Sistem karşıtı sol muhalefetin bayrağı veya sığınağı olması gelenekleşmiş bulunan “insan hakları”, globalleşme ve Yeni Dünya Düzeni çığırıyla birlikte, sistem içinde muteber bir nesne haline geldi. Bu hal, sol muhalefet açısından bir kafa karışıklığı yarattı. Doğu Avrupa’daki reel sosyalist rejimlerin çöküşünün yeni, demokratik bir sosyalizme zemin hazırlayacağının ümit edildiği 1989/90 döneminde, insan haklarının “siyaset-lerüstü” evrensel geçerliliğe erişmesinin bir kazanım olabileceği umudu da yeşermişti. Ancak ’90’lı yılların tecrübesi, bu iyimserliğin yerini derin kuşkuların almasına yolaçtı. Sadece insan haklarına ilişkin vaadlerin -millî/bölgesel ve global çapta- yerine getirilmesiyle ilgili değildir, doğan kuşkular: insan haklarının -Yokohama Bildirgesi gibi düzenlemelerle- sulandırıldığı kaygısından,[1] bir muhalefet “bayrağı” (malzemesi) olarak insan haklarının gaspedildiği şüphesine dek uzanıyor. Her halükârda, global egemen söylemde başköşeye yerleşmesi, insan hakları ile ilgili teorik tartışmaları ve siyasî anlamlandırma uğraşını yoğunlaştırdı. İnsan haklarına ilişkin ideolojik mücadelenin geniş yer kapladığı bir devirdeyiz. İnsan haklarının egemen söyleme eklemlenme dinamiğinin tahlili, bu mücadele açısından önem taşıyor. Aşağıda, ilkin bu eklemlenmenin global boyutu tartışılacak, ikinci olarak Türkiye’de devletin ve egemen/sağ ideolojinin insan haklarını nasıl ‘işlediği’ ele alınacak.
1.
İnsan haklarının global kapitalist düzende -böyle deyince elbette öncelikle Batılı/Kuzeyli metropolleri kastediyoruz- kazandığı geçerliliği önce menfi bir ruhla değerlendirelim, bu hüsn-ü kabulün negatif nedenlerine değinelim. Negatif nedenlerin mantığı, insan haklarının mahzurlarının azalmasıdır; gerçi kaynağı itibarıyla burjuva toplumuna ‘inmiş’ olan ama devlet ve iktidar aygıtının ambargosuna maruz bulunan insan hakları katalogu üzerindeki bu ambargonun gevşemesine cevaz veren etkenlerin devreye girmesidir. Devletin baskı aygıtının yetkinleşmesi, gözetleme-izleme-kaydetme-denetleme teknolojilerinin gelişmesi, Evrensel Bildirge’deki insan hakları katalogunun ‘tam’ uygulanmasından doğabilecek ‘zararları’ asgariye indiriyor. (Öyle ki, güvenlik aygıtının incelen baskı ve denetim yöntemleri karşısında klasik insan hakları tesirsiz kalabiliyor.) Buna bağlı olarak insan hakları açılımı devlet(ler)in anti-terör terörizmiyle koşullanıyor; “terör” olarak tanımlanan eylemlerin yalıtıcı bir özel hukuka tabi tutulması, insan hakları programının icrasının şartını oluşturuyor.[2] İnsan hakları kataloğunun mahzurlarının giderilmesinde veya telâfisinde, sivil toplumdan kaynaklanan etkenler belki daha da önemlidir. Tüketim kültürü, medya ekonomisi ve artan atomizasyon, kapitalist rasyonalitenin egemenliğini yataylaştırıyor, ‘sivilleştiriyor’. Kapitalizmin toplumsal denetiminin sivilleşmesi, insan hakları gibi, sistem karşıtı muhalefetin elinde tahripkâr olabilecek serbestileri ve güvenceleri tesirsizleştiren bir vasat oluşturuyor. Mesajları büyük bir hızla yenileyen (veya yineleyen) medyanın döngüsü içinde dolaşıma giren ‘söz’, ‘düşünce’, tüketici alımlama kalıplarıyla biçimlenen akıllara, gönüllere nereye kadar tesir edebilir? (Farklı bir medya döngüsü ve ilişki kalıbı yaratılmadıkça...) Bu vasatta en ‘yıkıcı’ fikirlerin bile cürmü ne olabilir? O halde düşünce özgürlüğünün sınırsızca tanınmasının bir mahzuru kalmamaktadır. (Nihilist bir karamsarlığın lüzumu yok tabii - kapitalist egemenliğin sivilleşmesinin eğilimsel etkilerini ortaya koymaya çalışıyoruz!) Sonuçta, insan haklarının ‘yukarılarda’ hüsn-ü kabul görme sürecinde, gizil olarak, rafineleşmiş bir Orwellvâri (1984 romanı) gidişatın ipuçları da bulunabilir.
