Siyasetin Sonu ya da Yeni Bir Siyaset Zeminin Oluşumu

DYP-CHP koalisyonunun bozulduğu Eylül ortalarından bugüne kadar gelen bir buçuk aylık dönemin olaylarını bildik bir mantığa, rotaya oturtarak açıklamaya çalışmak boşuna bir gayret olur. Çünkü partilerin belli toplumsal sınıfları, topluluk veya zümreleri temsil ettiği, onların en azından orta vadeyi kapsayan çıkar ve taleplerinin stratejik hesabına dayalı bir rota doğrultusunda davrandıkları, devlet bürokrasisinin en azından başlıca –merkez– partiler karşısında –zemininde– “tarafsız”, “apolitik” bir mekanizma olduğu, genel seçimin hiç değilse iktidara birinci derecede aday partiler tarafından seçmen yığınlarına sunulan dört-beş yıllık programların yarıştırılması ekseninde geçtiği gibi, siyasetin, özel olarak temsilî demokratik siyasetin ana varsayımları, şu iki aylık hercümerç içinde adeta geçersizleşmiş gibiydi. Bu durumda o varsayımlardan kalkarak bir açıklama, bir analiz yapmak mümkün olamazdı.

Ancak, bu açıdan karmakarışık gibi gözüken süreç, örneğin bu dergide daha önce birkaç kez işaret edilmiş yeni olgu ve oluşumların mahiyeti, yapılmış tespit ve teşhislerin ışığında hiç de anlamsız, mantıksız gözükmemektedir. Dolayısıyla eğer bir önceki paragrafta sıralanan varsayımları değil, bu tespit ve teşhisleri esas aldığımızda o karmaşa belli bir mantığa oturtulabilmekte, olayların seyri ve tutumlar hayli aydınlanmış olmaktadır.

Sözünü ettiğimiz bu yeni olgu/verilerden ilki, siyasal parti dediğimiz kurumlarda, 1980’lerden bu yana izlediğimiz bir “değişim”dir. Partiler –sınıfları, toplulukları– temsil eden, onların toplu çıkar ve siyasal tercihlerini yansıtan kurumlar olmaktan çıkıp, ekonomizmin metalaşma ve pazar mantığının yörüngesine tamamen oturarak “şirketleşme” diyebileceğimiz bir özelliğe bürünmüşlerdir. Yani seçmenleri bir “müşteri”, tüketici kitlesi olarak, program ve vaadlerini birer meta-mal gibi sunan ve bu malları belli bir ideoloji, siyasal yaklaşım uyarınca değil, seçmen kitesinin –yani “pazar”ın– durumuna göre tespit edip hemen değiştiren –bu bakımdan 1980 sonrasının post-Fordist, esnek üretim yöntemlerine uygun davranan–, çağdaş şirketlerin firma “imajı”na, malın kullanım değeri ve özelliği ile hiçbir ilgisi olmayan reklamlarla tanıtımına, böylece “ihtiyaç” yaratılmasına malın kendisinden, kalitesinden daha fazla önem veren ve sonuç olarak da kendilerini siyaset metaları üretip pazarlayan birer şirket haline getiren kuruluşlardır artık. Şüphesiz üzerlerinde eskiden “temsilî” kuruluşlar olmanın getirdiği, henüz dökülmemiş kalıntılar da vardır, ama şirketleşme sürecinde yolun büyük kısmını katetmişlerdir.

Birikim ’de ilk kez Tanıl Bora’nın yazısında (Ocak 1994, sayı: 57-58, ) tespit ve analizi yapılan ikinci önemli veri, bir açıdan Türkiye’ye özgü, daha genelde ise neo-liberalizmin ünlü “devleti küçültme” yaklaşım ve teziyle ilişkili bir olgudur. Tanıl Bora, adı geçen yazısında, Türkiye’de emniyet güçlerinin –polis aygıtının– özellikle 1980 sonrası evrimine, “gelişimi”ne dikkati çekerek bu aygıtın da –tıpkı ordu gibi– bir siyasal güç haline geldiğini, şimdiye kadar ordu için kullanılan “devlet partisi”(nin esas gücü) veya “Silahlı Kuvvetler Partisi” gibi yarı metaforik sıfat veya tanımların artık polis gücü için de geçerli hale geldiğini belirtmekteydi.

