I. HAYALET ŞEHİR
Yeryüzü coğrafyasının hiçbir parçası, bölünmüş ve parçalanmış bir kent kadar tekinsiz, hazin, kuşku uyandırıcı ve üzüntü verici değildir: Berlin, Kudüs, Saraybosna ve Lefkoşa bize her zaman bir “ayrılma”nın, bir “eksikliğin”, bir “kopukluğun” öyküsünü anlatırlar. Çoğu zaman dikenli tellerin ve Barış Gücü şeritlerinin kapladığı kent alanları bir zamanların şehir hayatının en canlı, en civcivli, en zengin mekânlarıdır. İşte Lefkoşa’nın Türk ve Rum taraflarını birbirinden ayıran bir-birbuçuk kilometrelik bir kalınlığa sahip Yeşil Hat; “arasta” adı verilen eski, neredeyse antik bir “agora”yı belki bir zamanlar çağrıştırmış olan merkezi, yani kent yaşamının kalbini ortadan ikiye bölüyor gibidir. Westphalia barışı, Napolyon savaşları, Almanlarla Fransızları, çeşitli İtalyan kent bölgelerini ve Ruslarla Batılıları karşı karşıya getiren savaşlar, Batı uygarlığına belki de Ortaçağlardan beri riayet edilmesi gereken bir saygıyı öğretti: Sınırlar nereden geçerse geçsin, ama kentlerin içinden, onları ikiye bölerek geçmesin. Bu saygının bütün eski imparatorluklarda, Ortaçağ krallıklarında, Batılı ve Doğulu devletlerde neredeyse gizli bir uzlaşım temelinde gelenekselleştiğini düşünebiliriz. Avrupa’nın yer yer Ortaçağa öykünmekten geriye kalmayan “kültürel birliği” sorununun çözülmesinde ilk etaplardan birinin iki Berlin’in birleştirilmesi (“duvarın yıkılması”) olması ve bunun onca ideolojik patırtı koparmasının nedeni belki de bu kaçınılmaz saygının bir kalıntısıdır. Ama elbette bambaşka biçimlerde ve bambaşka ideolojik meşrûlaştırma araçlarıyla...1
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz emperyalizmi Ortadoğu’daki her petrol kuyusunun başına bir “hilafet”, bir “devlet” ve bir “emir” geçirirken, çölün o muazzam yokluk ufkunu bir devlet geometrisinin hoyratlığıyla harita üzerinde bir cetvelle, düz çizgiler halinde çizebiliyordu. Sovyetlerle Çin arasında, elbette bambaşka nedenlerle 1960’lı yıllar boyunca vuku bulan “sınır çatışmaları” aslında bu iki dev “modern” ülkenin stepler ve dağlar arasında nereden geçtiği belli olmayan “muğlak” sınırlarla birbirlerinden ayrılışlarıydı. Nikita Mikhalkov’un Urga filminde iki ülkeyi ayıran sınırdaki son derece canlı, ama mahzun, felaketli ve göçebe yaşamın pek güzel ayırdına varıyoruz: Sınırdakiler... Çöl bedevileri, step insanları, maceracı tüccarlar, Kilisli kaçakçılar... bütün bu sınır insanları kendine özgü yaşam tarzlarını temsil ediyorlar.
Devlet kapitalizmi ve ulus-devletler çağı ise bize “artık sınırlarda yaşanamayacağını”, orasının bir blokaj, mümkün olduğunca dar ve kısa bir geçit (bir köprü bile değil), ölü bir zar olduğunu öğretmeye çalışıyor. Yeni Politika gazetesinin verdiği “Türkiye sınırında kaza” başlıklı haber (kaza Elbistan’daydı) yaşam ile ölümü ayıran, ama bizzat kendileri “ölümcül” olan ne tür dengelerin “sınır” adını verdiğimiz şu zarları biçimlendirdiğini (tahayyüllerde, istemlerde, arzular ve ideolojilerde) pek güzel ortaya koyuyor.