Gelelim insan haklarının establishment (yerleşik kurumsal düzen) tarafından sahiplenilmesinin pozitif nedenlerine. Pozitif nedenlerle, insan haklarını toplum nizamının ve kapitalist rasyonalitenin işleyişi açısından işlevsel, faydalı sayan yaklaşımın etkilerini kastediyoruz.
Faydacı-pragmatik liberal ideoloji, insan haklarını, bireylerin ve onların farklı çıkarlarının çatışmasızca bir toplum bünyesi içinde telif edilebilmesi açısından taşıdığı işlevsellikle benimsemiştir.[3] Bu ‘soğuk’ işlevsellik, bireyin (güyâ soyut birey, esasında beyaz/Batılı, erkek, burjuva-yurttaş birey) değerine ilişkin bir etik yüceltmeyle bezelidir. İnsan haklarının etik boyutu, Batı’da, geleneksel toplumun çözülüşünün ve laikleşmenin kamusal hayatın kıyısına ittiği dini ahlâkın yerini alan bir işleve de sahipti; topluma, hukuki-siyasî boyutunun ötesinde dini ahlâkın laik ikamesi olarak da tesir etti (insanın kutsallaştırılması).[4] İnsan haklarının geleneksel toplumdan modern topluma geçişte gördüğü bu işleve, 20. yüzyıl modernizminden kimilerince modernliğin yeni bir evresi kimilerince post-modern denilen bir ‘çağa’ geçilirken yine ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz. Bu evrede ahlâki söylemle siyasal söylem içiçe geçiyor[5] ve insan hakları söylemi bu alışverişte ulaklık veya ‘arabulucu’ rolü üstleniyor. Siyasette anlam arayışı, ‘ahlâklılık’ talebi ve ‘vicdan politikası’, insan hakları bakış açısını bir malzeme olarak siyasal söyleme çekiyor; bizzat insan hakları politikasında da -hukuki söylemden farklı olarak- vicdani söylem kendine daha geniş yer açıyor.[6] Bu gelişmenin de fevkalâde demagojik (ve Orwellyen) istismarlara, manipülasyonlara kapı açtığını eklemeliyiz. İnsan hakları söyleminde ahlâki/vicdani yükün artması, insan haklarının “insancıllık”la eşanlamlılaşması; ahlâkilik/vicdanilik ve insancıllık gibi göreceli değerlerin içeriklerinin tayinini yoğun bir ideolojik mücadelenin konusu yapıyor. Bu mücadelede bilhassa medya, dolayısıyla ona etki edebilecek güç odakları, velhâsıl establishment ciddi bir hamle avantajına sahip bulunuyor.
Ahlâkla siyasetin ‘birbirine karışması’, genel bir ‘karışıklığa’, kamusal alan ile özel alan arasındaki sınırların kalkmasına bağlıdır. Siyasetin temsili gücü aşınıyor, siyasetin alanı itibari bir yer haline geliyor.[7] Söylemsel bir pratik olarak siyasal özne kuruluşu, kültür ve ahlâk gibi özel alana ait sayılagelmiş varoluşsal praxis kalıplarının, çıktılarının ve çelişkilerinin kamusal alanda ve ‘siyasal olan’ içinde doğrudan temsil edildiği bir kaygan zemin üzerinde, kapanımsız bir sürece dönüşüyor. İnsan haklarına, gerek etik gerekse hukuki-siyasî boyutlarıyla, özel alanla kamusal-siyasal alanın kesişme ve siyasetin itibarileşme eğilimini ‘idare etmek’ açısından büyük iş düşüyor. Zira bu doktrinin asli konusu sözkonusu ayrımı düzenlemektir. Üstelik insan haklarının öznesi olan soyut yurttaş-birey, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar, hakikaten soyut bir birim olarak, siyasî öznelliğin de yegâne kaynağına dönüşme eğilimindedir. Toplumsal atomizasyonun alabildiğine ilerlediği, siyasal temsiliyet ilişkilerinin çözüldüğü ve kamusal-siyasal alanla özel alanın birbirine kaynadığı koşullarda; negatif özgürlük (kişi) hakları ile siyasal katılım hakları arasındaki çelişki veya öncelik çekişmesi de zayıflar. Erdem, -tam da liberal geleneğin vaz’ettiği gibi- siyasî katılım bilinciyle değil, devletin/kamunun müdahalesinden arınmış özel alandaki hayatın zenginleşmesiyle ölçülür, hattâ siyasî erdem de artık buna göre ölçülür hale gelmektedir. Yurttaş-birey, soyut kimliğiyle, bizatihi siyasî değer kazanır. Onun bu konumunu kurumlaştıran hukuksal çerçeveyi veren insan hakları da sadece güncelleşmekle kalmaz, siyasallığın yerine geçmiş gibi olur.
