Şimdi Utanmazsak, Ne Zaman?

Dokuz yıldır bir hekim ve klinik psikolog olarak Türkiye’de insan hakları ihlâlleri ve özellikle işkencenin psikolojik etkileri üzerine çalışmakta, araştırmalar yapmaktayım. Son zamanlarda yaşanan gelişmeler, Türkiye politik kültüründe öteden beri değişik derecelerde ağırlığını hissettiren “şiddet-zulüm” ikilisinin artık ne denli vahim bir hal aldığını neredeyse kör kör parmağım gözüne göstermektedir. Sözü edilen vehamet, yıllardır “huzur ve güven” diye ensemizde boza pişirenlerin sürekli huzursuzluk ve güvensizlik yaratarak bu toplumun psikolojik dünyasında telafisi giderek zorlaşan ağır bir tahribata neden olmalarıdır. Bugün Türkiye toplumunun yüzde kaçı huzurlu ve güvenli olduğunu iddia edebilir?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu ülkedeki en huzursuz ve güvensiz mercidir. Kendisine huzur ve güven sağlama ihtiyacındadır, ancak bu yolda şimdiye kadar yaptığı her şey toplumun huzurunu bozmak ve güvenini sarsmaktan başka bir işe yaramamıştır. Örnekleyelim mi?

İŞKENCE

İşkence, Türkiye’de öteden beri devletin güvenlik güçlerinin kullandığı bir yöntem olagelmiştir. İşkence yaygın olarak sanıldığı gibi yalnızca bilgi almak amacıyla ve de yalnızca politik tutuklulara yapılmamaktadır. Amaç bilgi almaktan çok cezalandırmak, sindirmek, korkutmak, ruhsal olarak sakat bırakmak ve birçok örnekte intikam almaktır. 1986-88 yılları arasında mecburi hizmetimi yaptığım Tekirdağ Cezaevi’nde politik olmayan tutuklular ve hükümlüler üzerine yaptığımız araştırmada karakolda ya da cezaevinde işkenceye marûz kalma oranı %85’ti. Daha sonra yaptığımız diğer araştırmalar göstermiştir ki, politik tutuklu ve hükümlülerde bu oran %100’lere çıkmakta ve işkencenin şiddeti, süresi ve yöntemlerin çeşitliliği artmaktadır. Son yıllarda saygın bilimsel dergilerde yayımlanan, işkencenin etkileri üzerine yapılmış araştırmaların önemli bir kısmı Türkiye’den çıkmaktadır. Tahminlere göre, öncesini bir kenara bıraksak bile, 12 Eylül 1980 darbesinden beri devlet görevlilerinin işkence yaptığı insan sayısını artık yüzbinlerle ifade etmek mümkün değildir. Son 15 yılda birkaç milyon kişi devletin çıplak, doğrudan vahşetini teninde ve ruhunda hissetmiştir. Bugün ve gelecek açısından bütün bunlardan da vahimi, benim araştırmalar dolayısıyla görüştüğüm işkence görmüş kişilerden birkaçının kendilerine bizzat işkence yapanlar arasında saydıkları birinin bugün hükümette olmasıdır.

SAVAŞ

Doğu’da 12 yıldır sürmekte olan savaş, 25.000’in üzerinde insanın hayatına mâlolmuştur. Binlerce köy boşaltılmış, bir kısmı yakılıp, yıkılmış ve yine birkaç milyon insan evini, işini bırakıp göç etmeye mecbur bırakılmıştır. Bu savaşta ölen 25.000 insan Anadolu’da il merkezi konumundaki birçok şehrin nüfusundan daha büyük bir kalabalık oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle bu savaşta küçük bir şehir nüfusu kadar insan öldürülmüş ve de birkaç milyonluk büyük bir şehirde oturan insanlar başka bir yere göçmeye zorlanmışlardır. Göçenlerin büyük çoğunluğu da gittikleri yerlerde büyük zorluklar içinde yaşamaktadırlar. Devlet göçmek zorunda bıraktığı insanlar için hiçbir yardım yapmamıştır. İşkencenin psikolojik etkileri üzerine yaptığımız araştırmalarda katılanlar arasında Kürtler’in oranı son yıllarda gözle görülür biçimde artmış ve %20’lerden %60’lara ulaşmıştır. Bunlar kesin temsilî rakamlar olmasa bile devletin Kürtler’e yaklaşımını oldukça iyi biçimde özetlemektedir. Savaş, şiddetin, zulümün, keyfiyetin ve akıldışılığın kökleştiği, serpilip gelişebildiği en mümbit topraktır. Dışkı yedirmeler, kulak kesmeler, cesetlerin üzerine basıp fotoğraf çektirmeler, savaşta doğrudan taraf olmayanların, çocukların, yaşlıların katledilmesi ve daha niceleri artık kamuoyuna mâlolmuş olaylardır. Yanılgı bunları tek tük kişisel vakalar olarak değerlendirmektir. Uzun bir süredir toplumun bir kesimi, Kürtler, devlet tarafından en azından potansiyel olarak düşman ve suçlu biçiminde görülmektedir. Kürt meselesinin silahsız, şiddetsiz biçimde barışçıl çözümünden yana olanlar da devlet tarafından susturulmak istenmekte ve cezalandırılmaktadır. Bu sorunu etraflıca konuşmak istemek bile devletin hışmına uğramak için yeterli bir sebeptir.

