Milliyetçiliğin siyasal kavramının aslî içeriğiyle çeliştiğini, o nedenle milliyetçiliğin başlı başına bir siyasal düşünce olamayacağını ve sadece siyasal düşüncelere –ister istemez– yamanan ve oranı ölçüsünde de onları saptıran, çürüten bir faktör olduğunu öne süren birçok siyaset bilimcisi vardır.
Bir siyasal akım kılıfına bürünebildiğinde milliyetçilik, toplumun kendini koruma gayretinin artışı gibi görünebilir ise de öte yandan bu artışın korunmaya çalışılan “öteki”nde de en az eş güçte bir korunma gayreti yarattığını dikkate almak gerekir. Yani birbirlerine karşıtmış gibi gözüken milliyetçilikler gerçekte birbirlerini beslerler. Örneğin Yunan, Rus, vb. milliyetçilikleri Türk milliyetçiliğinin temel gıdasıdır. Elbette tersi de geçerlidir bunun. Gerçek karşıt ideolojilerin karşıtları olmaksızın daha da gelişebileceklerini, çok daha tutarlı olabileceklerini tasarlayabiliriz, ama karşıt (bir) milliyetçilik(ler) olmaksızın bir milliyetçilik sadece gerileyebilir, kozasına, inine çekilir veya uygun ideolojilerin bir asalağı rolüne indirgenir.
Zarını toplumların kendini savunma, koruma güdüsünün salgılarından temin eden bu virüsü bünyesinden temizleyecek kadar yetkinleşmedi henüz insanlık. Galiba bu noktaya varıncaya kadar toplulukların kendini “öteki”ler karşısında tanımlamasının çeperlerinde yuvalanan bu virüsün fırsat buldukça yol açacağı ağır hastalıklardan epey çekeceğiz.
Bunları bir kere daha hatırlatmamızın nedeni Ağustos sonu ve Eylül başında Kıbrıs’ta olanlar ile şu malûm “esir askerler” olayı. İlkinde milliyetçiliğin nasıl irinli bir hastalık olduğunu ve devreye girdiğinde toplumsal bünyenin rahatsızlıklarını nasıl iğrenç bir yaraya çevirebileceğini gördük. İkincisi ise bize onun sinik niteliğini, ne denli kolay bulaşabilir olduğunu –bir kez daha– gösterdi.
Bilindiği üzre Ağustos ayında Kıbrıs Rum kesiminin –ve herhalde– Yunanistan’ın milliyetçileri, bazı Avrupalı yandaşları –galiba Avrupalı milliyetçiliği aşkıyla– motosikletli ve yaya olarak Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki hattı delmeyi amaçlayan bir eylem tertiplediler. Kıbrıs Rum kesimi yönetimi engellemeye çalıştıysa da milliyetçi virüsün hareketlendirdiği Kıbrıs Rum toplumu bünyesine bulaşıveren humma karşısında geriledi. Kendisine düşen önleme görevini yapmadı veya yapamadı.
Bu durumda sınırlı bir zor kullanımı ile bu eylemi önlediği takdirde kimsenin ses çıkaramayacağı Türk tarafı, bu sınırlı zor araçlarıyla sonuç alacak tedbirlere yoğunlaşacağı yerde kendi milliyetçilerini hattın bu tarafına yığıp saldırı kuvveti olarak kullanmak gibi bir yol seçti.
Milliyetçiliklere mahsus bir simetridir bu. Her biri ötekinin gıdası olduğu için, biri ne yaparsa öbürü de aynısını yapar bunların. Amipler gibi birbirlerine benzerler. Rum tarafının milliyetçileri motosiklet ve sopalarla donatımlı iseler Türk milliyetçileri de aynen öyle motosikletleri ve sopalarıyla hattın eşit mesafedeki öte tarafında yer almışlardır.