Geleneksel toplumdan modernliğe geçişte insan haklarının dinselliği ikame eden etik boyutundan ve bu boyutun da içinde bulunduğumuz dönüşüm sürecinde yeniden belirdiğinden sözetmiştik. Pekçok ‘kültürel malzeme’ ile birlikte ahlâkın siyasal alana naklinde ve (özel alanındaki) bireyin yüceltilmesinde yerine getirdiği aracılık, insan haklarının etik işlevinin canlanmasının bir veçhesidir. Bu canlanmanın daha çarpıcı veçhesi, insan haklarının insanlara tutunum sağlayan bir kimlik etmeni haline gelmesi ve böylelikle toplumsal bütünü kuran/temsil eden bir işleve aday olmasıdır - aynı zamanda, insan haklarının ‘siyasal’ı ikame edişinin bir tezahürüdür bu. İnsan haklarının temelindeki, ‘soyut’ bireyin çıkar koruma ve güvenlik duygusuna hitap eden negatif özgürlükler kavramının, organik cemaat bağlarından öte toplumsal üst-aidiyetlerin çözüldüğü yürürlükteki atomizasyon çağında, teslimiyetle baş konulan bir mihrap olması doğaldır. Siyasî ve toplumsal kimliklerin tesadüfileştiği, itibarileştiği ve “toplumsalın yokoluşu”ndan bahsedildiği bu çağda, bir “birarada yaşama” etiği suretinde takdim edilen insan hakları söylemi, ‘çözülmüş’ bireylerin en güçlü -belki de tek- bağı, ‘imkânsızlaşan’ toplumu bir hayali cemaat olarak yeniden tasarlamanın bir yolu oluyor. Bir yeni-milliyetçilik karakterine de bürünen kültürel farkçılığın evrensel düzeyde “insanlık” rabıtasını yok etmeye dönük etkileri düşünüldüğünde, insan hakları, global insan toplumunu bir tasarım olarak ayakta tutmanın da çaresi gibi görünebiliyor. (İnsan haklarının siyasalın ikamesi haline gelişinin, global düzeyde tecellisi...) Buradaki çelişki, bizzat insan haklarının kültürel farkçılığa tabi bir ideolojik söylem olmasıdır.[8] İnsan hakları, “Yeni Dünya Düzeni” söylemiyle birlikte medeni (Batılı) dünyanın ayracı olarak sunuldu. Tarihsel ve kültürel olarak bu insan hakları kavrayışına ‘erişmiş’ toplumlarla erişememiş (hattâ erişemeyecek) toplumlar arasında, siyasî, iktisadî vs. her alanda yaptırımları olan bir sınır çizgisi çekildi. Daha doğrusu, Kuzey-Güney dünyaları arasındaki verili ayrım, insan hakları ölçütüyle meşrulaştırılarak ‘öteki’ni -‘insanlık nâmına’- dışlayan bir hüviyete büründü. İnsan haklarının evrenselliğin/globalleşmenin şartı gibi vaz’edilmesi, Güney/Doğu dünyasında millî bilinçlerde, dışlanmak ile emperyalist tahakküm altına girmek arasında bir ikilem olarak algılandı. Bu ikilemin tahriki, geleneksel milliyetçi kalıplarla da bitişerek, Güneyli/Doğulu bir Batı karşıtı kültürel farkçılığı körükledi. Böylelikle, devletlerin asgari insan haklarına bile riayetinin iyice ‘şansa’ bağlı hale gelmesine ‘yarayan’ bir sarmal oluştu. Özetle, global düzeyde de siyasalın yerine ikame edilerek ‘dünya toplumu’nun sıvası olmaya aday gösterilen insan haklarının; bu siyasallaşmasıyla, global bir ayrışmanın katalizörüne dönüşme istidadı arzettiğini söyleyebiliriz.