POLİSİN HALİ

Televizyonlarda hepimiz görüyoruz, Türkiye’de polis artık bir vahşet sembolü haline gelmiştir. Amaç hiçbir şekilde yalnızca gösterileri dağıtmak falan değildir. Polis kafa göz yarma, kol bacak kırma makinası olarak çalışmaktadır. Gösteri dağıldıktan sonra bile hınçla, kinle insanları coplamaya devam etmekte, bazı durumlarda amirlerine karşı çıkmakta, “kahrolsun insan hakları” diye bağırarak izinsiz gösteri yürüyüşü yapabilmektedir. Bizim huzurumuz ve güvenliğimizden böyle bir polis sorumludur. Aynı polis yakın zamanlara kadar evlerde kıstırılmış, kaçmaları mümkün olmayan insanları “ölü ele geçirmeyi” kendisine şiar edinmişti. Aynı polis yine onlarca insanı kaybetmişti. Sonra da kaybolanların yakınlarının (Cumartesi Anneleri) acılı gösterilerine bile tahammül gösterememişti. Suçluluk psikolojisi mi? Suç-üstü olmasa bile suç-sonrası, toplum vicdanına yakalanma korkusu mu? Pis işleri unutma/unutturma telaşı mı?

AÇLIK GREVLERİ

Açlık grevleri (ölüm orucu) bu yazı yazılmadan bir gün önce sona erdi. 69. günde. 12 insan öldükten sonra. Birçoğunun normale dönmesi imkânsızlaştıktan sonra. Son gün yapılan arabuluculuk çabalarına ve esnekliğe birkaç hafta önce imkân verilseydi insanlar ölmeyecekti. Devlet sağlığından sorumlu olduğu tutuklu ve hükümlüler için uzun süre kılını kıpırdatmadı ve inanıyorum ki yurt içi ve dışından baskı olmasa uzlaşacağına operasyon yapacaktı. Açlık grevcilerinin talepleri, siyasî görüşlerine katılalım katılmayalım, haklı taleplerdi, duruşmalarını kaçırmamak için mahkemenin olduğu ildeki cezaevlerinde yatmak istiyorlardı, sevklerde dayak yemek istemiyorlardı, yakınlarının cezaevi önünde dayak yemesini istemiyorlardı, görüşlerinin engellenmesini istemiyorlardı, vb. Bu taleplerin hemen hepsi daha önceki Adalet Bakanı’nın genelgeleriyle iptal edilen hakların geri alınmasına yönelikti. Eski Adalet, yeni İçişleri Bakanı Mehmet Ağar Adalet Bakanı’yken “cezaevlerinde çok canlar yanacak” demişti. Kendilerinin ne kadar isabetli bir öngörüde bulunduklarını hep beraber müşahade ettik. Aynı zamanda oğulları, kızları ölmesin diye gösteri yapan aileler coplandı, gözaltına alındı. Bazı insanlar oğullarının açlık grevinde olduğu haberini aldıkları gün belki hayatlarında ilk kez polisten dayak yediler ve karakol havasını solumak zorunda bırakıldılar.

Bütün bunlara başka bazı “huzur ve güven” unsurlarını da ekleyelim mi? Mesela kişi başına düşen ortalama yıllık gelir İstanbul’da 6000, Hakkari’de 300 dolar. Yani 20 kat fark var. İstanbul’un ortalaması 6000 dolar. Eminim ki, Istanbul içinde semtler arası farklılık da benzer bir uçurum gösteriyor. Türkiye gelir dağılımının en dengesiz olduğu ülkelerden biri. İşsizlik oranı Türkiye genelinde %20’lerde, Diyarbakır gibi yerlerde %50’nin üzerinde. Yoksullar görsel ve yazılı basında arzı endam eden, su gibi para harcayabilen, süper lüks bir hayat yaşayan bir kesimle her nasıl oluyorsa “aynı” toplumun parçası olduklarını her gün yeniden keşfediyorlar.

POLİS DEVLETİ

Askerî-polisiye tedbirler, yaklaşımlar şu an başımızda olan dertlerin hiçbirini çözemediler, tam tersine bu sorunların nedeni olarak görülmeliler. Devletin zihniyeti öteden beri şiddete, anlamayıp bastırmaya dayalı oldu. Devlet zaten toplumundan sürekli kuşkulanan, içten içe korkan, sopasını hep hazır bulunduran bir devletti. 16 yıldır devlet artık hep sopasıyla geziyor. Bu herhalde mevcut yapıların tükenişi/çürümesi temelinde bir çaresizliğin ve dolayısıyla, paradoksal biçimde, iktidarsızlığın göstergesi. Çaresizlik/iktidarsızlık hırçınlaştırıyor, akılcılığı iğdiş ediyor ve abartılı, gaddar bir iktidar gösterisine yol açıyor. Bu iktidarsız iktidar artık her halinden utanmamız gereken bir tür polis devletidir. Bu durumun vehameti tam olarak nerede?