Bu iki veri ışığında bile bakmak, DYP-SHP koalisyonunun yeniden kurulması ile şimdi 24 Aralık’taki seçimlere doğru akmakta olan sürecin bellibaşlı yönlerini, öne çıkan gelişmeleri anlamlandırmamıza büyük ölçüde yeter.

Önce nasıl olup da bu 24 Aralık tarihi üzerinde hemen tüm parti yönetimlerinin anlaşabildiği konusu üzerinde durmalıyız. Bilindiği üzre her ne kadar özellikle ANAP ve RP, bu yılın başlarından beri erken seçim istemekteydiler. Ancak o sıralarda seçim yasalarında ve dolayısıyla seçimin bürokratik tanziminde birçok uyarlama ve yığınla iş gerektiren anayasa değişiklikleri ortada yoktu. Yazın bu değişiklikler yapıldığında aynı partiler, gerçi hızlı çalışılırsa sonbaharda bir erken seçimin yapılabileceğini iddia ettilerse de, 1995 sonbaharında DYP-CHP koalisyonu dağılınca, yeniden erken seçimi gündeme getirdiklerinde kafalarındaki tarih en erken kış sonu idi. Makûl düşünen herkes, temsilî demokrasinin bildik kurallarına, teamüllerine uyulması, gereken yasal ve bürokratik düzenlemelerin yapılıp seçime gidilebilmesi için –mevsim koşulları da dikkate alındığında– o tarihin yerinde olduğunu kabul ediyordu. Çiller’in DYP’si ise tek başına erken seçime karşı çıkıyor, düzelme yoluna girdiğini iddia ettikleri –bilhassa– ekonominin erken seçim kararıyla bozulacağını gerekçe gösterip, seçimin zamanında –1996 sonbaharında– yapılması gerektiğinde ısrar ediyordu.

Oysa, bir sonraki etapta 24 Aralık gibi hiç kimsenin mümkün saymadığı kadar erken bir seçim tarihi ortaya atan da onlar oldu. Görünüşte, Çiller ve partisi en erken tarihi istemenin en güçlü, en şanslı, en kendine güvenli parti olmanın birincil kanıtı sayıldığı bir hava yaratabilmiş, ötekiler de bu “imaj”ı DYP’ye kaptırmamak için –makûl olmadığını bile bile– o tarihi kabul etmişlerdi.

Sebebin yalnızca bir kısmı bu olabilir. Ama seçim tarihinin bu kadar erkene alınmasına, “parti” kurumlarına ilişkin olarak yukarıda işaret ettiğimiz olgular açısından baktığımızda, hemen tüm parti yönetimlerinin bu tarihi kabul etme nedeninin o kadar basit olmadığını görebiliriz.

Her şeyden önce bu kadar erkene alınmış bir seçim, partilerin aday belirlemede önseçim mekanizmasını devreden çıkarmalarını mümkün kılmaktadır. Partiler eğer “temsilî”lik vasıflarını koruyor olsalardı ve “temsil ettikleri” kesimler partilerinin kendilerini temsil ettiği ve etmesi gerektiği varsayımına yeterince değer ve önem atfediyor olsalardı, bunu yapmak mümkün olmazdı. Oysa işaret edildiği gibi partiler artık kendilerini “şirket gibi” görmekte, seçmenler de kendilerini artık “müşteri gibi” görmektedirler. “İdeolojik temsil” özellikleri henüz başat gözüken DSP, MHP ve RP gibi partiler bu kalıba tam uymuyorlarsa da siyasal düzenin merkezini büyük kısmıyla kaplayan DYP, ANAP ve CHP o kalıba ufak tefek “temsilî” kalıntıları hariç iyice oturmuş haldedirler. “Önseçim” gibi “temsilî”lik kalıntısı bir zorunluluktan kurtulmuş olmak parti/şirket yönetimleri için geniş bir inisyatif, hareket serbestisi sağlamış olmaktadır. Şirket/parti yönetimleri hissedarların –önseçim delegelerinin– aday (vitrin ve “imaj”) tespitindeki yetkilerinden, öyle tespit edilmiş adayların program ve vaad (meta ve reklam usûlleri) konusundaki bağlayıcılıklarından da geniş ölçüde azade biçimde piyasanın (seçmen/müşteri yığınının) tamamına bakan bir büyük şirket gibi hangi ürünleri sunarlarsa daha fazla kâr (oy) toparlayabileceklerini serbestçe kararlaştırabileceklerdir. Bu onlara aynı zamanda iş (oy imkânı) üzerinden çeşitli şirketlerle işbirliği yapabilme konusunda da geniş bir hareket sahası sağlamış olmaktadır. Artık her şey maksimum kâr (oy) beklentisine göre yapılabilir.

