Biyolojinin geleceği biyolojik olduğu kadar sosyal bir sorundur ve bu dönüşüm çağında insan toplumlarının geçireceği değişiklikler, muhakkak ki insanoğlunun biyolojik çevresi kadar biyoloji bilimini de dönüştürecektir.
J. D. Bernal, Science in History, 1969)
Bu yüzyılın ortalarında DNA’nın yapısının keşfedilmesi insanlık tarihinde çok önemli bir aşama oldu. Genetik şifrelerin saptanması, DNA’ların ayrıştırılıp yeni yapılar elde etmek üzere yeniden birleştirilmesi (rekombinanat DNA teknolojisi) ile artık bitki, hayvan ve insanda istenen değişikliklerin gerçekleştirilebilmesi imkânı elde edilmiş bulunuyor. Moleküler biyoloji ve gen mühendisliği gibi iki temel alandan beslenen yeni bir jenerik teknoloji/bilim alanı olarak biyoteknoloji, bir yandan insan ve toplum için inanılması güç -pozitif- imkânlar vaad ederken, aynı zamanda ve aynı imkânlar nedeniyle ürkütücü bir geleceğe de işaret edebiliyor.
1987 yılında ABD’de başlatılan ve yaklaşık 15 yıllık bir çalışmayı programlayan İnsan Genomu Dizilimi Projesi (The Human Genome Project) son yıllarda bu konudaki tartışmaların odak noktalarında birini oluşturuyor. Projenin 1995 yılı sonunda tamamlanması beklenen ilk aşamasında insan genlerinin (karmaşık nükleotid dizilimin) ayrıntılı bir haritası çıkarılmış olacak. Proje ile gerçekleştirilecek ikinci hedef, tüm DNA’ların dizilimini veren fiziksel haritanın çıkarılması. Bugün için önemli sayıda kromozom için böyle bir harita çıkartılmış olmasına rağmen, tam bir fiziksel genom haritası elde edilmesi için birkaç yıl daha zamana ihtiyaç duyulduğu açıklandı. Genom projesinin nihai amacı, insan genomundaki her noktanın DNA diziliminin elde edilmesi olarak açıklanıyor.1
Bu projenin hedeflerinin gerçekleşmesi halinde -ki alınan mesafenin başarılı ve umut verici olduğu belirtiliyor- çeşitli genetik ve bazı dejeneratif hastalıkların erken teşhisi, tedavisi ve hattâ bir kısmının henüz oluşmadan önlenmesinin mümkün olabileceği belirtiliyor. Nitekim meme kanseri ve kolon kanserine neden olan genler yakın geçmişte bulundu ve şimdi insanlarda bu genlerin var olup olmadığının tespiti için yaygın testler yapılması öneriliyor.
Kimi hastalıkların ortaya çıkmadan önlenebilmesi de, son derece önemli bir gelişme. “Genetik hastalıkların tedavisinden önce hastalığın daha embriyo aşamasında iken saptanması, hastalığı daha erken bir aşamada engelleyecektir. Bir test tüpüne yerleştirilen sperm ve yumurtanın oluşturacağı embriyonun içerdiği hatalı genler, embriyo henüz iki günlükken belirlenebilir. Elde edilen sonuçlara göre embriyonun, annesinin rahmine yerleştirilip yerleştirilmeyeceğine karar verilir... Hatalı genlerin yerine hatalı olmayanların yerleştirilmesi ise amaçlanan tedavi yöntemidir.”2
Tıp alanındaki uygulamaları dışında biyoteknoloji, eczacılık, tarım ve petrokimyada pek çok ürünün ucuza ve bol miktarda üretilmesini sağlayabilmekte, daha bugünden biyoteknolojik süreçlerle elde edilmiş ürünler piyasaya sürülmektedir. Bu durum son birkaç on yıldan beri pek çok uluslararası firma ve tekelin bu alana büyük yatırımlar yapmaları ve AR-GE fonları ayırmalarını da açıklamaktadır.
Bilimin bize “armağan” ettiği tüm bu imkânlar çelişkili bir şekilde endişe de yaratıyor. Bu çelişkili durum, aslında söz konusu gelişmelerin içinde gerçekleştiği ilişkiler bütününün özelliklerinden kaynaklanıyor. Bitki ve hayvanların yapısını, bu arada en önemlisi kendi yapısını değiştirebilecek duruma gelmesi, insanı bir yandan bugüne kadar görülmemiş nitelik ve düzeyde bir “müdahale etme” gücüne ulaştırırken, öte yandan başkaları tarafından genleri ile oynanarak şu ya da bu özellikte, nitelikte, yapıda birisi olmasına karar verilebilecek bir nesne konumuna da düşürüyor. Endişenin ortaya çıktığı yer tam da burası. Çünkü bizim dışımızda ulaşılmaz profesyonel grup ve kurumların yürüttükleri bu araştırmaların ve uygulamalarının varacağı noktayı, sınırları ya da bunların çerçevesini sıradan insanlar olarak belirleyebilmekten şu anda çok uzağız.