ÖRSELENMİŞ TOPLUM

Türkiye’nin yukarıda anlatılan çerçevede bir tür polis devleti haline gelmesi aynı zamanda ciddi biçimde örselenmiş (travmatize edilmiş) bir toplumun varlığına işaret ediyor. Yukarıda belirttim, bu ülkede son 10-15 yılda devlet tarafından işkence edilmiş birkaç milyon insan var. Bunlara ek olarak Doğu’daki savaşın doğrudan etkilerine marûz kalmış, vahşete tanık olmuş birkaç milyon kişi daha var. Yine bu savaşta her iki taraftan ya da hiçbir taraftan olmadan öldürülmüş 25.000 insan var. Protesto gösterilerinde polis tarafından sürekli dövülen insanlar var. Kabaca toplarsanız, son 15 yılda doğrudan travmaya marûz kalmış 5 milyon insan ediyor. Bir de bunlara ölenlerin, kaybedilenlerin, işkenceye yatırılanların, tehdit edilenlerin yakınlarını ekleyin. Analarını, babalarını, eşlerini, sevgililerini, çocuklarını, dostlarını ve diğer sevdiklerini ekleyin. En muhafazakâr tahminle bu sayı 15-20 milyonluk bir nüfusa tekabül ediyor ve her geçen gün daha da artıyor. Ülke nüfusunun en azından üçte ya da dörtte birini oluşturan bu 15-20 milyon insan, büyük çoğunluğu devlet tarafından olmak üzere, örselenmişlerdir. Bu yazının çerçevesine doğrudan girmiyor ama, isterseniz bu 15-20 milyona üstlerinden dayak yiyen erleri, kocalarından dayak yiyen kadınları, ana-babalarından dayak yiyen çocukları da ekleyin.

Ayrıca unutmayalım, örselenenler varsa örseleyenler de var. Bugün Türkiye’de binlerce işkenceci var, bir kısmı bu işin eğitimini almış, bir kısmı alaylı. İşleri “terörist” avlamak ya da kaybetmek olan birtakım görevliler var. Bunun yanında öldürerek polis-asker cezalandırmayı kendilerine misyon edinmiş örgütler var. Bu örgütlerden bazılarında iç problemlerini, bölünmelerini işkenceyle, cinayetle çözümlemeye çalışanlar var. Doğu’da süren savaşta olabildiğince çok “düşman” öldürmeye çalışan, sürekli yaşam-ölüm sınırında gezinen onbinlerce asker, polis ve PKK’lı var. Orduda disiplini dayakla kurmaya çalışan çok sayıda subay, astsubay ve erbaş var. Dahası yer yer devletle, faşistlerle iç içe geçmiş, tanımları gereği kaba şiddetle işlerini yürüten binlerce mafya elemanı var. Ölümle, kanla, işkenceyle beslenen koskoca bir şiddet makinası.* Bu makinanın eli silah, cop, yumruk, vb. tutan asabi işçileri hem yukarıda saydığım 15-20 milyonluk bir nüfusu doğrudan, kalan toplum kesimlerini de dolaylı olarak örseliyorlar, hem de yaptıkları iş yüzünden kendileri örseleniyorlar. Onlar da aramızda dolaşıyorlar, sokaklarda onlarla karşılaşıyoruz, aynı lokantada yemek yiyoruz ve onların da sayıları her geçen gün artıyor.

Nedir örselenme? İşin maddi/fiziksel yanını şimdilik bir tarafa bırakalım. Fiziksel sakatlanmalar ve maddi kayıplar işin önemli bir boyutuna işaret etse de, en önemli ve burada bizi ilgilendiren boyut örselenmenin psikolojisi. Fiziksel/maddi kayıplar da kendilerini sonuçta psikolojik boyut üzerinden ifade ediyorlar.

İnsanlar, travmatik olay diye tanımladığımız, kendilerini ölümle burun buruna getiren, ölüme ya da ciddi yaralanmalara tanıklık ettiren, ciddi maddi ya da psikolojik kayıplara neden olan ve de bir çaresizlik içeren olaylara bazı psikolojik tepkiler veriyorlar. Travmatik olay, kişinin olağan, optimal yaşantısının oldukça dışında olduğundan, kişinin biyo-psikolojik süreçlerinde bir zorlanmaya (strese) yol açıyor. Zorlanmanın temel nedeni travmatik olayda olağan durumlarda başedebildiğimizden çok daha fazla ve de tehditkâr uyarana marûz kalmak durumunda olmamız. Beynimizin kapasitesi sınırlı, o kadar çok ve de tehditkâr uyaranı bir anda işleme alamıyor. Kısaca özetlersek, kişi yaşadığı (ya da sevdiklerinin marûz kaldığı) ölüm riski, yaralanma, işkence, savaş, zoraki göç -ki bir sürü kayıp demek-, dayak, ciddi tehdit, vb. gibi travmatik olaylar karşısında bu olayı psikolojik olarak anlamlandırmakta zorlanıyor ve de bu olaylar sırasında sürekli alarmda/tetikte olması gerektiğinden, biyo-psikolojik olarak “huzur ve güven”ini tümden kaybediyor. Anlamlandırma zorluğu ve güven kaybı travmatik stresin derinden derine işleyen önemli ögeleri olarak karşımıza çıkıyor. Travmatik olaylar çok ani ve beklenmedik bir şekilde gelişmişlerse kişinin psikolojik hazırlığı yeterli düzeyde olmadığından zorlanmanın dozu da artıyor. Ama ne kadar hazırlıklı olunursa olunsun en azından olay sırasında ve hemen sonrasında belli bir psikolojik zorlanma görülüyor.