Ulus-devletlerin yüzeysel tarihi aslında yüzeylerin tarihidir: Toprak üzerinde yaşayan, üreten ve üretim aracına dönüştürülerek devlet aklınca “doğal kaynaklar” tablosunda tasnif edilebilen insanların, jeopolitik denge oyunlarının,2 güç çatışmalarının belirdiği, aktığı, dolaştığı bir yüzey. Romantik milliyetçiliğin Alman romantiklerinden beri huşu içinde temaşa ettiği “ülke”, Heim, bu tablonun dışında nerede yer bulabilir kendine? Yüzeyde değilse derinliklerde, Antik Yunan efsanesine layık “ekilen ejderha dişlerinden yerden biten insanlar”, Thebaililer, ktonik varlıklar masalına mı başvuracağız? Globalleşme adı verilen şey derindeki ktonik güçlerin, volkanların devrinin geçtiğini, her şeyin artık kaygan bir yüzeyde cereyan edeceğini ideolojik bir söz olarak veren bir masaldan başka nedir? İşte eski Yugoslavya’nın yüzeyine bakın: Ne oldu peki? sorusunun cevabı Avrupa’nın asırlık mimarisinin bu parçasında pek derinlerde varolan bir kaynamanın yüzeydeki çatlağı değil midir? Artık “iletişim”in, “liberalizm”in, “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen şeyin zaten pek kısa bir süre inandırıcılığı olmuş masalları, ya kan gölleri, ya nüfusların muazzam yoksullaşması, ya da sıkıyönetim altında ve otoyol kenarında yaşayan gettolaşmış cemaatler dünyasının dehşet verici gerçeği karşısında iş göremez hale geliyorlar. Bugün biraz “gerçekçi” hiçbir Avrupalı, Avrupa projesinin gerçekleşme yolunda olduğunu söyleyemez. Bugün aklı başında hiçbir Amerikalı, Amerika’nın yetkin ve sağlam bir hegemonya oluşturabilmiş olduğunu iddia edemez. Bugün aklı başında hiçbir Japon ülkesinin ekonomisinin hâlâ o eski ve şaşırtıcı güce sahip olduğunu düşünemez. Bugün aklı başında hiçbir Afrikalı, Bandung rüyasından bu yana ortada olan gelişmelerin ışığında Afrika ülkelerinin dünya sistemine eklemlenebileceğini ve bir zamanlar Afrika ülkelerinin kuruluşunda büyük bir rol oynamış Yale ve Chicago üniversitesi kaynaklı “Development Studies”in artık sönmekte olan reçetelerinden medet umulabileceğini ümit edemez. Bu örnekler tüm dünya sathına yaygınlaştırılabilir.
Öyleyse bakış “rejimimizi” biraz değiştirerek –belki de tümden tersine çevirerek– başka bir optiğe yerleşelim: Eğer hâlâ uygarlık diye bir şey varsa onun derindeki “ktonik” gücü kentten ve onun tarih boyunca aldığı farklı biçimlerden başka bir yerden gelemez. Tarihin “modern” akışı için bir zamanlar Braudel’in söylediğini –“Başlangıçtan beri iki koşulu vardı: Devlet ve şehir; ve kapitalizm, devletin şehir üzerinde zafer kazanmasıdır”– bugün artık “geleceğin süreci” olarak tersine çevirebiliriz: Eskiden devletler ortaçağın kentlerine “saygı” duyarak onları “ihtiva” eden sınırlarını çizerken bugün artık kentler, daha doğrusu metropoller neredeyse devletleri ve onun yapılarını işgal etmeye, ihtiva etmeye ve soğurmaya başlıyorlar. 1991’de Danzig kentinin Doğu Almanya’nın feshini beklemeksizin “biz Batı ile birleşeceğiz” diyebilmesi şimdiye dek siyaset ve diplomasi arenalarında, jeopolitik alışkanlıklarımızda pek rastlamadığımız bir olaydı. Avrupa’nın Paris-Berlin Ekseni üzerinde inşâ edilmesi yolundaki artık eskimiş hikaye de ilginç bir delildir.3
Eğer artık Samir Amin’in “çıplak bir yemek” gibi önümüze sunduğu “kaos” ile karşı karşıyaysak. Ulus-devletlerin yeniden tanımlanacakları bir dönemin eşiğinde olduğumuzun farkına varmalıyız: Ülkeleri yutan dev metropoller –birleşen Berlin, petrol ve doğalgaz boru hatları, uluslararası finans merkezleri, Pasifik Havzası vb., tüm bunlar yüzeyin yeni coğrafyasını şekillendirirken dışarıda bazı adalar, boş alanlar, yoksulluk cennetleri de bırakacaklar elbette: şimdi bu cennetlerden birine, hem ada, hem boş alan, hem de Türk kesimi açısından bakıldığında yoksulluk cenneti olan bir yere daha derinliğine dönebiliriz: Kıbrıs!