İnsan haklarının siyasalı ikame eden bir söyleme dönüştürülmesinin bazı çarpıcı sonuçları, Bosna-Hersek, Somali, Ruanda gibi vakalarda ortaya çıkıyor. Bosna-Hersek daha karmaşık bir örnek ama özellikle Afrika’daki vakalar, Kuzey/Batı dünyası dışında cereyan eden, Batı’nın doğrudan taraf olmadığı çatışmalardır. Kuzey/Batı dünyasının hegemonyasındaki “uluslararası topluluk” ve “uluslararası kamuoyu/medya”, bu çatışmalara, insan hakları söyleminin refakatinde geliştirilen “insancıl yardım” ilkesi doğrultusunda müdahil oluyor. İnsancıl yardıma öngelen ve insan haklarının korunması hedefiyle meşrulaştırılan politika, öncelikle çatışmasız, barışçı çözüm yolunun bulunmasıdır. Ancak barışçı çözüm “planları”, çatışan tarafların hedeflerinin, çelişkilerinin içeriğiyle bağlantısız bir ilke olarak mutlaklaştığı zaman, bir seçenek haline gelemiyor. Ancak, “uluslararası topluluk” tarafından güç kullanılarak dayatılması halinde geçerlilik kazanabiliyor. Afrika’daki örneklerde görüldüğü gibi, bu yoldan kalıcı çözümlere ulaşılması çok zor. Üstelik müdahil olan “uluslararası topluluk”un, verili güç dengesine yapacağı etkiden ötürü, taraflardan biri lehine devreye girdiğinin düşünülmesi ihtimali mevcut; Bosna’ya müdahaleden kaçınılmasında, Sırp toplumu nezdinde böyle bir kanaatin oluşacağından (pekişeceğinden) duyulan kaygının önemli rolü var. Ayrıca, Kuzey/Batı güdümündeki “uluslararası topluluk”un, yerli topluluklar tarafından bir emperyalist güç olarak ‘teşhis’ edilmesi de, “insancıl yardım” operasyonlarını muhataralı kılıyor. Bütün bu sıkıntılar, “uluslarası topluluk”ta, müdahalesini “insancıl yardım”la sınırlama, yani çatışmanın hukukunu “insancıl ilkeler” açısından denetlemeye dönük bir inisyatifle sınırlama eğilimini güçlendiriyor. (Bosna-Hersek bu eğilimin baskınlaşmasının bariz örneğidir.) “Uluslararası topluluğun” güttüğü “insancıl yardım” politikasının üslubu, böylece, belden aşağısına vurulmamasını ve dövüş kurallarına riayet edilmesini gözeten bir boks hakemi bakış açısını yerleşikleştirerek uluslararası politikaya hâkim kılıyor. Bu politika, “insancıl” yaklaşımı, ondan bünyevi olarak yoksun bulunan bir âleme ihraç etmek gibi ‘insani’ bir misyonu da sahiplenerek şerefleniyor.[9] İnsan hakları ve insancıllık değerlerini Batı’ya özgüleyerek bir ayraç haline getiren medeniyetçi milliyetçiliğin fiili yeniden üretimi, uluslararası politikanın önemli bir bileşeni olarak kurumlaşıyor, böylece.
Velhâsıl, Bosna-Hersek yahut Afrika’daki çatışmaları salt insan hakları yönünden gözlemeye (denetlemeye) koşullanan “insancıl yardım” yaklaşımı, siyaseti usule indirgeyen bir zihniyet kalıbını biçimlendiriyor. Bir mücadelenin, çatışmanın nedeniyle ve içeriğiyle neredeyse hiç ilgilenmeyen, sadece insan haklarına ve insancıl ilkelere riayet edilip edilmediğini ‘check eden’, gerçekten “tarihin sonu”nu getirmiş bir zihniyet ve ruh hali...[10] Hedefe ulaşmanın her yolunu mübah sayan araçsalcı pragmatizmin, bu sefer usulü mutlaklaştıran simetrik karşıtı... Uluslararası politika ölçeğinde Güney/Doğu dünyasını anlaşılmaz bir kaotik evren olarak dışlaştırmaya yarayan bu zihniyet kalıbı; millî/yerel ölçeklerde olduğu gibi global düzeyde de, her nevi dünyayı değiştirme teşebbüsüne karşı muhafazakâr bir tutuma dönüşme istidadı taşıyor. Siyasal hedefleri, talepleri ikincilleştiren, hattâ bunlar karşısında duyarsızlığı telkin eden; bir veçhesiyle katı bir hukuksal dizge, bir veçhesiyle de ‘kaygan’ bir “insancıllık” ahlâkı olarak ‘işletilen’ insan haklarına riayeti kendi başına amaçlaştıran söylemin kazandığı dogmatik hüviyet, böyle statükocu bir yönelimi en azından potansiyel olarak bağrında taşıyor - en azından, sistem tarafından bu yönde işlevselleştirilmeye çalışılıyor, çalışılacak. İnsan haklarının siyasalın ikamesi haline gelmesini sorunlaştırma gereği öncelikle buradan doğuyor.