Travmatik stres ya da zorlanma dediğimiz durumda kişi şöyle tepkiler gösterebiliyor: Öncelikle olayı zihninde bilinçli ve bilinç-dışı biçimde sürekli yeniden yaşantılama eğiliminde oluyor. Olayın özellikle çok acı veren, korkutan parçaları ya da bütünü, uykuda kâbuslar biçiminde, uyanıkken de film seyreder gibi yeniden yaşanabiliyor ve bunlar acı vermeye devam ediyor. Olayın herhangi bir yönünü çağrıştıran kişiler, yerler, nesneler, duyumlar (koku ve ses gibi) içten içe ya da doğrudan yeni bir tehdit olarak algılanıyor. Zihne üşüşen, acı veren anılarla başa çıkabilmek için, kişi zihinsel faaliyetlerini olabildiğince kısıtlamaya, daraltmaya çalışıyor. Bunu yapmak için de unutkan oluyor, daha önce ilgilendiği şeylerden, çevresinden uzaklaşıyor, duygusal dünyasını küntleştiriyor ve de olayı hatırlatabilecek durum ve davranışlardan kaçınıyor. Ayrıca uyku bozuklukları, konsantrasyon güçlükleri, sürekli tetikte olma durumu, irkilme tepkileri, kuşkuculuk ve de aşırı sinirlilik, öfke gibi belirtiler de görülebiliyor. Bütün bu saydığım belirtiler genel bir tabloyu tanımlıyorlar ve kişiden kişiye travmatik olayın tipine ve dozuna ve de olaya marûz kalmış kişinin kişilik özelliklerine göre önemli farklılıklar gösterebiliyorlar. Bu farklılıklara rağmen bazı ortaklıklar tanımlayabilmek mümkün. Travmatik stres yaşayan kişilerde görülen belirtiler kabaca iki gruba ayrılıyor: Bir yanda çevresel ve içsel uyaranlara aşırı duyarlılık şeklinde kendini gösterenler, diğer yanda ise bir tür kendini duyarsızlaştırma ve olayla yüzleşmeyi reddetme, olayın etkilerini yadsıma biçimindeki belirtiler. Bu iki uç arasındaki gerilim ve çelişme, travmatik stresin ana eksenini oluşturuyor. Burada çok önemli olan bir nokta bu iki uca ait belirtilerin çok hızlı bir şekilde birbirleriyle yer değiştirebilmeleri, hattâ sık sık bir arada bulunabilmeleri. Bu fenomen, kimilerine göre travmatik stresin özü sayılan bir duruma işaret ediyor: İşlenmemiş duygulanım (Unmodulated affect). Duygulanımın işlenmemesi, ham (dolayısıyla çok yoğun ve sert) duygu durumlarının bilişsel süreçler tarafından pek düzenlenemeden/yumuşatılamadan, daha ilkel ve çocuksu tarzda arzı endam etmesi demek. Normal koşullarda hissettiklerimizi, bilinçli ya da bilinç-dışı belli bir bilişsel işlemden geçirdikten sonra ifade ederiz, ham duyguları yumuşatırız. Aksi takdirde kişiler arası ve sosyal ilişkilerde hiçbir ortak zemin bulmak mümkün olmazdı. Duygulanım işlenemeyince bundan ilk etkilenen algısal ve düşünsel süreçlerdir. Ham duygular nasıl algıladığımızı ve düşündüğümüzü belirlemeye başlar. Gerçeklik duyumu sekteye uğrar ve mantık iflas eder. Travmatik stresteki başat duygular kaygı, güvensizlik, depresyon, nefret ve öfkedir. İşkence, savaş, dayak gibi öznesi (yapanı/sorumlusu) belli travmatik durumlarda, mağdurun nesnesini (hedefini) görece rahat tanımlayabildiği nefret ve öfke duyguları daha belirgindir. Eğer duygulanım işlenemiyorsa, ham nefret/öfke algısal ve düşünsel süreçleri, gerçeklik aleyhine bozunuma uğratır. “Pireyi deve yapmak”, öfke patlamaları yaşamak, “cinnet geçirmek” ve “sinirlerine hâkim olamamak” gibi durumlar işlenemeyen duygulanımın sonucudur.

Travmatik bir olay yaşayan herkes ilk başta belli bir zorlanma yaşar, ancak çoğunluğun psikolojik tepki yumakları zaman (aylar) içinde çözülürler ve kişiyi artık o kadar rahatsız etmemeye başlarlar. Araştırmaların gösterdiğine göre, işkence, savaş gibi durumlarda, yaklaşık üçte bir vakada ise travmatik stres kronikleşme eğilimindedir. Travmatik olaylar, öngörülemeyen bir tarzda sürekli yineleniyorsa kronikleşme riski yükselebilir. Travmatik stresin kronikleşmesi psikopatoloji sınırını tanımlar. Kronik travmatik stres yaşayan kişi, yukarıda sayılan belirtilerle birlikte hayatın çeşitli alanlarında işlev kaybına uğrar. Kişiler arası ilişkileri bozulur, ev, iş, okul, vb. alanlarda büyük zorluklarla karşılaşır.