Sonra olanları hep beraber izledik. Birkaç Rum milliyetçisi Barış Gücü barikatını aşıp hattın Türk tarafına geçtiler. Hazırolda bekleyen milliyetçilerimiz de bunlara saldırdı. Geri kaçamayan birini oracıkta linç ettiler. Tüm dünya televizyonları bu naklen linç olayını izledi. Galiba oradaki bir sahne milliyetçi vahşetin ne menem bir şey olduğunu gösteren unutulamaz bir sekans olarak hafızalarımıza kazınacaktır: Linçi gerçekleştiren güruh çekiliyor ve ortada ölmekte olan ve vücudu son can çekişmelerle kıpırdayan bir beden görüyoruz. Linççilerden biri bunu fark ediyor ve bir iri taş parçası kapıp o can çekişen bedene olanca gücüyle birkaç kez vuruyor.
Ertesi gün bütün çok satan gazetelerimiz ve televizyonlarımızda bu linç sahnesi de dahil tüm olay, “hakettikleri cevabı aldılar” başlığıyla verildi. İç sahifelerde bazı köşe yazarları bu tutum ve yorumları eleştirdiklerini imâ eden yazılar yazdılarsa da sivrilen milliyetçiliğin tepkisinden ürküp sus pus oldular.
Ardından o malûm, bayrağı indirmeye çalışanın öldürülmesi olayı oldu. Postmodern çağ milliyetçiliğine has o gevşek, “laubali” tavrıyla bir Rum milliyetçisi, ağzında sigara, Türk bayrağını direkten indirmek için tırmanıyor ve tam bayrağa uzanırken Türk tarafından açılan ateşle boynundan vurulup düşüyor ve ölüyor.
Bunun haberini Türk görsel ve yazılı basını aynı “hak etti” başlığıyla verdi ve “öldürmek şart mıydı” diye yazmaya cesaret edebilenler yine aynı şirret tepkiyle geriletilip susturuldular.
Eylül ayının ilk haftasında bu kez hattın Türk tarafındaki bir nöbetçi kulübesine Rum tarafından açılan ateşle bir nöbetçi öldürüldü, biri de yaralandı. Olayın hemen ardından “fikri sorulan” Denktaş, benzetmek gerekirse takımı 2-0 mağlupken bir gol atmış antrenörün o biraz ferahlamışlık kokan uslûbuyla konuştu. Rumlar bir “iyilik” daha yapıp durumu 2–2’ye getirseler büsbütün ferahlayacakmış gibiydi.
Kan, en sevdiği en besleyici gıdasıdır milliyetçiliğin. İki “karşıt” milliyetçilik, birbirlerinin kanını dökmekle birbirlerini zayıflatmaz aksine beslerler. İki Rum milliyetçisi Ağustos’ta öldürüldüğünde Rum milliyetçileri kimbilir ne kadar keyifle ovuşturmuşlardır ellerini. Bakmayın cenaze törenlerindeki o timsah gözyaşlarına. Milliyetçiliğin karargâhlarında akan kanın, milliyetçiliğe hâlâ teslim olmamışların insanî değer ve endişelerinin kalkanını eritecek yegâne sıvı olduğu gayet serinkanlılıkla bilinir. Bu kalkandan sızılırsa milliyetçilik virüsünün beyni ve yüreği kilitlemesi yalnızca biraz zaman sorunudur.
Bir zamanlar İsmet İnönü, “bir ülkede eğer namuslular da en az namussuzlar kadar cesur değil ise o ülke ayakta kalamaz” demişti.
Sayısal bir orandan söz etmiyor İnönü. Öyle olsaydı bir gram zehir koskoca canlıyı öldüremezdi. Namussuzluğun ya da bu bağlamda milliyetçiliğin soy savunucuları her zaman ve her toplumda küçük birer azınlıktırlar. Ama şirretlik biçiminde kendini gösteren cüretkârlıkları ile geniş bir kesimi ya pasifize edebilir ya da hattâ kendi kulvarlarına çekebilirler.
Namuslulara, –bu bağlamda– insanı insan yapan, insan soyunu yücelten ortak değerlere kesin öncelik veren herkese yakışır bir cesaretle bu şirretliğe karşı durmaktan, onu inine itelemekten başka yol yoktur.
İnanıyoruz ki; Ağustos’ta Avrupalı ve Yunan milliyetçilerle Kıbrıs Rum kesimi milliyetçileri yeşil hattı geçmek için toplanırlarken, Kıbrıs ve Yunanistan halkının büyük çoğunluğu yürekten desteklemedikleri, hattâ hiç onaylamadıkları halde, milliyetçi şirretlikten ürktükleri için ses çıkaramadılar, hattâ hak verirmiş gibi görünmeyi yeğlediler.