Her ne kadar “Kıbrıs” diye bir şeyin artık varolmadığına inanmaya çağrılıyorsak da bu, her resmî söylem gibi, artık yıllardır kabuk bağlamış bir yüzey çatlağının hukukileştirilmesinden ve ideolojileştirilmesinden başka bir şey değil elbette. Ama basit bir sezgi gücü, Kıbrıs’ın Türk ya da Rum kesimlerini dolaşan her kişiye, bir kentin trajedisinin çerçevesinden, işlerin böyle olmadığını anlatacaktır: Arasta üzerinden bölünmüş “çifte başkent”, Lefkoşa, yeni bir merkez, yeni bir “arasta” oluşturamamıştır. Bir anda çizilen edimsel sınırla hayatı bölemez, ayıramaz, parçalayamaz – olsa olsa umutsuz bir kesintiye uğratır. “Kıbrıs Sorunu”nun her şeyden önce Kıbrıs’ta yaşayan insanların da sorunu olduğu gerçeğini itiraf eden pek az basın yorumuyla, hükümet raporuyla, danışman sözüyle karşılaştığımız Türkiye’de bu sorun elbette büyük bir kolaylıkla “yükselen milliyetçiliğin” eline geçecek, Tanıl Bora’ya elinizdeki Birikim’deki makaleyi ilham edecektir.4
Öyleyse bu bölünmüş kentin hüznünü ve atmosferini biraz deşmekte yarar var: Asırlık yaşam biçimlerinin ve tarzlarının, sokak kenarı kahvelerinde yaşlıların oturma biçimlerinden tutun, öğle sıcağı rahavetine ve Kıbrıslının neredeyse zorunlu –üstelik resmileşmiş (yazın öğleden sonraları devlet daireleri ve bankalar çalışmaz)– siesta’sına varıncaya kadar, ortak özellikler Türk ve Rumlar arasında ne kadar paylaşılmış olurlarsa olsunlar, kendi başlarına bir “kimlik” oluşturmaya yeterli değildirler. Üstelik günümüz “sosyolojik düşün”ü “kimlik” adını verdiği bir sahte-kategoriyi bizzat kendileri de farklılıklardan oluşan insanların üzerine bir deli gömleği gibi giydirme alışkanlığından kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor. Her şeyden önce Kıbrıs adası, asırlar boyunca bir kentli kültürüne sahip olmayı sürdürmüştür: bir merkez, çarşı (arasta), Magosa kalesinin içinde içiçe geçmiş, Türkmen, Müslüman, Rum-Ortodoks, Maronit, Çerkes ve Çingene topluluklarına yaşam mekanı oluşturan son derece dar, örgülü ve üstüste binmiş evler, avlular, “modern” devlet idaresinin bilmem hangi çıkarlar nedeniyle hâlâ kurtulamadığı Osmanlı vakıf hukuku –bunların hepsi, kent rantlarının yeniden dağıtılması sürecinde (özellikle 1974’ten sonra)– o garip ve sessiz dirençlerini sürdürüyor gibiler. Bu direncin geçmişte ne türden dışlama, sessiz ya da açık düşmanlık, hattâ karşılıklı ikiyüzlülük biçiminde karşımıza çıkan eğilimlerden ve beslenmiş olduğu ayrı bir konudur. Günümüz cemaat ve devlet siyasetinin kullandığı düşmanlık araçlarından –askerî, ideolojik, siyasal ve iktisadî– daha masum oldukları kuşku götürmez. Ama masumiyetin de, suçluluğun da dereceleri var: Bitter Lemons (Acı Limonlar) yazarı Lawrence Durrell’in tanıklığı her “ezgi”nin başka bir ezgiyi, her saldırının karşı bir saldırıyı zorunlu olarak başlatacağını bizzat örneğimizin üzerinde pek güzel göstermiyor mu? Günümüzde Kıbrıslı’nın “kimlik sorunu”ndan söz edenlerin bu yüzden ilk olarak 1974 sonrası adaya yerleşen Türkiyeli nüfusun “kimlik sorunu”na eğilmeleri, açıkçası daha akıllıca bir yöntem olmaz mı?