Travmatik olay sırasında ve sonrasında psikolojik zorluklarla başetmenin ve onları çözmenin birçok yolu tanımlanmıştır. Bunlardan en dikkat çekeni, travmatik olayı bireysel ve sosyal düzeylerde kişinin kendilik duyumu ve genel dünya görüşüyle uyumlu hale getirme çabasıdır. Örneğin Nazi toplama kamplarından en az psikolojik hasarla kurtulanlar komünistler ve Yehova Şahitleri olmuştur. Onların, kendilerini Alman Devleti ile bir biçimde özdeşleştirmiş olan orta sınıf Yahudiler’e göre, yapılan zulümü anlamlandırabilmek konusunda çok daha fazla malzemeleri vardı. Türkiye’de de devleti düşmanı olarak gören, kendini devletle hiçbir şekilde özdeşleştirmeyen kişilere yapılacak işkence, onların görüşlerinin tasdik edilmesi anlamına gelmektedir ve en azından çoğunun daha da nefret ve öfke duymalarına neden olmaktadır. Burada bir militanın anlam bunalımı yaşama şansı, sıradan vatandaşa göre çok daha azdır. Öte yandan siyasîlere göre daha az dozda işkenceye marûz kalmalarına rağmen militan olmayıp da işkenceye uğramış kişilerin (ya da savaşta zulme uğramış kişilerin), işkenceden (ya da savaştan) önceki dünya görüşleri, işkence (ya da savaş) olayıyla çelişecektir. Kendi araştırmalarımdan gördüğüm kadarıyla, işkence ve savaş, daha önce pek de politik olmayan insanlardaki politizasyon düzeyini oldukça arttırmıştır. Ancak bu yolla, devleti ya da kendisine saldıranı “düşman”, “güvenilmez” olarak yeniden tanımlayıp, işkence yaşantısına bir anlam verebilmişler ve yaşadıkları travmatik stresi çözümlemeye çalışmışlardır. Bu yeniden anlamlandırma çabası, psikolojik zorlukları dindirmede oldukça etkili evrensel bir yöntemdir. Ancak, bu yazının başında “vehamet” diye tanımladığım şey, bireysel psikolojik zorlukları dindirirken aslında hep birlikte ödediğimiz bedelde gizlidir. O bedel de yeni düşmanlıklar, yeni kan davaları, yeni intikamlar, yeni nefretler gibi daha önce tanımladığım şiddet makinasının yapı taşlarıdır.

Ve yine daha önce dendiği gibi bu şiddet makinasının etkileri yalnızca kurbanlarıyla sınırlı değildir. Dört etki halkası tanımlanabilir: 1. Doğrudan mağdurlar, 2. Mağdurların yakınları/sevdikleri, 3. Mağdurların kendilerini bir üyesi saydıkları toplumsal grup, 4. Tüm toplum. Şiddet mağdurları ve yakınlarının Türkiye’de en azından 15-20 milyonluk bir nüfus oluşturduklarını belirtmiştim. Psikolojik örselenmeyi en çıplak haliyle yaşayan bu kesimdir. Politik şiddet çerçevesinde, öfke/nefret, kaygı ve depresyonun hâkimiyetinde işlenemeyen duygulanımın itkisiyle şiddetin öznelerini, devleti yeniden tanımlayan, yeni anlamlandırma çabalarına girmek zorunda olan bu kesimdir. Kendini düşman olarak göreni, düşman bellemekten başka çaresi olmadığını düşünen de bu kesimdir. Bu kesimin seçimlerde şu ya da bu partiye oy veriyor olması, Türkiye’deki temsil sisteminin iflas etmiş olması yüzünden hiçbir anlam ifade etmemektedir. İnsanlar, PKK’lı, Dev-Solcu, İBDA-C’ci, Hizbullahçı ya da faşist olabilirler (ya da en azından onlara sempati duyabilirler) ve dolayısıyla silahlı mücadeleye inanıyorlardır, ama çok daha gündelik, pratik nedenlerle gidip seçimlerde oylarını mevcut büyük partilere verebilirler. Yasal siyasetten zaten pek bir umutları yoktur, ama gündelik ve taktiksel bazı çıkarlar sağlamanın da zararı yoktur. Türkiye’de böyle bir temsil yarılması söz konusudur ve bu yarılma, neden bu örselenmiş 15-20 milyon insanın hâlâ örseleyen devletin partilerine oy verdikleri sorusunun cevabıdır.

Üçüncü halka olan, mağdurların içinde yer aldıkları toplumsal gruplar, siyasî, etnik ya da dinî olabilir. Solcular, Kürtler ve Aleviler en iyi örneklerdir. Kendilerini bu gruplardan sayan insanlar, başlarına doğrudan bir musibet gelmese bile, şiddet mağduru olan diğer grup üyelerini sürekli görmekte ve duymaktadırlar. Gördükleri ve duydukları arasında, örneğin hiçbir yasadışı eylemi olmasa bile insanların sırf Kürt veya Alevi (ya da daha nadir de olsa PKK’nın bazı eylemlerinde sırf Türk) oldukları için gözaltına alınmaları, işkence görmeleri, öldürülmeleri gibi durumlar varsa -ki bunların örnekleri çoktur-, kimliklerine, kendilerini şöyle ya da böyle ait hissettikleri toplumsal gruba yönelik bir düşmanlığın ve saldırının söz konusu olduğunu keşfetmeleri pek güç olmayacaktır. Bu durumun savunma refleksi grup aidiyet hissinin daha da kabarması, grup içine kapanma ve tepkisel makro/mikro milliyetçiliklerin ve/veya devleti/düzeni silahla yıkma arzusunun abartılı bir şekilde güçlenmesidir. Bu noktadan sonra Öteki’ni görme/anlama, onla ilgilenme olanağı ortadan kalkmakta gerçekliğe uymayan düşmanlık mitleri her yeri işgal etmektedir. Yapılan işlerden artık, tüm Kürtler’i, tüm Türkler’i, tüm Aleviler’i, tüm Sünniler’i veya tüm üniformalıları sorumlu tutmak kolaylaşmaktadır. Şiddet makinasının etkilerinin bu tanımladığımız üçüncü halkaya hatırı sayılır bir şekilde ulaşması, kısaca kan gölü ve iç savaş demektir, tarafların kollektif hafızalarının “kana kan intikam” dizeleriyle yüklü acılı anıların hegemonyası altına girmesi demektir. İç savaş aynı zamanda üçüncü halkanın iyice şişip, dördüncü halkayla örtüşmesi demektir. Artık tüm toplum kesimleri kendilerine silahlı bir taraf bulmak durumundadırlar.