Aynı şekilde Türk halkının, inanıyoruz ki büyük çoğunluğu o iğrenç linç sahnesini ve bayrak direğinde kurşunlanan kişinin cansız düşüşünü izlerlerken içlerinden utancı ve dehşeti yaşadılar. Ama elinde “hain” yaftasıyla kol gezen milliyetçi şirretliğin belâsına ertesi gün resmî söylemin diliyle konuştular, hattâ kraldan fazla kralcı gözükmeyi seçenler bile oldu.
Bir başka milletle sorunlar bahsinde milliyetçiliğin şirret tepkisinden çekindiği için susma, dahası onaylıyor, katılıyor gibi görünme tavrı, milliyetçilerin millet içinde icra ettikleri, kimi kirli faaliyetler karşısında da geçerlidir. Tüm ülkelerde milliyetçilerin o ülkenin “yeraltı dünyası” ile mafya türü örgütler ile bağlantı içinde olması kuraldır. Japon mafyası Yakuza ile Japon Milliyetçi Parti arasındaki neredeyse organik ve yarı resmî ilişki gibi apaçık olanı da dahil, örgütlü adli suçlar dünyası ile şu ya da bu derecede “alışverişi” olmayan bir milliyetçi hareket görülmemiştir.
Türkiye’de en masum işleri çek–senet tahsilatı olan mafyaların çoğunun milliyetçi cenahla ilişkisi ayan beyandır. Türkiye’nin ortalama vatandaş çoğunluğu giderek her alanda kendini duyuran bu mafyalaşmadan şikâyetçi ve endişelidir. Ama susar, hattâ gerektiğinde “işi”ni onlara gördürmekten de imtina etmez.
Bu tutumun, başta “devletin çökmesi, toplumun çözülmesi” olmak üzere pek çok gerekçesi, nedeni vardır. Ve şüphesiz bu çok ciddi gerekçelerin varlığında, yukarıda sayıları, özellikleri, ilişkileri ve beslenme tarzıyla milliyetçilik, toplumun sağlıklı bir rotada sorunlarını çözmeye çalışmasının önündeki en dikenli engeldir.
Sayılan özelliklerini milliyetçilik hiç de yeni zamanlarda kazanmış değildir. Ama, faşist iktidarlar kurabildiği derin ve istisnai kriz dönemlerinin dışında, milliyetçi hareketler, gücü ne olursa olsun özellikle dış politika, devletler arası ilişkiler gibi “nazik” konulara fiilen karıştırılmazdı. Eğer devletler bu konularda kendi milliyetçilerine bir biçimde ihtiyaç duyarlarsa –kamuoyunun ağır baskısı altındayız gibisinden bir gerekçe gösterebilmek için örneğin– onların ülke içinde bir tepki eylemi düzenlemelerini teşvik eder, “katkı”larını bu noktada sınırlarlardı. Devletlerin ülke dışında ihtiyaç duydukları çok gizli illegal eylemler için ülkelerinin suç örgütleri ile –kolay inkâr edecekleri– işbirliği yaptıkları da olur, ama bu tür işler hem çok ender ve gayet özel durumlarda söz konusudur hem de her iki taraf da sonuç ne olursa olsun “suskunluk yasası”na riayet ederdi.
Türkiye’de şu son yıllarda patlak veren hemen tüm mafya, milliyetçi mafya skandallarında bırakınız “baba”ları, ikinci, üçüncü derecede mafya elemanlarının bile devletin yüksek güvenlik organları ile ilişkileri olduğundan bahsedip “konuşursam yer yerinden oynar” demelerine “alıştık”. Ve yine bu, babaların sık sık “devlet için görevler, hizmetler” yaptıklarını söylediklerine ve bu sözlerin esaslı bir tekzibe uğramadığına da tanık olduk.