Kaba bir indirgemecilikle tüm doğal ve toplumsal insan davranışlarını, örneğin cinsel tavır alışımızdan, cesaret, korkaklık, girişkenlik, çekingenlik, saldırganlık gibi kişisel özelliklere, giderek sağcı, solcu, yabancı düşmanlığı gibi siyasî/ideolojik tavırlara kadar birçok konuyu genlerle açıklamaya yönelik ideolojik/spekülatif yaklaşımlar da bu karamsarlığı ister istemez besliyor. Çünkü bu yaklaşımlar, doğruluğu kanıtlanmasa bile, hukuki, etik, politik bir çerçevenin ve bunun denetiminin belli toplumsal çıkar gruplarının elinde olduğu bir durumda, üzerimizde isteğimiz dışında ne tür denemelerin yapılabileceğini de düşündürüyor.
Üç milyar dolarlık insan genomu dizilimi projesinin vardığı ve varacağı açıklanan noktada, bir tür insan mühendisliği ile saçının gözünün renginden kimi yeteneklerine kadar planlı, ölçülü biçili insan tasarımı ve üretimi, şu anda spekülatif sayılabilecek yanlarına rağmen öyle anlaşılıyor ki, imkânsız olmayan bir durumdur. Hayal gücümüzü biraz daha geniş kullanırsak, ileride başımıza gelebilecekler insana “tavuk geni aktarılmış patates ya da gazsız kuru fasulye yerinde kalsın, tedavi olmak da istemiyorum” dedirtebilir. Kendi payıma şöyle düşünüyorum: Tarihsel ve toplumsal bir varlık olarak insanın değişimi, gelişimi, yaratıcılığı, mücadelesi ile belirlenen koşullara dışarıdan terminatorların, biyonik adamların girmesini istemiyorum. Tedavisi olmayan bir hastalığın genini taşıdığımı öğrenmek istemiyorum. Benim hakkımda başka birilerinin bu tür bilgileri edinme imkânına sahip olmasını düşünmek bile istemiyorum. Ben ve herkes kendi davranışlarımızdan başından sonuna kadar öncelikle kendimiz sorumlu olabilmeliyiz diyorum.
Bu konudaki endişelerin yerindeliğini gösteren ilginç uygulamalara daha bugünden ABD’de rastlanabiliyor. 1982 yılında bu ülkede yapılan bir soruşturma, 399 büyük firmadan 17’sinde yeni işe alınanlar için gen testleri istenmesinin normal bir işe alma prosedürü haline geldiğini, diğer 59 firmanın ise gen taraması uygulamasına yeni başladığını gösteriyordu.3
O halde söz konusu bilimsel teknolojik faaliyetin daha farklı önceliklerle yürütülmesi, daha farklı sonuçlara varması, giderek uygulamada gene farklı olması ve daha farklı denetlenmesi mümkün olabilir mi? Çağdaş yaşamın mitlerinden biri haline gelen bilim ve teknolojinin toplumsal ilişkilerden ve tarihten bağımsız, yansız ve her zaman herkesin yararına bir şey olduğunu düşünenler bu soruya hayır diyeceklerdir. Oysa tarihî gelişimi içinde değişen üretim ilişkilerine, değişen emek sürecine bağlı olarak bilimsel-teknolojik faaliyetin de geçmişte farklı toplumsal ilişkiler içinde gerçekleştiği, bunun da bilimsel bilginin kullanımında farklılıklar yarattığı görülüyor. Kafa ve kol emeğinin ayrılmadığı, aynı kişide toplandığı üretim ilişkilerinin hâkim olduğu dönemde bilimin ve teknolojinin bizzat çalışan insanların, işçinin denetiminde geliştiği, ortaya çıktığı ve kullanıldığı biliniyor. Tasarlama ve uygulamanın birbirinden ayrılmadığı bir emek sürecinde, çalışanlar üretim faaliyetinde ihtiyaçları olan bilimsel-teknik bilgiye bizatihi sahip oldukları gibi (fizik, matematik, malzeme bilgisi vs.) bilimin gelişmesi de gene üreticilerin kendi faaliyetleri sonucu ortaya çıkıyordu. Yani bilim-teknoloji insanların günlük hayatında kullandığı, geliştirdiği ve bugünden farklı olarak yabancılaşmadığı, mistifiye etmediği bir olgu idi. Çünkü bugün olduğu gibi birtakım profesyonellerin tekelinde değildi.