Dördüncü halkayı tüm toplum olarak tanımlamıştık. Şiddet makinasının fazla mesai yaparak çalışmaya başlaması, şiddetten doğrudan etkilenmeyen toplum kesimlerini kabaca iki türlü etkileyebilir. Yaşanan şiddet eylemleri tam anlamıyla bir vahşettir ve bu vahşeti yaşayanlarla empati (eşduyum) kurmak olağanüstü sancılı bir iştir, taşınması çok zor duygusal tepkiler gerektirir: Kızgınlık, utanç, depresyon (çaresizlik ve umutsuzluk), kaygı, korku gibi. Yoğun duygular da karşı eylemi gerektirir. Toplumun çoğunluğu direnebildiği kadar bu denli yoğun duygusal tepkiler yaşamamak için algı kanallarını daraltır (görmez, duymaz, bilmez), duygularını küntleştirir (tepkisizleşir), inkâr eder ya da yaşananları akılcılaştırır (rasyonalization). Akılcılaştırma, “evet ama, onlar da şunu şunu yapmışlardı...” diye başlayan nakaratlardır ve başka insanların yaşadıkları vahşeti meşrû kılmak için en sık kullanılan yoldur. Kısacası toplumun büyük kesimi çevresinde gerçekleşen feryat figan uyaranlarını olabildiğince yok saymaya veya küçümsemeye çalışır ve yangın artık kör kör parmağım gözüne görünür hale gelince de yangını haklı kılacak gerekçeler aranır ve rahatlıkla bulunur. Özet sonuç, insanların şefkat, merhamet, empati gibi “huzur ve güven” içinde bir arada yaşayabilmeleri için oldukça önemli duygularının tahrip edilmesidir. Vahşet sıradanlaştırılır.

Türkiye’deki şiddet makinası şu anda üçüncü etki halkasını fethetme ve dolayısıyla şişirme yolunda hızla ilerlemektedir. Şiddet ekseninde bir kutuplaşma her gün daha çok insanı saflarına katmaktadır.

Bir de tabiî şiddet makinasının asabi işçileri var. Onlar bu kendi uyguladıkları vahşetten nasıl etkileniyorlar? Elimizde bu konuda doğrudan bir veri yok. Yine de gözlemler ve izlenimler düzeyinde bazı şeyler söylenebilir. Örneğin işkence araştırmaları nedeniyle işkenceci polislerin büyük çoğunluğunun işkence seansları sırasında ciddi miktarda içki içtiklerini biliyoruz. Mesai sırasında içki içilmez ama, bu meslekî ayrıcalığın nedeni üzerinde düşünmek gerek. Yine savaş bölgesinde askerlik yapanların izlenimlerine göre savaşan askerler arasında da içki tüketimi çok yüksek. Ayrıca polislerde ve askerlerde daha yüksek gibi görünen intihar oranlarının anlamı ne? İşkence sırasında işkence görenin gözbağı kaydığında işkenceciler neden paniğe kapılıyorlar ve birçok durumda işkencenin dozu bu andan sonra neden hafifliyor? GATA yıllarca bir devekuşu politikası izledikten sonra Güneydoğu’da savaşan erler için neden bir “travmatik stres ünitesi” açmak zorunda kaldı? Askerlik yaparken gördüğüm çok yüksek orandaki psikolojik sorunlu vaka neyin nesi? Türkiye’de değil ama, bu konuda dünyada yapılmış araştırmalardan biliyoruz ki, şiddet, marûz bırakılanıyla birlikte marûz bırakanı da etkiler. Erişkin yaşta şiddet uygularken etkilenmeyenler anti-sosyal (eski deyimiyle psikopatik) kişilik yapısına sahip insanlardır. Onlar duygusal dünyalarıyla ilişkilerini çoktan kesmişlerdir ve soğukkanlı kalabilirler. Ama bunların şiddet uygulayan kişiler arasında küçük bir azınlık olduğu da bilinmektedir. Genel olarak kabul edilen, yüklenilen toplumsal rolün sıradan, “normal” insanlara bile vahşi uygulamalar yaptırabileceğidir. Aynı zamanda uzun süre böyle bir rolü üstlenmiş kişilerde, belli bir miktarda hepimizde olabilen anti-sosyal eğilimlerin zaman içinde güçlendikleri de bilinmektedir. Bu anti-sosyal eğilimler de Ötekine kayıtsızlık, kural (sosyal norm) tanımazlık, ben-merkezcilik, uyaran arama davranışları, dürtü kontrolsüzlüğü ve saldırganlık olarak özetlenebilir. Bu eğilimlere bir de, sürekli gerginlik, tehlike altında yaşayan, sık sık travmatik olaylarla karşılaşan insanlarda görülen, daha önce tanımladığımız travmatik stres durumunu ekleyin. Ve bir de bu insanların yetkili, görevli vs. sıfatıyla her daim silahlı biçimde aramızda dolaştıklarını düşünün. Ortaya çıkan tablo ürkütücüdür. Basit bir trafik tartışması sırasında tabancasını çıkarıp karşısındakini öldüren polisler, tamamen barışçıl bir protesto gösterisinde bile kafanızı patlatabilen çevik kuvvet elemanları, kulak toplayan askerler bu tablo içerisinde görülebilir. Pek de farkında olmadıkları bir acı yaşamaktadırlar. Özsaygıları oldukça zedelenmiştir ya da kırılgandır. Bu yüzden diğer insanlardan gelen, kendilerince negatif olarak yorumlanabilecek her türlü uyaran büyük bir tehdit olarak algılanmakta ve hemen oracıkta en şiddetli bir şekilde bertaraf edilmek istenmektedir. Kendilerine ve topluma karşı nefret dolu, ne zaman nerede ne biçimde patlayacakları belli olmayan gezici mayınlar olarak görülebilecek bu insanlar bir toplumun başına gelebilecek en büyük sorunlardan biridir. Bugün bütün savaşlara, işkencelere vs. son verilse bile, bu şiddet makinasını çalıştırırken kendileri telef olmuş bu insanlar nerede ve ne şekilde istihdam edilecektir?* Bugün toplumsal barışı elde etsek bile, onların bireysel savaşları onyıllarca devam edecektir ve daha çok insanın canını yakacaklardır.

