Seçime Doğru Türkiye

DYP ve MHP azınlık hükümetinin Meclis’te reddinden sonra Türkiye, en geç 1996 ilkbaharında yapılacak bir seçim sürecine resmen girmiş oldu.

Gerçi hiçbir partinin tek başına yüzde 30 oranına bile erişemeyeceği kestirilebiliyor ise de; Cumhuriyet tarihinde sonuçlarının önceden tahmin edilmesi bu denli zor olan bir seçim yaşanmadı.

Sırf bundan dolayı değil, asıl önemlisi, artık öyle ya da böyle bir çözüme varma noktasına gelen Cumhuriyet tarihinin en ağır bunalımının çözümünde ortaya çıkaracağı tablo belirleyici etkenlerden biri olacağı için, bu seçim olağanüstü kritik bir önem taşımaktadır.

Bunalım tanımını yapmasalar bile tüm partiler, özellikle de en büyük parti olmaya aday görünenler, ülkenin içeride yapısal çözüm bekleyen acil sorunları olduğunu, bunun yanısıra dış ilişkilerinde de Türkiye’nin, yerini ve rolünü belirleyecek son derece önemli kararları verme noktasına gelip dayandığını bilmektedirler. İdeolojik kimliği baskın RP, DSP ve MHP ile –dört yıllık koalisyon ortaklığında “sol” kimliğini hayli yıpratıp lekelemiş olsa da başka çaresi olmadığı için– CHP’nin seçim kampanyalarını bu temaların işlenmesi üzerine oturtacakları bellidir. Ancak bu seçimlerden nasıl çıkacakları asıl merak edilen ve herhalde medyanın da büyük yardımıyla seçim yarışında dikkatlerin odağı haline getirilecek olan merkez-sağ partilerin, yarışı çok daha farklı bir alanda kazanmayı deneyecekleri anlaşılıyor. Özellikle DYP’nin ve özel olarak Çiller’in şu son dönemde izlediği politika, bu yarışı “imaj” kulvarında kazanmaya çalışacağını gösteriyor. Az sonra üzerinde konuşacağımız bu politika, bu seçim stratejisi ideoloji alanını ihmal ediyor, bu kulvarı boş bırakıyor değildir. DYP –Birikim’in bundan aylarca önce işaret ettiği üzre– MHP ile bir biçimde yanyana durarak, ya da yanına çekerek onunla bir tür sembiyotik ilişki içinde, “imaj”ına “milliyetçi” bir poz da eklemeye kararlıdır.

Gerçi bu “imaj”a ağırlık vermek stratejisi bir bakıma başa güreşen tüm partiler için söz konusu. Fakat DYP dışında tüm partilerde imaj hem sadece liderin şahsıyla sınırlı değildir, hem de her şeye rağmen partinin ideolojik kimliğinden türetilmiş olur. DYP’de ise Çiller, ülkenin en eski ve köklü siyasal geleneklerinden birini temsil eden bir partinin siyasal kimliğini neredeyse tamamen geri plana iterek bir Thatcher taklitinden başka bir şey olmayan “kendi imajı”nı öne sürmekte, seçimi bununla kazanmayı hesaplayabilmektedir.

İşin ilginç tarafı DYP gibi köklü sayılan bir partinin bu işleme gösterdiği direncin zayıflığı, tersinden söylersek kolayca teslim oluvermesidir. İngiltere’de Thatcher “imaj çağı”nın başlangıcında çekirdekten yetişme bir muhafazakâr partili olup, cerbezesi ve bilek hakkıyla edindiği karizmasına rağmen, ne partisini kendi imajının hizmetkârı derekesine indirmeyi düşündü, ne de partisi asıl gücün kendisinde olduğunu göstermeyi ihmal etti. Bu nedenle de Thatcher gitti ama, parti ayaktaydı ve seçime girip kazandı.