2.
Türkiye’de insan haklarının bir değer olarak resmî ve sağ söyleme dahil edilmesi, 1. bölümde değinilen global gelişmeye ve globalleşme kampanyasına koşuttu. İnsan hakları, globalleşmenin/modernleşmenin bir vetiresi olarak, Türkiye’nin gelişmesinin ve Batı’yla bütünleşmesinin bir merhalesi olarak benimsendi. 1980’ler/90’lar dönümünde sağın sözcüleri, insan haklarının eksiksiz uygulanmasını savunuyor olmalarıyla, hem siyasî çizgileri hem de “memleket” adına gurur verici bir müktesebat olarak övündüler (ve övüldüler). Dönemin özgüvenli havasında insan haklarına -söylem düzeyinde- gösterilen hürmet, fazlasıyla araçsalcı-pragmatik bir anlayışa yaslanıyordu.[11] İnsan hakları her şeyden önce, AT ve AGİK gibi Türkiye’nin “dünyanın 1. ligine çıkması” açısından önem taşıyan kuruluşların kabul formunda yeraldığı için ‘değer’e binmişti. Pragmatizmin bu boyutuyla pozitif bir kökten geldiği ve daha ‘yaptırımcı’ olduğu söylenebilir. Merkez sağın liberal unsurları, bu pozitif pragmatizme eğilimliydiler. Bireyin asliliğini vurgulayan ve devlet tahakkümünden kurtarılmasını talep eden bir liberal söylem, insan haklarını salt siyasî-hukuki değil ahlâki açıdan da savunan bir çizgi geliştirdi.[12]
Sağın (merkez sağda da güçlü biçimde temsil edilen) milliyetçi-muhafazakâr ve otoriter devletçi kanatlarında ise, esasen komünizm tehdidinin ortadan kalkmasına dayanan negatif pragmatizm etkenleri çok daha fazla belirleyiciydi. Bu da -birazdan değinileceği gibi- rejimin ve egemen ideolojinin insan haklarıyla kurduğu bağın iyice kırılgan olmasına yolaçtı. İnsan haklarının ‘bahşedilmesini’, komünizm tehdidinin yitmesiyle nesnesiz veya gereksiz hale gelen birtakım önlemlerin kaldırılması -dolayısıyla yine güvenlik politikasının uzantısı- olarak algılayan millî güvenlik ideolojisi; bizzat bu ‘tavizi’ de “düşman”a stratejik üstünlük sağlayan bir hamle olarak anlamlandıracak bir negatif bilincin taşıyıcısıydı. Bu bilinç ve ruh hali içinde, insan haklarını ‘sahiplenmek’, solun (“vatan-millet-devlet düşmanlarının”) elinden bir mücadele aracını almak, demek oluyordu. İnsan haklarını güvenlik/asayiş politikası bağlamında değerlendiren millî güvenlik ideolojisi, elbette ‘global’ insan hakları ‘konsepti’nin, haklar kataloğunun uygulanmasını anti-terör serbestisiyle koşullayan yönüne büyük hevesle sarıldı. Öyle ki “terörizm”e karşı sert önlemleri insan haklarını ‘tam’ uygulamanın şartı (bedeli) sayan değil, tersine insan haklarına ilişkin bazı tavizlere daha etkin bir “terörle mücadele” mekanizması kurmanın şartı (bedeli) olmak kaydıyla razı gelen bir zihniyet yasama sürecine hâkim oldu.