ŞİDDET, KARŞISINDA ŞİDDET GÖRMEK İSTER

Gelin bir kısır döngü tanımlayalım. Türkiye’de devlet çok katı ve dar bir siyaset alanı belirlemiş toplumu için. Alanın dar tutulması birçok düşünceyi ve kişiyi gayrımeşrû saymasına neden oluyor ve onları sindirmek, yok etmek için şu ya da bu dozda şiddet uyguluyor. Devletin yasal siyasî alanın dışına attığı unsurlardan kimisi de karşı-şiddetten başka bir çareleri olmadığını düşünüyor. Çatışma başlıyor. Başladıktan sonra kin, intikam duyguları iki tarafta da katmerleniyor. Yasal siyasî alanın genişletilmesi yerine, devlet muhalif gördüğü unsurları şöyle ya da böyle yok etmek istiyor. Bu, duruma göre işkence ederek, öldürerek, göç ettirerek, köy yakarak, coplayarak, taciz ederek oluyor. Karşı-şiddet uygulayanlar da devletin/düzenin elemanı olarak gördükleri kişilere şiddet uyguluyor. Bu devletteki kin/intikam reflekslerini pekiştiriyor ve devlet muhaliflerine daha fazla şiddet uyguluyor ve karşılığında daha fazla şiddet görüyor ve ...

Türkiye’de devlet öteden beri kaba şiddet temelinde örgütlenmiştir ve son dönemde pervasızlık ve keyfiyet dozu misliyle artarak “polis devleti” dediğimiz noktaya varmıştır. Türkiye’de devlet şiddet uygulamakla muhaliflerini de şiddete dayalı yollar seçmeye itmiştir. Devlet şiddetin dili dışında bir dil bilmemekte ve inanıyorum ki, karşısındaki de şiddet uyguluyorsa kendini daha rahat ve güvenli hissetmektedir. Örneğin PKK’nın ve Dev-Sol’un bugün bu çapta olabilmelerinin bir numaralı mimarı devlettir. Devletin yıllardır uyguladığı kanlı zulüm politikaları, dirayetli bir biçimde karşı-şiddet uygulayan örgütlerin popülaritesini arttırmıştır. Şiddet yanlısı olmayan Kürtler yaşadıkları vahşet karşısında, ortada PKK’dan başka gidebilecekleri bir adres olmadığını görmüşlerdir. Ya da varoş gençleri gün be gün yaşadıkları devlet zorbalığı karşısında kendilerini düşman göreni düşmanlaştırmakta ve öfkelerini/nefretlerini ham haliyle ifade etmelerine en iyi şekilde olanak sağlayan yapılara yönelmekte pek bir zorluk çekmemişlerdir.

Biraz daha ileri gidelim. Türkiye’de devlet kendi şiddetini meşrûlaştırabilmek icin karşı-şiddet uygulayan örgütlerin varlığına ihtiyaç duymaktadır. Kendini olduğu gibi ya da daha da sertleştirerek yeniden üretebilmesi için devletin PKK’ya da, Dev-Sol’a da, diğerlerine de ihtiyacı vardır. Onların tamamen yok olmalarını hiçbir şekilde istemez. Sadece çok fazla büyümelerine karşıdır. Öte yandan bir “Cumartesi Anneleri” olayına şiddetle ve kategorik olarak karşıdır. Bu anneler devleti PKK ve Dev-Sol’dan çok daha fazla korkutmaktadır. Barışçıl eylemleri gerekçe göstererek kendisini meşrûlaştıramaz. Devlet, hasım gördükleriyle karşılıklı olarak şiddet diliyle konuştuğunda kaybetmesinin pek mümkün olmadığını hesaplamaktadır. Bu hesapta da, bu çağda muhtemelen haklıdır. Ama militan bir barış dili karşısında kekelemekten başka çaresi yoktur. Tabiî ki onların da üstüne şiddetle gidecek ve onların da dilini şiddetlendirmek için elinden geleni yapacaktır, nitekim yapmıştır ve yapmaktadır da. Ancak barış dilini konuşanlar, devletin bu kışkırtmaları ve zorbalıkları karşısında dillerinden ödün vermezlerse ve bu dili toplumun en geniş kesimlerine dek yaygınlaştırabilirlerse, kazanan tüm toplum olacaktır.

NEDEN HÂLÂ BİRBİRİMİZİ BOĞAZLAMIYORUZ?