Her şey, adanın 1974 öncelerine dek uzanan bölünmüşlüğünün her şeyden önce kentlilik kültürünü şoka uğrattığını, yaraladığını gösteriyor. Bugün kent merkezinde kuşaklar boyu yaşamını sürdüren ciddi bir orta sınıf nüfusun adanın yüzeyinde ne kadar olabilirse “çevreye”, ucuza maledilmiş ya da Rumlardan miras kalmış “villa tipi” evlere göç ederek (bu kentleşme süreçlerinin günümüzde evrenselleşmiş kalıplarından biridir) Lefkoşa’yı, Magosa’yı hattâ o ufak tatil kenti Girne’yi Türkiyeli göçmenlere terkedişleri kent uygarlığının sancısının esas sorun olduğunu yeterince göstermiyor mu? Bu açıdan “karasakal”ın,5 bu yeni “paryalar”ın öyküleri belki de Kıbrıs’ın anlaşılmasında çok daha önemli bir yer tutuyor bence.
II. ARASTA’NIN ÇÖKÜŞÜ
Bölünme kendi içinde bir kötülük değildir: Antik Yunanlılar, asırlar boyu varlıklarını sürdüren köy cemaatleri, kısacası, “geleneksel” adını verdiğimiz toplumlar, özellikle de ilkel topluluklar, bölünmeyi bir bunalım, bir katılaşma rejimi ve bir felaket olarak algılamaktan çok uzaktılar – bölünme ve parçalılık bu toplumların bir sigortası, iktisadî ve demografik baskılarla başetme yolu, üstelik toplumsal birimler arasında etkileşim ve ilişkilerin kurulmasının temel ve zorunlu mekanizmasıydı. Bölünme ancak katılaştığı, rutinleştiği, taraflar için sürekli kimlikler oluşturmaya başladığı andan itibaren bir “bunalım”, bir “sorun” haline gelir. Bir sınırın berisine, ya da merkeze, etnik kimliğe, millî birliğe vs. doğru yapılan her çağrı, her tarafta saman alevi gibi yanıp sönmelerine aldanılmaması gereken bir milliyetçilikler rüzgârını, hattâ kan ve kalıcı nefreti harekete geçirir. Bütün bunlar “aklın bir hilesi”, ya da uygarlığın bir tesadüfü değil. Aksine söz konusu süreçlerin ardında yoğunlaşmış, kristalleşmiş bir yığın çıkarın ve manipülasyonun bulunacağı kuşku götürmez.