Nitekim bu mekanizma –temsilî sistem kalıntılarının yol açtığı ufak tefek arızalar dışında– hemen çalışmaya başlamıştır. Gerçi “merkez”in yerleşik partilerinde önseçim delegelerinin (hissedarların) ve onları temsilen aday –”milletvekili” olmayı umanların yarattığı “huzursuzluk” yer yer öfkeli çıkışlarla kendini duyurmaktadır ama, parti/şirket yönetimlerinin bunlarla başetmesi, yatıştırması zor olmayacaktır. Öte yandan seçmen kitlesi (piyasa) de müşteri olarak algılanmayla ve kendisini de öyle görmeye alışmış, bunu normal sayar görünmektedir. Henüz hangi partiyi (imaj ve malı) seçeceğine karar vermemiş olanların, tercihini en son günde, hangi parti önde görünüyorsa o yönde (yani seçim propagandası –reklam– döneminde hangi parti –mal ve imaj– daha öne çıkmışsa) kullanacaklarını söyleyenlerin şimdiye kadar hiçbir seçimde görülmedik oranda çok olması bunun anlamlı bir göstergesidir.

Türkiye’de –sadece yakın tarihi dikkate alsak bile– önemli siyasal değişikliklerin hep “yukarıdan”lık özelliği taşıdığı ve anî olduğu dikkate alınırsa siyasal düzen kurumlarındaki bu son değişikliğin de yine “yukarıdan” ve anî biçimde önümüze gelmesine şaşırmamak gerekir. Cumhuriyetin o zamanki TBMM tarafından bile sürpriz sayılacak biçimde “yukarıdan” ve “bir sabah top sesleriyle haber verilerek” ilân edildiği, “çok partili hayata” iktidardaki CHP içinde dahi tartışılmadan Millî Şef ve danışmanlarının kararıyla geçildiği, “yukarıdan”lığı tescilli askerî darbelerin toplum ve partilerce açık tepki gösterilmeksizin kabullenildiği hatırlanırsa şimdi de, Eylül ortalarından beri bir buçuk ay partiler arası taktik savaşları, zigzakların seyrine dalmış toplum ve parti aygıtları bildik kural ve mekanizmalar içinde bir seçimin ne zaman yapılacağına merakla gözlerini dikmişken, bu meraklarının giderildiği noktada partilerinin birden şirketmişçesine önlerinde duruverdiğini gördüler.

Artık önümüzde siyasetin hemen tümüyle metalaştığı birer holding mantığıyla işe koyulan büyük partilerimizin seçmen kitlelerine (“müşteriler”e, pazara) birbirinden tamamen farklı, aynı kategori içine sokulması mümkün olmayan vaad ve politikalarla (mal ve hizmet sunumlarıyla) daldıkları bir dönem açılmıştır.

Bildik anlam ve içeriğiyle siyasetin bitişidir bu. Sonrası için konuşmayı ileriye bırakarak, bu olgunun bir diğer tamamlayıcısı üzerinde duralım.


MHP’nin mevcut siyasal düzenin “merkezi”ne dahil –transfer– edilişi ve DYP’nin MHP ile ittifaka yönelmesi konularını aylarca önce Birikim ’de tespit edip, bu olguların analizini yapmıştık (Birikim, sayı: 60, Nisan 1994). Olayların seyri ve son ayların gelişmeleri orada söylenenleri doğruladığı, o analizlerin çerçevesi içinde cereyan ettiği için burada sadece hatırlatmakla yetinebiliriz.

Özellikle DYP bahsinde erken seçim kararının alınması ile birlikte, kamuoyunun özel ilgisini çeken gelişme, devlet bürokrasisinin pek çok üst düzey görevlisinin, bilhassa da emniyet örgütünün önde gelen mensuplarının DYP adayı olarak “siyaset”e atılması oldu.