Bugün sorulması gereken soru, “neden bu kadar şiddet, kan var?” değil, “neden hâlâ tüm toplum olarak birbirimizi boğazlamıyoruz?” sorusudur. Bu yazı boyunca sayılan bunca musibete rağmen hâlâ genel bir içsavaş yaşamıyorsak,* bu toplumun önemli bir kesiminin hâlâ barıştan umudunu kesmediği içindir. Yine o kesimlerin yüksek sesle ifade etmeseler bile şefkat, merhamet, empati gibi duygularını tam olarak kaybetmedikleri içindir. Ancak şu anki gidiş, barış dilinin anlamlı bir müdahalesi olmazsa, hızı çizgisel değil, geometrik bir biçimde artan şiddet makinasının tüm toplumu çarkları arasına alacağı bir genel boğazlaşmaya doğrudur. Böyle bir boğazlaşmadan çıkarı olanlar ya da çıkarı olacağını umanlar da şüphesiz vardır. Ancak toplumun ezici çoğunluğu için içsavaş yeni travmalar, yeni kayıplar, yeni acılar, yeni sorunlar anlamına gelecektir. Böyle bir iç savaşın görünürde galipleri olabilse bile yol açtığı maddi ve de daha önemlisi psikolojik tahribat on yıllarca bizimle birlikte yaşayacaktır.

POLİS DEVLETİNE, ŞİDDETE SON! HEMEN ŞİMDİ!

Bugün şiddet makinasına çomak sokma günüdür. Bunu başaramazsak yarın hepimiz şöyle ya da böyle kendimize kötünün iyisi silahlı bir taraf seçmek zorunda kalacağız ya da bu diyardan gideceğiz. Bütün olumsuzluklara rağmen bu toplumda hâlâ utanabilen ve/veya uzun vadeli çıkarlarını devekuşu politikalarının önüne koyabilen kesimler vardır. İçinde yaşadığımız polis devletinin yaptıklarından utanan tüm kişi ve kuruluşların bir araya gelebildiği bir barış girişimi kurulabilmelidir. Bu girişimde çok çeşitli siyasî eğilimlerden ve sınıflardan insanlar olabilir. Bu girişimin dar ve iyi tanımlanmış bir amacı olacaktır: Barışçıl yöntemler kullanarak, polis devletini demokrasiye zorlamak. Kampanyalarını, direnişlerini militanca gerçekleştirmek. Türkiye’deki yasal siyasî alanı, karşı-şiddet kullanımını gereksizleştirecek denli genişletmek. Bunları yaparken karşı-şiddet kullanan örgütlerin yol açtıkları mağduriyetlerle de ilgilenmek ve karşı-şiddet uygulayanları bu girişimden uzak tutmak. Aynı zamanda şiddet makinasının %90 hissesine polis devletinin sahip olduğunu unutmamak. Bu amaçları gerçekleştirmek için sosyalist, Kürt, Alevi, yoksul vb. gibi şu anda toplumun en çok ezilen kesimlerinden olmak, onların siyasî projelerini savunmak/sempati duymak zorunda değilsiniz. Bu mücadele insan hakları ve demokrasi temelinde, birbirimizi boğazlamadan, örselemeden kozlarımızı paylaşabileceğimiz bir zeminin yaratılması mücadelesidir. Hiçbir siyasî eğilimin tüm toplum projesini bu girişime indirgemesi düşünülemez. Söz konusu olan, silahlardan tüten dumanın olmadığı, ne yapmış olursa olsun hiç kimsenin bedenine acı vermek amacıyla dokunulamadığı ve bu sayede diğer sorunlarımızı konuşup tartışabildiğimiz bir ortamın kurulmasıdır. Böyle bir barış girişimi, “iki taraf da silahlarını sustursun” gibi basit bir ateşkes çağrısıyla yetinemez. Barış adil olduğu ölçüde barıştır ve polis devleti yerinde kaldığı sürece şiddet hep yeniden üretilecektir.

Böyle bir barış girişimi, bu yazı boyunca anlattığımız psikolojik olarak örselenmişlerdeki en önemli tahribat olan duygulanımın işlenememesi durumunun panzehiridir. Barış girişimi, utanç ve öfke temelinde olacaktır, ama öfkesini yeni travmalar yaratmak üzere yıkıcı ve dizginsiz bir tarzda değil, yeni örselenmeleri engellemek için yapıcı/kurucu tarzda kullanacaktır. Öfkesini kine dönüştürmenin kan gölü olduğunu bilecektir.

Türkiye’nin tüm utananları, öfkelileri, ama kin duymayanları birleşin! Bakın polis devleti nasıl şaşkına dönecek!

(*) Yazıyı bitirdikten sonra “makina” metaforunun yanlış anlaşılabileceği yönünde Kumru’dan haklı bir uyarı geldi. “Makina” doğal olarak, bir mekanizmi ve başı sonu önceden tasarlanmış bir cihazı çağrıştırıyor. Şiddet için makina gibi mekanik bir metafor yerine, organik bir benzetme yapmak daha uygun olurdu. Gerçi günümüzde organik-gibi makinalar da yapılmaya başlandı, ama yine de bu yazıdaki “şiddet makinası”, daha çok işin üretim/sonuç ve çalışanlar tarafı düşünülerek kullanıldı.

(*) Bu istihdam sorununu çözmek için sivil faşist örgütlenmeler ve mafia elinden geleni yapacaktır.

(*) Yerellerini yaşıyoruz tabiî.