosyalist akım öncelikle bu manzara içindeki yerini, statüsünü tayin edebilmiş olmalıdır. Neo-liberalizm ve dinle birlikte alternatif sayılan bir düşünüş dünyası mı olmak istemektedir; ya da bunların ikisini de aşacak bir yeni zihniyet dünyasının oluşturucu unsuru mu olmak amacındadır? Veya bunları fazlasıyla soyut bulup, daha dün o denli etkin bir akım iken şimdi düştüğü perişanlığın utancından bir an önce kurtulabilmek için pragmatist bir yaklaşımla mevcut durumun “verimli” gözüken temalarını geçmiş deneyinin ve düşünsel mirasının uygun unsurlarıyla birleştiren bir “uyarlanma” tasarısı peşinde midir?
Paylaşımcı ve onun uzanımı olan bir eşitlikçi yaklaşım içinde oluşturulmuş bir bilgi ve deney mirasını kullanabileceğini hâlâ varsayan bu pragmatik tasarı, sonu bugünkünden farklı olmayacak sol-sosyalist hareketlere varabilir ancak. Bu sona ulaşmadan geçirilecek dönemin dalgalanmaları içinde yer yer yaşanabilecek “etkin” hareket statüleri ile yetinebilmenin ötesinde bir tasavvura gücü kalmamış olanlar gerçekte sola uzun vadede bir yükseliş imkanı tanımayan umutsuzlardır.
Sol, özel olarak tarihi sosyalizm akımının temsil edegeldiği düşünüş, eşitlik idealine inanç temelinde varolageldi. Tarihsel ve tarihin oluşumundaki misyonu budur ve ancak bu var olacaktır ve var olma “hakkı” edinecektir. Bunun dışında hiçbir kalkış noktası olamaz, olmamalıdır. Modern çağlarda sol, sosyalizm adını alan tarihsel akım daima, birbirini takip etmiş zihniyet dünyaları içinde tarih oluşurken onu “yapan” ana akımlardan biri olagelmiştir. Ve bugün de talip olacağı statü ancak budur, kendini inkar etmedikçe, haldeki “taşıyıcıları” aracılığıyla bu statüden istifa ettirilmedikçe de böyle olmak zorundadır.
Bunun –hiçbir gerekçeyle ertelenemeyecek olan, önkoşulu, olmazsa olmaz ilk faktörü, eşitlik idealinin yeniden canlandırılabilmesidir. Bu inancın son iki yüzyılın tarihi boyunca nasıl bir düşünüş tarzı içinde sunulmuş olduğunu ve neden dolayı da önce inandırıcı olabilirken, sonra sarsılıp dağıldığını özetle açıklamaya çalıştık. O düşünüş tarzı, tasavvur biçimi içinde bu “hazin” noktaya gelişin niçin kaçınılmaz olduğuna dair bazı değinmelere de işaret ettik.
Bu sürecin kimi “yükseliş noktaları”nın, örneğin “devrim”lerin çekici nostaljisinden sıyrılmak duygusal olarak ne denli zor olsa da, kendimizi modern çağlar içinde yaşanmış bu tarihin başlangıç noktasına, insanlık tarihinde gerçek bir dönüm noktası olan ve ilk kez insanların eşitlikle özgürlüğü birlikte ve kendi varoluşlarının olmazsa olmaz boyutları olarak “farkettikleri” şeyin sezgisini yeniden yakalamaya yöneltmeliyiz.
Bu sezgi, şimdiden tüm toplumlarda –maddi olmaktan çok– manevi diyebileceğimiz bir kabullendiriliş ile “aşağı”ya itilmiş ve gelecekte daha ürpertici bir “aşağı”lığa itilmeye aday yığınlarda yaratılabildiğinde, onların ışığı ve umudu olabildiğinde tarihsel sosyalizm akımı gerçek mecrasını bulmuş olacaktır. Başlangıçta bu “aşağı” itilmeye duyulacak tepkinin yoğunlaştırılmasından hareket edilme zorunluluğu varsa da, bu tepkinin yapıcı ve yaratıcı kanallara yönelmesi ancak ve sadece insanlık durum(ları)mızı dönüştüren dinamikleri o eşitlik ve özgürlük bileşimini mümkün kılacak tarzlarda sahiplenmekle olabilir. Tüm insanları sonsuz çeşitlilikte bir varoluş –kişilik– imkanı içinde eşdeğer ve özgür kılabilmenin bu “araçları”, insanın “yaratıcı” olmakta ifadesini bulan türsel özelliğini kendi iç dünyasında “keşfetme”nin yanısıra pratik varoluş ile de dile gelen şeylerdir.
“Yeni bir çağın eşiğinde” sosyalizm akımı, kendini yeniden varetmek istiyorsa galiba, öncelikle bir “misyoner hareketi” olarak örgütlenmekle başlamalıdır. Çünkü bu hareket öncelikle kaybedilmiş, “gerçek-dışı”na itilmiş ve eşitlik-özgürlük idealine olan inancın yeniden bulunması, canlandırılması misyonunu üstlenmelidir. Bu inancın kendi iç gerçeğimizde potansiyel dayanakları olduğunu, “dış gerçekliğin”se bunun pratik ifade imkanlarıyla yüklü olduğunu anlatabilmek, “aşağı”ya itilen, daha da itilmekte olan insan yığınlarında kendilerini bu anlatılanların bilgi ve inancıyla “seçkin”lere karşı başlarını yükseltebilecekleri bir “deneme”nin şevkini yaratabilmek...
Bu şüphesiz devasa misyon tahayyül ufkumuzu aşıyorsa, susalım ve “son söz”ü söylemeyi gelecek nesillere bırakalım.
ÖMER LAÇİNER
* Bknz. Örneğin Birikim sayı 31:Ö.Laçiner “Sol-sağ ebedi bir arayış dinamiği”;A.İnsel “Sol ufku ve tahayyülü tanımlamak”: Birikim sayı 41. Ö.Laçiner“ İşçi sınıfının kendinde devrim bilinci”.
* Nitekim tüm bir 20.nci yüzyıl deneyi dikkate alınırsa görülecektir ki bu çağda “başarılı” olabilmiş sosyalist hareketler paylaşımcı tezleriyle ancak dolaylı ilişkisi kurulabilen siyasal karakterli motivasyonları kullanmaktaki becerileri ile “sonuca” gitmişlerdir. (Ekim Devrimi’nde 1. Dünya Savaşı, Çin devriminde Japon istilası, Vietnam, Küba devrimlerinde anti emperyalizm ve ulusal kurtuluş temalarını öne çıkaran sömürge oluş hali.) Şüphesiz bu sosyalist hareketler bütün bu oluşumları paylaşım problematiği üzerine kurulmuş ideolojinin terimleriyle açıklayabilmek için her defasında yeni bir “teori” üretmek ihtiyacını duymuş ama her yeni teoride ideolojinin odağındaki emek-sermaye çelişkisinin işlevi daha dolaylı, işçi sınıfının rolü ise daha soyut hale gelmiştir.