Şüphesiz bu gelişmenin en fazla dikkati çeken yönü en üst kademedekiler de dahil bir sürü üst ve orta dereceli emniyet görevlisinin –en üst düzeydekilerin bizzat Çiller’in “daveti” ile- DYP “milletvekili” adayı olmasıydı. “DYP’nin karakola döndüğü”nü söyletecek kadar spektaküler bir hâl alan bu olgu, ilk bakışta DYP’nin kendisini en başarılı addettiği “terörle mücadele” konusundaki kamuoyu desteğini oya tahvil etme hesabına yorumlandı. Bu yorum elbette geçerlidir, ama bu yazının başlangıcında “polis partisi” üzerine söylenenler ışığında değerlendirildiğinde, yapılan hesabın yalnızca konjonktürel bir oy sorunu olmayıp, DYP’nin “polis partisi” ile içiçeleşip bir devlet partisi haline gelişi gibi “yapısal bir değişim”in kanıtı olduğu görülebilir. Polis partisi, ordudan daha az “resmî” olmasının da verdiği bir kolaylıkla yarı resmî, yarı açık bir tarzda siyaset ve siyasal güçler zeminine dahil olduğunu fiilen tescil etmiş, ettirmiştir.

Bu tescili bünyesinde yaptırmış, polis partisine bünyesinde yer ve konum sağlamış olarak DYP’nin “imajı”na yerleştirdiği “devlet”(çi) çağrışımlar, onun aynı zamanda –bir önceki bölümde işaret edilen– siyaset şirketi haline gelmiş olması olgusuyla çelişmez.

1980’lerden bu yana dünyada ve Türkiye’de egemenliğini kuran neo-liberal yaklaşımın “devletin küçültülmesi” tezi, devletin alışılagelmiş sosyal, –parayla ilgili üst düzey yetki ve işlevler hariç– ekonomik... işlev ve boyutlarından arındırılarak* salt güvenlik ve asayiş konusuna yoğunlaşmış, bu konularda alabildiğine güçlü ve etkin olması istenen bir mekanizma haline gelmesini öngörmektedir. Devletin bu anlamda “daraltılması”, ona verilegelen toplumun –en azından geniş mülk sahibi sınıfların– ortak ve uzun dönemli çıkarlarını temsil etme anlamından da arındırılması demektir. İktisadî rasyonalizasyon mantığının ve ekonomist zihniyetin bu en uç yorumunda siyasal partilerin “şirketleşmesi” nasıl “doğal” görülebilirse aynı şekilde devlet mensuplarının da çıplak çıkar ve konumlarını pekiştirme hesabıyla o “şirket”lerle ilişkiye geçmeleri doğal karşılanabilecektir.

Burada sadece devlet mensubu şirketlerin öteki siyaset şirketlerine karşı biriyle birleşerek “tekel”, tröst kurmaya yönelmemesi gibi liberal kurala uyması, şirketler arası pazarlıklar zemininin açık tutulması istenebilir. Yani “polis” bugün DYP ile iş ortaklığına girdiği gibi yarın da diyelim ANAP’la “iş” üzerinden pazarlığa oturabilmelidir. Nitekim ANAP’ın da bu “iş”e kapalı olmadığı girişimlerinden ve DYP’yi bu konuda fazla eleştirememesinden bellidir.

“Eski” yerleşik siyaset tanımı ve anlayışı açısından bakıldığında siyasetin hemen tüm ögelerinin “apolitikleştiği” siyasetin bittiği gibi görünen; neo-liberalizmin her şeyi metalaştırarak siyaseti de özerk bir faaliyet, alan olmaktan çıkarma mantığı ile takviye edilen, oluşan bu süreç, ortam ve koşullar, her şeyi yeni baştan siyasallaştıracak yepyeni içerikte devrimci bir siyaset anlayış ve tarzının ortaya çıkışı için de bir zemin değil midir, olamaz mı?

ÖMER LAÇİNER

(*) Bu nokta da bahsettiğimiz konu kadar olmasa bile, önemle ele alınmaya değerdir. DYP’ye akın eden “davet” edilen “sivil bürokratların hemen tümüyle devletin –üretimle ilgili değil– para ve finans konularıyla ilgili kuruluşlarının üst kademelerinden oluşu hiç de gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Ve yapmakta olduğumuz analiz içinde değerlendirilmelidir.