Rejimin/sağın insan haklarına rıza göstermesindeki pragmatizmin negatif niteliğinin, bu rızayı kırılganlaştırdığını belirtmiştik. Nitekim komünizm tehdidinin derhal bölücülük tehdidiyle ikame edilmesiyle, insan haklarının kayıtsız şartsız uygulanmasını sakıncalı kılan kadim gerekçeye yine kavuşulmuş oldu. İnsan haklarının “Yeni Dünya Düzeni”nin önemli bir ‘maddesi’ olması hasebiyle ülkenin insan hakları pratiğinin -üstelik Kürt meselesi bağlamında- uluslararası teftişe konu olması, tehdit algılamasını ve “dış mihraklar” takıntısını pekiştirdi. Batı’nın Türkiye’nin egemenlik haklarını çiğneyerek onu yıkmak veya güçlenmesini önleyip denetimi altında tutmak için insan haklarını bir koz olarak kullandığı, dolayısıyla insan hakları açılımının Türkiye’ye yönelik bir komplo olduğu telâkkisi doğdu.[13] Milliyetçi-muhafazakâr ve otoriter devletçi entelijensiyayı, ayrıca bilhassa devletin baskı aygıtını saran bu halet-i ruhiye, insan hakları kavramına karşı olağanüstü saldırgan bir ‘kalkışma’ya yolaçtı. Polislerin örgütlediği ‘korsan’ gösterilerde atılan “kahrolsun insan hakları!” sloganı, bu tepkinin gayet açıksözlü ifadesiydi. Bu cephe, (yargısız infaz vb.) icraatıyla ‘teamül’ yaratarak ve rejim içindeki konumunu sağlamlaştırarak, insan haklarını ‘kahredecek’ bir etkinliğe erişti, böylece bir miktar yatıştı. Ancak insan haklarının (devlet, millet gibi) daha yüce değerleri tehdit ettiğini ve “hıyanet odaklarının” elinde bir alet olduğunu varsayan yaklaşım, bu kampanyadan güçlenerek çıktığı gibi, sürekli işlenmeye de devam etti. Bu ortamda insan hakları, hamasi anti-terör söyleminin bir ‘motifi’ derekesine inerek had safhada demagojikleşti. (“Terörün, tabii hukukun ve insan haklarının içinde kalınarak kökünün kazınması...” mealindeki demeçleri hatırlayalım...)
Rejimin/sağın insan haklarını demagojik istismarının bir başka boyutu, yine 1. bölümde değinilen ‘global’ bir eğilimle ilgili: somut hukuksal veçhenin talileşip ahlâki/vicdani “insancıllık” söyleminin öne çıkması...[14] Bu eğilim Türkiye’de egemen ideolojiye çok iyi ‘uydu’. Ahlâki/vicdani boyutun göreceliğinin sağladığı ‘manevra’ imkânı, insan haklarını kayıtlayan yerleşik algılayışı destekleyen bir tutamak oldu. Ahlâki/vicdani söylemin kazandığı ağırlık, insan haklarının (esasen devletin yolaçtığı mağduriyetleri hedefleyen) hukuki içeriğini ve felsefesini dikkate almadan, insanlıkdışı bulunan her türlü mağduriyetin, ‘önemi’ de fecaat düzeyine göre belirlenerek “insan hakkı ihlâli” diye damgalanmasını kolaylaştırdı. Bu kolaylık, hukuki açıdan açık ve tipik olan insan hakkı ihlâllerinin, üstelik çoğu kez fecaat ve ahlâki değer hiyerarşisinde gerilere atılarak, mağduriyet vakaları kalabalığı içinde kaynatılmasına zemin hazırladı. Bu ahlâki/vicdani söylem içinde bir de kınama deontolojisi oluşturuldu: resmî ideoloji, fecaat ölçüsüne ve daha önemlisi ahlâki değer hiyerarşisine dayanan kınama gerekleri telkin etmeye ve kimin neyi ne şiddette kınadığını denetlemeye yöneldi. İnsan Hakları Derneği’ne karşı, derneğin PKK’nın saldırılarını kınayan açıklamalarını da duymazdan gelerek yürütülen karalama kampanyası, bu kınama deontolojisinin sistemli baskıya dönüşmesinin örneğidir.[15] (Son zamanlarda Hürriyet’te Emin Çölaşan gittikçe saldırganlaşan bir üslupla bu kampanyayı tırmandırıyor.) Ahlâki/vicdani söylemin insan hakları politikası üzerindeki ağırlığıyla birlikte, geleneksel liyakat ve mütekabiliyet (karşılıklılık) ölçütleri (dolayısıyla kısas mantığı) de nüfuzunu artırıyor: suçlu/sanık konumundakilerin insanca muameleye lâyık olması ve eylemlerinin kendilerine yapılacak insani muameleyle uyumluluğu, zımnen, insan hakları için ‘istihkak’ (hakediş) şartları olarak telkin ediliyor. İnsan haklarının müstehak olunduğu takdirde yararlanılabilecek yoksa mahrum kalınacak bir âtıfet olduğu telâkkisi, ‘millî bilinçte’ daha derinlere kazınıyor.