Oysa öyle görünüyor ki, Çiller ilk seçimde tökezlediği anda gidecek, ama galiba DYP’den de pek bir şey kalmayacaktır. Dört yıl önce değil DYP ile, siyasetle bile ilgisi meçhul bu bayanı sırf merkez-sağın metropol kentlerindeki seçmenlerini daha modern görünümlü ANAP’tan çekebilmek için vitrinine koyup, sonra da bu “Amerika’larda okumuş, profesör, balık etinde sarışın güzel”e ülke çapında da, taşralı seçmenlerden oy devşirebileceği hesabıyla genel başkanlığına getiren DYP, şimdi bu vitrinin avucu içindedir. Bunun oluvermesi ve hele şu son aylardaki DYP’nin tutumu ve gidişatı, bu partinin parti olarak hayatiyetinin ve köklerinin ne denli zayıflamış, hattâ çürümüş olduğunu açığa vurdu.

Kural olarak merkez-sağ parti(ler) ülke iktisadına egemen çevrelerin “temsilcisi”dirler. Ama açıkça görülmektedir ki, bu çevreler DYP’nin de Çiller’in de “temsilciliği’nden hiç de hoşnut değildirler ve bu uzun zamandır böyledir. ANAP’ın yerine getirmeye çalıştığı –veya getirebileceği– temsilcilikten de hoşnut oldukları pek söylenemez. Bu çevrelerin en rafine kesiminin bir ara YDH’ye gösterdikleri ilgi de bu partinin geniş taban bulamaması, bulduğunun da (kısmen Kürt halkı) –en hafif deyimle– isteğe uygun olmayışı nedeniyle pek zayıflamış görünüyor.

Özetle ülke iktisadına egemen kesimler şu anda “partisiz”dirler. Onlar açısından DYP ile ANAP’ın harmanlanmasından temsilci sayabilecekleri bir parti çıkabilirdi. Ancak, çapını zaten bilip bir de iktidarda ölçtükleri Çiller’i bu oluşumun başında da görmek istemedikleri bellidir.

Çiller hem bunu, hem de DYP gibi onların da güçsüz olduğunu bilmektedir. En azından sırtını “Savaş Partisi”ne dayadığı sürece kendisine karşı güç kullanamayacaklarını bilmektedir. Birkaç yıldan beri, artık salt o bilinen askerî-polisiye ve siyasal gücüyle değil, yıllık beşyüz trilyonu aşkın “ciro”suyla hatırı sayılır bir “sektör”ün gücüyle de düşünülmesi gereken bu savaş partisine yaslanıyor olmak Çiller’e hem güç, hem de belli bir manevra alanı sağlamaktadır.

Söz paradan açılmışken, şu son bir birbuçuk ay boyunca ülke gündemini işgâl eden koalisyon pazarlıklarının hükümet formüllerinin bu para konusuyla gayet yakınden ilişkili olduğunu da belirtelim.

Şöyle ki; anlaşıldığı kadarıyla Çiller ve DYP, en geç bu yaz ortasında, stratejilerini –tercihan baskın tarzında– bir erken seçim hesabı üzerine zaten kurmuşlardı. Bu durumda ülkeyi seçime götürecek hükümetin aslî partisi DYP, başında da Çiller olmalıydı. Düşünülebilir formüllerin en ideali hiç şüphesiz bir DYP azınlık hükümetiydi. Seçim demek seçim ekonomisi, yani oy gelecek yerlere para akıtabilmek demek olduğuna göre, o ideal formül gerçekleştirilebilirse, DYP devlet fonlarını, hazineyi istediği gibi kullanabilme imkânına kavuşmuş olacaktı. Bu imkânı da en fazla ANAP’tan, –kısmen de CHP’den kendine oy çekmek için kullanacağı– da besbellidir. Dolayısıyla DYP’nin ne CHP ne de ANAP’la bir seçim hükümeti kurması hesaba uygun değildir. CHP’nin yeni genel başkanı, deneyimli Baykal, Çiller’le koalisyonun devamı için pazarlığa oturduğunda partisinin bundan böyle “onurlu bir ortak” konumuyla yer almak istediğini söyleyip bazı etkin –yani paralı– bakanlıklara talip olduğunda aslında bu seçim fonlarının “daha eşit” paylaşılıp kullanımını teklif etmiştir. O tarihte gündeme gelen devlet çalışanlarının ücretleri sorunu da bu bağlamda ele alınmıştır. CHP devlet işletmelerinde çalışanlara verilecek iyi bir ücretin kendisine o kesimden prim sağlayacağını ummakta, Çiller ve partisi ise bunun kendilerine de ek oy getirmesinin pek mümkün olmadığını gördüklerinden “çözüm”e yanaşmamaktadırlar. ANAP’ın da DYP ile koalisyon görüşmelerine oturur oturmaz ekonomi ile ilgili tüm bakanlıkları istemesi DYP’ye fonları nasıl paylaşacağız sorusunu sormaktır. DYP’nin ve Çiller’in böyle büyük pay isteyen ortaklarla seçim hükümeti kurmak niyeti zaten yoktur. İş olsun diye bu temaslar yapılmış, ipleri daha bağlanmadan iyice koparıp, DYP azınlık hükümetini tezgâhlamaya koyulmuştur.