Arasta’nın çöküşü -yani Kıbrıslı Türk insanının bugün, hiç değilse “iş olsun” diye yakındığı “ekonomik kriz”- 1974’ten çok öncelere, İngilizlerin adayı zoraki (aslında memnunlukla) terketmeye başladıkları dönemlere kadar uzanıyor. Ve yine her şey kentin, öncelikle Lefkoşa ile Magosa’nın “bölünmüş”lüğünün hem eseri, hem de yönlendiricisi olarak cereyan ediyor. Bir zamanlar Yalçın Küçük’ün yaptığı doğru bir gözlem (belki de bir sezgi), elinizdeki Birikim’de yayımlanan makalesinde Arif Hasan Tahsin tarafından da desteklenmiyor mu? İngilizlerin ayrılışından sonra geride bıraktıkları pek çok araç aslında Osmanlı’dan devralınmış, Kıbrıs Türk toplumunun “saygın” ve “elit” çevrelerinin Rumlardan daha büyük bir maharetle çekip çevirebilecekleri (buna Türk kesiminin daha az nüfusunu ve “yüzyüze toplumu”nu da ekleyin) kamusal yaptırım araçları değil miydi? Hâlâ varlığını sürdüren Evkaf İdaresi, bölünmüş arasta’nın artık yozlaşmaya başlamış lonca düzeni, esas olarak “küçük üretici”den başka bir şey olmayan Kıbrıs köylüsünün (Rum ve Türk) malını satmak üzere şehre indiğinde karşı karşıya kaldığı “tekelleşmiş” bir kent örgütlenmesi – bütün bu araçlar, Kıbrıs Türk elitinin “bölünmeyi” ve “bölünmenin ayakta tutulmasını” nasıl bir çıkar malzemesi haline getirebildiğini açıklar. Kısacası, ancak ufak tefek ve gündelik bir ticaretin hüküm sürdüğü Rum-Türk karışık köylerin dışında, üstelik sadece çatışmanın alevlendiği yıllarla sınırlı olmamak üzere, Rum tarafından elde edilebilen daha kaliteli ve daha ucuz mallar üzerinde Türk ticaret elitinin kurduğu tekel ve bu sayede elde edilen fiyatları belirleme olanağı, Kıbrıslı Türklerin “sözde” Türk milliyetçiliğinin nasıl bir “dolduruşa gelme” olduğunu yeterince gösterir. Türk tarafının Rumlarla İngilizleri karşı karşıya getiren çatışmalarda İngilizlerin tarafını tutması salt “daha küçük bir nüfus”un güvenlik psikolojisiyle, “barışçıllıkla” vb. açıklanamaz. İşin içinde, Kıbrıs Türk burjuvazisinin neredeyse tümünü oluşturan ticaret erbabının (Rum burjuvazisi yalnızca tüccar değil doktor, mühendis, sanayicidir de) derin bir önsezisi, Rum ile Türk toplumları arasında gerçekleşecek bir bölünmenin (üstelik bunun özellikle Lefkoşa arasta’sı üzerinden geçecek bir sınırla gerçekleşmesinin) sağlayacağı çıkarlara ilişkin bir önsezisi de vardır. Bu yeni “sınır insanları” çok geçmeden, İngilizlere Türklerin geçici bir süre için de olsa verdikleri desteği de hesabına yazacak ve İngiltere’ye uzanan yeni bir vektör üzerinde harekete geçecektir: Asil Nadir ve benzerleri...
1950-60’lı yılların bahsettiğimiz “ticaret eliti” bir zamanlar Kıbrıslı Türklerin basitçe “zengin adam” demekle yetindikleri, ancak sonuçta ateşli ve kanlı yıllarda Türk cemaatinin yöneticileri haline gelecek bir kesimdir. Seksenli yıllarda Yalçın Küçük’ün Kıbrıs burjuvazisine atfettiği “muazzam güç” doğru bir tahlile dayanmaktadır öyleyse. Arasta’nın çöküşü, yani eski kentin yıkımı kapitalizmi garip bir şekilde karikatürize eden bu sürecin eseridir.