Türkiye’de ahlâki/vicdani etmenlerin insan hakları politikasında açtığı alanda milliyetçi ideoloji geniş bir yer kaplıyor. Millî/milliyetçi değerler, insan haklarının tehlikeye düşürdüğü daha yüce ve özsel değerler olmalarının ötesinde, bizatihi insan haklarının meşruiyetinin nihai dayanağı haline de getiriliyorlar. Millet, insan haklarının asli öznesi ve hak ihlâllerinin esas mağduru konumuna yerleşiyor - bireylerin hakları o öznenin ‘haklarıyla’ uyum yükümlülüğünü taşımakla kalmıyor, zaten ancak ondan türeyebilir oluyor. Hele negatif haklar açısından en ‘nesnel’ ölçüt millî çıkardır: insanlık liyakati ve insani muamelede mütekabiliyet millî çıkarla ölçülüyor. Millî varlığı insanlığı cisimleştiren temel birim olarak gören milliyetçi etik, kendi milletinden olmayan veya millî düşman sayılan bir insanı, pekâlâ “insanlık” tanımının dışına atabilir, atabiliyor. Türkiye’de milliyetçi ideolojinin insan haklarını millî kimliğe münhasır kılarak sahiplenmesinin uç örnekleri MHP çevresinde geliştiriliyor. Ağustos ayında Erciyes Dağı’nda yapılan “Zafer Kurultayı”nda Türkeş’in verdiği “insan hakları bayrağı artık Türk Milletinin ve Türk milliyetçilerinin elindedir” mesajı, bir bakıma ‘düşmanın silahını elinden alma’ hedefini işaret ediyor. Diğer yandan, “Türklüğün dünya egemenliğinin” bütün insanlığa adalet ve barış getireceği vaadiyle, insan haklarının evrensel gerçekleşmesini de Türk milliyetçiliğine havale eden bir demagojiye bağlanıyor. MHP’li kurmaylar, esas olarak “Türk’ün insan hakları”nı gözetecek ve “içe dönük çalışmalar yanında dışa dönük faaliyetlere de girerek” insan haklarını “Türk’ün” elinde de diplomatik silaha dönüştürecek bir insan hakları politikasının arayışı içindeler...[16]
[1] Türkiye’de insan hakları savunucuları arasında Yokohama Bildirgesi’nin değerlendirmesi ve uyandırdığı kaygılar için bkz.: Yasemin Özdek, “‘Yokohama Krizi’, İHD ve Sosyalist Bir İnsan Hakları Kavgası”, Birikim, Ağustos 1993 (52), s.84-95; Ercan Kanar, “Sorun Tek Başına Yokohama Bildirgesi mi?”, Birikim, Ekim 1993, (54), s.64-69; İHD Genel Merkezi’nin çıkardığı İnsan Hakları Bülteni’nde 52-53. sayıdan beri yayımlanan tartışmalar.
[2] Değiştokuş kuralıyla işleyen dil oyunu içinde “insan hakları-terör” gibi ikiz kavramlar zaten ‘öbek’ olarak işgörürler; hiç de gerçek karşıtlıkları belirtiyor değildirler. Bkz.: Faruk Alpkaya-Levent Kavas, “‘Terör’ ya da ‘Mülkün Temeli’ Üzerine”, Birikim, Kasım (55) ve Aralık (56) 1993. (Anti-)Terörizmin devlet ideolojisindeki yapısallığı hakkında güzel bir çözümleme: Philip Schlesinger, “‘Terörizm’, Medya ve Liberal-Demokratik Devlet: Ortodoksinin Eleştirisi”, Medya Devlet ve Ulus içinde, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı, İstanbul 1994, s.48-65.
[3] Bert van den Brink, “Gerechtigkeit und Solidaritaet”, Transit, Kış 1992/93, s.51-73.
[4] Habermas’a göre insan haklarıyla birlikte millî egemenlik/halk egemenliği kavramları, modern hukukun ‘ahlâki’ gerekçelerini devşirdiği ana fikirlerdir - ve bu ikisi de birbiriyle çatışma halindedir. (Jürgen Habermas, Faktizitaet und Geltung, Suhrkamp, Frankfurt 1992, s.128-130.)
[5] Modernliğin kamusal-özel ayrımına bir düzeyde tekabül eden siyaset-ahlâk ayrımının kalkması, “özel kişi”nin “yurttaş”ı (yani özel alanın kamusal alanı) kendi bünyesine çekmesine bağlıdır. (Detlef Horster, Politik als Pflicht, Suhrkamp, Frankfurt 1993, s.29-56.