Bu noktaya gelindikten sonra ise, DYP’nin seçimlerde nasıl bir kampanya yürüteceğinin ipuçları da bir bir ortaya çıkmıştır. Çiller bu noktadan itibaren yerli Thatcher rolünü oynamaya başlayıp, tıpkı onun ünlü kömür işçileri grevinde diline doladığı gibi “işçilerin istedikleri para tüm vatandaşların parasıdır, emeklinin, dulun... parasını yedirmem” demeye başlamış, böylece seçimlerde kendisinin ve partisinin en büyük kozu olacağını düşündüğü Thatcher mukallidi “kararlı, cesur, ödün vermez lider” imajını piyasaya sürmüştür. İstedikleri zam yapılsa da zaten DYP’ye oy vermeyecek kamu çalışanlarından esirgenen parayı kır ve kasabalar gibi paranın oya tahvilinin çok daha kolay olduğu yerlere dağıtma hesabı da şüphesiz bu arada zaten yapılıyordu.

Öyle görünüyor ki “geniş tabanlı” veya “millî mutabakat” hükümetinden yana tavır koymuş gözüken büyük sermaye çevrelerinin asıl dertlerinden biri de işin bu noktası ile ilgilidir. Seçim ekonomisinin ekonomiyi büsbütün rayından çıkarabileceği endişesini taşımakta ve bunu yapmayacak hükümet formülleri araştırmaktadırlar. “Geniş tabanlı” hattâ DYP-ANAP hükümeti bile –kısmen– bu arayışa cevap verebilirdi. Ortakların birbirini dengelediği bu hükümet formülleri ile seçim ekonomisinin hacmi daraltılmış olacaktı.


En geç bir ay sonra Türkiye’yi seçime götürecek hükümet çalışmaya başlamış olacak. Anlaşılan, bu hükümetin, iktisada egemen kesimlerin istediği gibi seçim ekonomisi uygulama imkân ve ihtimali epey azaltılmış bir hükümet olacağıdır. Asıl “kanlı” safha Çiller’in güvensizlik oyu almasıyla zaten başlamış bulunmaktadır. Derhal parti içindeki tüm muhaliflerini temizlemeye girişen, aynı anda da partisinin kendi liderliğinde olmayan hiçbir seçim hükümetine girmeyeceği kararını ilân ettiren Çiller, böylece her an sürprizlere gebe bir “imaj” seferi açıp yola koyulmuştur bile.

Siyasal stratejilerin, bildik seçim kazanma manevralarının gerisindeki soğuk çıkar hesaplarına, pazarlıklarına alışığız. Bu kez hem bunların, hem üzerlerine örtülen ideolojik kılıfların, hem de modern siyasetin öne çıkardığı “imaj oluşturma” tekniklerinin özellikle yöneldiği mikro psiko-sosyal-kültürel faktörlerin birbirine karıştırılıp Türkiye’nin şu andaki bunalım/kaotik durumunu tam anlamıyla yansıtan, sonu belirsiz bir seçim atmosferine girdik. Türkiye’nin öyle ya da böyle, seçimler hangi neticeyi verirse versin bir istikrar sürecine, sorunlarının şöyle ya da böyle bir çözümlenme mecrasına gireceği 1996 ilkbaharına, her şeyin alabildiğine hassaslaştığı, gidişatın en basit olaylarla bile değişebileceği bu alabildiğine gergin ve belirsizlikler yüklü havayı aylarca soluduktan sonra varmış olacağız.

ÖMER LAÇİNER