III. SÖZDE-KIBRISLI TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
Türk Mukavemet Teşkilatlı yıllar Londra bağlantılı ticaret elitinin çıkarlarından bağımsız olmadığı gibi, Amerikan güdümünde Türkiye de dahil o zamanlar dünya ölçeğinde yürütülen “komünizmle savaş”tan da bağımsız değildir. Rum Komünist Partisi AKEL’in hatırı sayılır gücü (üstelik silahlı bir güç), sanayisiz ve “arasta”sız bir topluma başka neyi ilham edebilirdi? TMT’nin “solcu avı” hikayeleri bugün artık hatıra ufuklarının yavaş yavaş dışında kalmaya başlıyor, ama aynı şekilde Türk milliyetçiliği adı verilen ve Kıbrıs Türk yazınında, edebiyatında, eğitiminde (özellikle güçlü bir nüfus oluşturan “aydın” öğretmenler ve gazetecileri bir döneme damgasını vurduğu iddia edilen bu milliyetçilik ne bir “tepkisellik”, ne bir “nostalji”, ne de “çağdaş Türkiye ile bir gönül birliği” söylemidir. Herhangi bir araştırmacının, o yıllarda “askerî” ve “karşı-casusluk” alanlarının dışında (isterseniz buna bazı Kıbrıslı şair ve yazarların Türkiye’de Hisar ve Yenigün gibi birkaç mecmuada yayımlanan “Kıbrıs’tan sesler” meyanında şiir ve yazılarını da ekleyebilirsiniz) Kıbrıs Türklerinin Türkiye ile ve onun toplumuyla doğru dürüst herhangi bir iletişime ve etkileşime sahip olmadığını farketmesi oldukça kolaydır. Ticaret eliti için “anavatan” Londra’dır ve Asil Nadir olayı gösteriyor ki hâlâ da öyledir.
Türkiye bir “anavatan” olarak karmaşık bir süreç boyunca, yıllar içinde oluşturulmuştur. Ama garip bir paradoks çerçevesinde... Yetmişli yıllarda “anavatan” Türkiye’ye gönderilen öğrenci kitlesinin büyük bir çoğunluğu “solcu” olarak döndüğünde, tarihi yeniden gözden geçirmek, hiç değilse unutulan bazı olayları hatırlamak gerekli hale gelir: solculuk ile “Rumlara teslimiyet” adıyla ileri sürülen şeyin özdeşleştirilmesi seksenli yıllar boyu kendi dertleriyle daha çok meşgul olmak zorunda kalan Türkiye’de artık esamesi bile okunmayan sorunların yeniden sürümüne kadar varır.
Kıbrıslı Türk milliyetçiliği adı verilen şey, bu garip alaşımın bir karikatürü, çoğu zaman Rumlara karşı olmaktan pek kolayca sıyrılıp 1974 sonrası adaya yerleşen kırsal kökenli Türkiyelilere karşı yönlenen bir tepkidir olsa olsa. Bir zamanlar, önce İngiliz idaresinin, sonra Türk ticaret elitinin, ardından da sınır-çatlağın ardına gizlenen Rumlar çoktandır tanıdık simalar sunmuyorlar artık. 1974 öncesi kentli nüfusun (ya da enklav bölgelerinin nüfusunun) Rumca bilmemesi (köylülerin aksine) çatlağın tarihinin daha gerilere götürülebileceğini de gösteriyor.