Ne var ki 20. yüzyılın başından itibaren bilimin kurumsallaştığı, endüstriye yön vermeye başladığı görülüyor. Bilimin büyük ölçekli sınai üretimde ilk kez sistemli kullanımı ve bilimsel faaliyetin bu amaçla organize edilmesi yüzyılın başında Alman kapitalizminin eseridir. (Bu durum aynı zamanda, başta kimya sanayii olmak üzere, Alman sanayinin dünya ekonomisinde hızla öne çıkmasını sağlayan başlıca nedendir.) Ardından aynı yolu izleyen ABD’de üniversite-sanayi işbirliği adı altında bilimsel faaliyet tümüyle sanayinin, kapitalist sınıfın denetimine girdi. “Artık üniversitelerdeki bilimsel çalışmalarda hangi soruların peşine düşüleceğini, hangi problemlerin inceleneceğini, ne tür çözümlerin aranacağını ve ne tip sonuçların çıkarılmasının gerektiğini bu yeni yapılar belirler oldu.”4
Ve bugün artık yalnız bilim ve teknolojide değil, politikada, iktisatta, giderek hayatın her alanında ulaşılan kurumsallaşma ve profesyonelleşme sonunda, sıradan insanlar olarak ancak profesyoneller tarafından tanımlanmış, düzenlenmiş bir açıklamanın, yönlendirmenin geçerli olacağını düşünen, kabul eden, ufku bunlarla sınırlanan bir çarpılmışlıkla malûl hale geldik. Kendi irademizle, kendi gücümüze dayanarak amaçlarımızı gerçekleştirebileceğimiz bir düzenleme bir toplum düşlemek neredeyse imkânsız oldu. Marx’ın metaların fetişizmini anlatırken söylediklerini hatırlamadan edemiyor insan: Kendi emeğimizin ürünü olan şeyler biz yaratıcılar olan insanlar karşısında hayali bir nesnellik kazanıyor ve biz onları değil, onlar bizi denetlemeye, yönetmeye başlıyor. Sonunda mevcut ilişkileri sanki bizim dışımızda ve bizden bağımsız doğal zorunluluk olarak varmış gibi algılamaya başlıyoruz.
Bireysel ve toplumsal özgürleşmenin önündeki en ciddi engellerden birinin, insana yaşadığı toplumsal koşulların, ilişkilerin değişmezliği duygusunu veren bu yanılsama olduğunu düşünüyorum.
O nedenle, çağdaş yaşamdaki imgelerin, nesnelerin, kurumların, demistifiye edilmesi ile bütün olan bitenin ardında insan faaliyetinin bulunduğunun bilincine yeniden varmak çok önemli. Ancak o zaman insanî, özgür bir toplum düşüncesi ve giderek bunun gerçekleşmesi için bir imkân ortaya çıkabilecektir. Bu bilinç ve özgüvenle, yakın ve uzak tarihimizden bugünün özgür toplumuna ışık tutacak unsurları yakalamak ve günün koşullarında mevcut sistemin rasyonelitesinden farklı yeni bir değerler sistemi oluşturabilmek gerekiyor.
Bugün bilim ve teknolojinin gelişmesi, yönelimleri ve uygulamasında genel öncelikler devletin, sanayinin ya da pazarın talebiyle belirleniyorsa, özgürleşmiş insanların toplumunda bu öncelikler kuşkusuz daha farklı olacaktır.
[1]Effort to Map and Sequence the Human Genome Makes Significant Progress, Stu Borman C & EN Nov 7, 1994.
Aynı kaynakta, bu projeye bir süre önce insan genomunun tamamlayıcı DNA (cDNA) haritasının çıkartılması konusunun da eklendiği bildiriliyor. Bu haritalar insan DNA’sında proteinleri asıl kodlayan kısımlar hakkında doğrudan bilgi aktaracak.
[2]Sanyel Didem; “Biyoteknoloji”, Bilim ve Teknik 323, 1994
Aynı yerde belirtildiğine göre, genetik terapi olarak adlandırılan bu yöntemle tedavi edilmeye çalışılan ilk hastalık, tedavi edilmediğinde ölümcül olan adenozin deaminaz (ADA) eksikliğidir. Genetik terapinin farklı yöntemleri ile kistik fibrosis ve bir deri kanseri olan melonomanın da tedavisinin mümkün olduğu bildiriliyor.
[3]Der Spiegel, 30/1991, s.110.
[4]Noble, D., America by Design: Science, Technology and Rise of Corporate Capitalism, Aktaran Doç. Dr. Hacer Ansal, “Bilim ve Kapitalist Üretim”, Bilim ve Ütopya 16/1995.