Devlet–milliyetçi mafya ilişkilerindeki sınır çizgisinin giderek yukarılara tırmanıp bir ara Çankaya zirvesine kadar tırmanmış olduğunu biliyorduk. Ama son Kıbrıs olayları mütemmim cüzü mafya olan milliyetçiliğin, dış politikanın devletler arası ilişkilerin nazik alanına fiilen sokulması gibi bir “aşama”nın da nihayet gerçekleştiğini gösterdi. Bu noktada hem Kıbrıs Rum ve Yunanistan devleti hem de Türk devleti bahsettiğimiz “geleneği” çiğneyip, kendi milliyetçilerinin bir sınır hattında kapışmalarına göz yumdular ise, bu olay her iki tarafta da devletlerin bildik devlet olma vasıflarını çok ciddi ölçülerde kaybettikleri anlamına gelir. Türkiye devletinin bizzat Bayan Çiller’in bile “devlet çökmüştür” diyebildiği noktaya geldiğini biliyorduk ama, Yunan ve Kıbrıs Rum devletinin de en azından milliyetçiliğin şirret dalgasına set çekemeyecek ölçüde kabuklaşmış hale geldiğini böylece öğrenmiş olduk.
Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerindeki bir dizi sorunun her iki taraftaki toplumlar için önemi malûmdur. Her iki tarafın “millî kimlik”lerinin teşekkülünde birbirleriyle ilişkileri birinci dereceden bir faktör olagelmiştir. Böyle olmakla birlikte, her iki taraftaki devletler hiç olmazsa şimdiye kadar nefretle birbirlerini besleyen kendi soy milliyetçi hareketlerini devletler arası ilişki zemininde karşı karşıya getirip boğuşturmak gibi çok ağır bir sorumsuzluğa başvurmamışlardı.
Ayrıca her ne kadar “devlet” sıfatıyla toplumlarını temsil ediyor iseler de, toplumların bütünü adına girilen ilişkilerin zemini olan, yani katılanların Türkleri, Yunanlıları, Rumları temsil ettiği kabul edilen bir alana, o toplumların azınlık bir kesiminin temsilcilerini “toplum adına” sürmeye hiçbir hakları yoktur. Bunu yaptıklarında o sınır çizgisi üstünde aleni bir linçi gerçekleştirenlerin Türk milliyetçileri değil –hepimizi içerecek biçimde– Türkler olduğunun ilân edilmesi meşrûlaştırılmış olur. Tıpkı bir gece karanlığında herhalde Rum sınır muhafızlarının “himayesi” altında bir Türk sınır nöbetçisini katleden Rum milliyetçisinin bu eyleminin ertesi gün “Rumlar cinayet işledi” manşetleriyle verilmesine zemin hazırlanması gibi.
Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs halkları arasındaki bin yıllık tarih, bu tarihin son iki yüz yılındaki karşılıklı milliyetçi akımların kararttığı tabloya rağmen, hiç de bu milliyetçi akımların gıdalandığı nefret batağını hak eder nitelikte değildir. Aksine iki ayrı dinden pek az halkın gerçekleştirebildiği, bir ortak kültür dünyasını paylaşma ve inşâ mirasından kaynaklanan çok yönlü benzerlikleriyle bu halklar, sadece milliyetçi şirretliğe prim vermeme iradesini göstermekle o nefret batağını pekâlâ kolaylıkla kurutabilirler. Ve milliyetçi akım ve devletlerinin bu ufunetli ağırlığını sırtlarından attıklarında, Ege ve Doğu Akdeniz’in dünyanın gıptayla baktığı en güzel deniz olması işten bile değildir.
İki taraf devlet ve milliyetçiliklerinin aralarındaki biçimsel, ama siyasal mahiyeti ciddi ve önemli ayrımlara boşvererek Kıbrıs’ın ortasında, milliyetçiliğin pespaye niteliğini göstere göstere, grotesk bir kapışma/buluşma gerçekleştirmeleri, umalım ki şu son iki yüz yıllık milliyetçilik, millî devlet çağının dibe vurmasının işareti olsun. Eğer böyle ise, bundan böyle karşılıklı olarak bir milliyetçilikten kurtuluş süreci bekleyebiliriz. Ve böylece çağın hızının da yardımıyla pek yakın değilse bile uzak da olmayan bir gelecekte, çürümüş, “çökmüş” devletlerine rağmen, halkların gerçekleştirdiği görkemli Akdeniz dünyasının yeni şafağı başlayabilir.
ÖMER LAÇİNER