[6] Modernizm-postmodernizm tartışmasının önemli yazarlarından Rorty, insan hakları kültürünün akıllardan ziyade vicdanlara hitap etmekle oluşabileceği (ve oluşageldiği) işliyor. (Richard Rorty, “Menschenrechte, Vernunft und Empfindsamkeit”, Transit, Bahar 1994, s.102-121.
[7] Bu konuya ilişkin verimli bir tartışma: Necmi Erdoğan, “Metinlerarasılık, Hegemonya ve Siyasal Alan”, Toplum ve Bilim, Bahar 1994 (63), s.40-57.
[8] İnsan haklarının kültürel farkçılıkla ilişkisi ve çelişkisi, Yasemin Özdek’in Birikim’in bu sayıdaki yazısında tartışılıyor.
[9] Bu zihniyetin tezahürünü Somali örneğinde gözleyen çarpıcı bir kitap: Bodo Kirchhoff, Efendinin İnsanlığı, çev. Ogün Duman, İletişim, İstanbul 1994.
[10]Fransız filozof Alain Finkielkraut şöyle diyor: “İnsanların varoluşlarına verdikleri anlamı kaale almaya dönük insancıl reddiye, açıkça ideolojiktir. (...) İnsancıl yardım bir ilerlemeydi - ta ki, insancıl olan, ahlâk ve eylem üzerinde tekel kurana dek. Şimdilerde bu yufka yüreklilik insafsız bir hal almıştır. Çünkü insanların çektiği fiziki acılardan duyulan kaygının arka yüzünde, hayatta biyolojik yaşamın ötesindeki her şeyin aşağılanması vardır; bu, ‘pagan’ insanlık karşısında olimpik (tanrısal) bir kayıtsızlıktır.” (“Wer will den schon Kroate sein?”, Die Neue Gesellschaft/Frankfurter Hefte, Aralık 1993, s.1114-1123.
[11]Bu pragmatizmin ‘zamanında’ görülebileceği bir kaynak: Hıdır Göktaş-Ruşen Çakır (röportaj), Vatan Millet Pragmatizm, Metis, İstanbul 1991; ve bir yorum: Tanıl Bora, “Fotoğraf Fırtına Öncesinden”, Birikim, Aralık 1991 (32), s.77-79.
[12]Bu çizginin düşünsel düzeydeki savunusu için bkz.: Atilla Yayla, “‘İnsan Hakları’nın Kavramsal ve Aktüel Anlamı”, Liberal Bakışlar içinde, Siyasal Kitabevi, Ankara 1993, s.81-103; Mustafa Erdoğan, “İnsan Hakları Nedir?”, Polemik, Mart-Nisan 1994, s.3-5. Yayla’nın yazısında iktisadî ve sosyal hakların eleştirisi, Erdoğan’ınkinde ise “insan hakları doktrininin Batı kökenli oluşunun ona evrensel bir ahlâki geçerlilik atfedilmesine engel olmadığı” vurgusu önemlidir.
[13]Tanıl Bora, “Terör, Devlet ve Türk Sağı”, Birikim, Mayıs 1992 (37), s.48-56.
[14]İnsan hakları söyleminde ahlâki/vicdani etmenlerin ağırlık kazanmasının İslâmcılara geniş bir saha açtığını kaydetmeliyiz. Batılı insan haklarının kaynağını “her türlü dini düşüncenin zorla tahliye edildiği seküler bir boşluktan” aldığı kanaati (Ahmet Turan Alkan, “İnsan Haklarının Etik Temeli, Kölelik ve İslâm Üzerine”, Yeni Toplum, Eylül-Ekim 1992, s.39) veya sezgisi -ki insan haklarının bundan ibaret olmamakla birlikte böyle bir veçhesi de olduğuna yukarıda değiniyorum; ahlâki/vicdani söylemin açtığı kapıdan girerek bu kez tersine insan hakları ideolojisini dinle ikame edebilecekleri umudunu İslâmcılara vermektir...
[15]“Terörist” eylemlerin kınanmasını yükümlendirme kampanyasında dayanak yapılan uluslararası hukuk kaynaklarıyla ilgili çarpıtmalar ve ‘yanlış anlamalar’ hakkında bkz. Gökçen Tunalı-Alpkaya, “Uğur Mumcu’ya Mektuplar”, Birikim, Nisan 1993 (48), s.59-67
[16]MHP basını “Türk’ün insan hakları” doğrultusunda ‘görev’ yapacak “yeni bir insan hakları derneği” ‘ihtiyacını’ da belirtiyor (Ortadoğu, 9 ve 11 Ağustos, 2 Eylül 1994).