IV. BİR BÜROKRASİ KARİKATÜRÜ:
KTFD’DEN KKTC’YE
Onyedinci Türk Devleti’ni kurmanın gururu Kıbrıs Türk milliyetçiliği denilen şeyin ne kadar “sözde” olduğunun kanıtıdır: 19. yüzyılın ve 20. yüzyıl başlarının milliyetçiliği aynı zamanda bir “devlet kurma”, kamu kurumlarını, devlet aygıtı, hükümet yapıları, idari mekanizmaların mimarisi ve inşası vs. gibi Devlet Aklı’nın ve kamu yönetim aygıtlarının kuruluşuna dayanıyordu. Günümüz milliyetçiliklerini ayırdeden şey ise, özellikle eski Yugoslavya, hattâ SSCB topraklarında olduğu gibi bu tür aygıtların oluşturulmasında yeni milliyetçiliklerin mutlak bir başarısızlığa mahkûm görünmesidir. Dünya pazarının cilvelerine, yer değiştirme ve kaymalarına, titreşimlerine duyarlı olabilecek “ulus-devlet” aygıtlarını oluşturmak gittikçe zorlaşmakta, hattâ “bir devlet kurmak” saikiyle hareket eden “milliyetçi” ya da değil, oluşum ve hareketler için imkânsız hale gelmektedir. Çeçenya’dan Slovenya’ya, Bosna’dan Kırgızistan’a, yeni milliyetçiliğin sorunu “dünya pazarına eklemlenmenin” optimal noktasını ve buna uygun düşecek nüfus, toprak ve idari bütünlükleri tesbit edebilmektir. Söz konusu olan ulus-devletin yıkılışı değil, yeniden bir ulus-devlet inşâ sürecinin karşılaşacağı zorluklardır.
Görüldüğü kadarıyla, özellikle Avrupa Topluluğuna dahil olma konusu üzerine başlayan tüm tartışmalar söz konusu bunalımın altını çizmektedir. Burada, Arif Hasan Tahsin’in vurguladığı ve hem Türk, hem de Rum tarafları eş ölçüde “güçsüz” –ama yine de “olumlu”– bırakan şu “sırtını büyük ağabeye yaslama” sorunu hatırlanmalı. Seçilen ülkeler elbette henüz “rahat” ülkeler değillerdi: Ama bugün Yunanistan Avrupa Topluluğu’nun asli üyesiyken Türkiye, aslında “doğmamış bir proje”den ibaret olduğu artık saklanamayacak hale gelen Avrupa’nın kapısını binbir türlü şantajı ayakta tutarak aşındırmaya devam ediyor. Rum kesimi karşısında millî geliri birkaç yıl içinde acınası bir oranda gerileyen Kıbrıs Türk toplumunun uzun uzadıya giden yakınmalarını bir zamanlar kendini mahkûm ettiği bir “kader” olarak görmek gerekmiyor mu?
Bugün KKTC bir karikatür albümüdür: Varolmayan bir devlet aygıtı, varolmayan bir ekonomi, karar verme mekanizmalarına sahip olmayan bir hükümet aygıtı – bir devlet ve ülke “simulacrum”u. Osmanlı ve İngiliz dönemlerinden geçerek gelen yarı-koloniyal aygıtlar –daha önce belirttiğimiz gibi kentsel ve kırsal rantların üzerinde tek denetim aygıtı olarak vakıflar, disiplinsiz ama etkili bir milis örgütlenmesinden sözde bir “ordu”ya dönüştürülen eski “mücahitlik” kurumu, “işçi” arayan sendikalar, uzun süre Kantara dağındaki bir yansıtıcıyla Kıbrıs’a TRT’nin programlarını yansıtmakla iktifa eden Bayrak Televizyonu, yalnızca “ulusal bir ekonominin” varolmadığını değil, “koloniyal” bir kurumlar silsilesinden ibaret bir Devlet Aklı’nın, yüzyüze sohbetlerle yönetilen bir toplumla içiçe geçtiği garip bir karışımın söz konusu olduğu yeterince gösteriyor. Bunun uluslararası planda “tanınıp tanınmama” ile doğrudan bir ilgisi olduğunu hiç sanmıyorum: Kıbrıs Türk toplumu Onyedinci Türk Devleti adıyla vaftiz edilen devleti oluşturmak sözde dursun, bizzat gündelik alışkanlıkları itibarıyla “devletsiz” bir toplumdur – devletten anlamaz, onunla karşılaştığı yerde kaçınılmaz bir psikolojik dürtüyle dikleşir, komşusundan başka biri olmayan memurla dalaşır, işini kişisel ilişkileriyle yürütür vs. Kıbrıs Türk kesiminde gerçek anlamda –her devletin esas mekanizması olan– polis kurumunun bile varolduğu kuşku götürür. Territorium, yani devlet arazisi olarak seçilen birimin ve nüfus parçasının güvensizliği Asil Nadir gibi birine tüm bir ülkeyi satın alabilme niyetini bile ilham etmişti neredeyse.
SONUÇ – EĞER GERÇEKTEN
İSTENİYORSA...
Yazı boyunca çıkmazlardan başka bir yere varmadığımızı biliyorum –kötümserlik ancak bir noktaya kadar– bir gerçekçilik türüne hizmet edebildiği ve güçleri gerçek anlamıyla kamçıladığı noktaya kadar bir değer taşır. Bütün bu kaosun arkasında ne var? sorusunun sorulması gerektiği can alıcı noktaya artık yaklaşıyoruz. Bir “sorun”dan bahsetmek hiçbir zaman masum değildir. Bergson’un sorulara ve sorunlara yönelen büyük sorgusu –bireysel ve kişisel “sorunlardan” kolektif ve “evrensel” sorunlara varıncaya kadar– insanoğlunun kaçınamadığı bir durumu, belki bir tür “zorunlu budalalığı” yansıtır: Bir “kaos” durumu şöyle düşünülebilir; her ikisi de eş ölçüde “gerçek”, ama birbiriyle çelişki halinde iki düzen varsayalım. Bu durumda bu düzenlerden kendi aklında ve isteklerinde bulunan birinci düzeni arayıp onun yerine ikincisini karşısında bulan biri bir kaosla karşı karşıya olduğu düşüncesine kapılmayacak mıdır? Aynı şekilde dünyanın pek çok yerinde “şanssızların” kefaretini ödedikleri bir yığın “soru” ve “sorun” karşısında da “kaosun sorgulanmasını” uygulamaya koyabiliriz: Cevapların verilmesinden çok önce “sorunların” yaratıldığını ve dünyanın giderek bir bulmacaya dönüştürüldüğünü. Aynen sınıfta kendisine öğretmen tarafından muhtemelen saçma-sapan bir soru sorulan öğrencinin takınacağı tavır gibi: Doğru ile yanlış ayrımının yalnız kendi cevabında bulunacağından, emin olarak, “soru”nun kendisini doğruluk-yanlışlık değerlerinden bağışık tutmayacak mıdır?
Öyleyse her “sorun”da olduğu gibi, Kıbrıs “sorunu”nda da sorunun kendisini sorun haline getirmenin, sorgulamanın vakti gelmedi mi? Cevaplar ne kadar da iddialı? Askerî çözüm, bağımsız Türk devleti çözümü, Avrupa’ya Rumlarla birlikte giriş, Türkiye’ye bağlanma – bütün bu cevaplardan önce sorunun değerini, yerleştiği toprakların niteliğini ve sorumlularını bulmak zorunda değiliz. Böyle bir işle ancak bir tür hafızanın, hiç değilse yakın tarihe ilişkin bir hafızanın sürekli canlı tutulması, alarma geçirilmesi gerekiyor. Bugün böyle bir hafızaya sahip bir kimse önerilen bu karşıt “çözüm”lerden pek medet umulamayacağını rahatlıkla farkedebilir.
[1]Bkz. “Epilogue”, Paul Virilio, l’inséwrité du territoire içinde, Paris, 1993.
[2]Tanıl Bora, “Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs”, Birikim’in bu sayısındaki yazısı.
[3]bkz. P. Virilio, a.g.e., s. 365.
[4]Tanıl Bora, “Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs”.
[5]“Karasakal” sözü, benim işittiğime göre, Osmanlı’ya filan değil, 1964 sonrası Türkiye tarafından adaya gönderilen özel bir komando timinin, mücahitlerin rehberliğini reddederek Beşparmak Dağları’nda kaybolmalarından sonra kurtarıldıklarında, mücahitlerin onların saç-sakal uzamış hallerine binaen taktıkları, sonradan yaygınlaşmış ve genel kabul görmüş bir sıfattır.