Moscovici, Birikim’in bu sayısında yayımladığımız makalesinde, “komplo zihniyeti”ne, çağımızda kollektif düşüncenin prototipi olarak yaklaşmayı öneriyor. Türkiye’de cari siyasal ve kamusal söylemi düşündüğümüzde bu öneri hiç de öyle cüretli ve spektaküler görünmüyor. Memleketimiz, muhtelif referanslara dayanan ve değişik stiller uygulayan her meşrepten komplo teorisinin ‘dobra dobra’ dile getirilebildiği bir vasata sahip. Kamusal ve popüler olma kaygısı güden her argümanın, her iddianın, her teklifin, ‘civarındaki’ komplo teorilerinden birinin veya birkaçının gölgesinden kurtulmak için ek çaba harcamayı baştan göze alması gerekiyor.
Çok kısaca söylersek: TC Devletinin ve millî kimliğin inşâ dönemindeki tekbenci (solipsist) bilinç hali, devlet aygıtının aşırı hassas tehdit algılamasıyla ve ahalisini herhangi bir bilinçli edim için reşit saymayışıyla birleştiğinde, komplo zihniyetine çok bereketli bir toprak hazırlamıştı. Bu toprağın işlenmesinde, 2. Dünya Savaşı sonrasının (ki bu dönem aynı zamanda siyasetin yayıldığı, popülerleştiği dönemdir) beynelmilel anti-komünist Soğuk Savaş teknolojisi belirleyici oldu. Moscovici’nin de evrensel komplo zihniyetinin gelişmesindeki yerini takdir ettiği McCarthyciliğin know-how’ı, Türkiye’de müthiş coşkulu uyarlayıcılar buldu. Bu mesai, sol hareketin kitleselleşmeye başladığı ’60’lı yıllarda iyice yoğunlaştı. En masum taleplerle her yere sızabilen komünist sinsiliğini deşifre etmeye dönük risaleleriyle AP Senatörü Fethi Tevetoğlu bu mesainin anıt-ismidir. Tevetoğlu yıllarca, yerli komünistlerin, Sovyetler Birliği’nin tamim ettiği talimatlara göre hareket ettiklerini ‘kanıtlamakla’ uğraştı. Gerçi bu talimatlar çoğunlukla doğrudan doğruya komünistlik niteliği taşımayan şeylerdi: Halkın sevdiği kişilere sahip çıkmak, barış savunuculuğu yapmak, haksızlıkları protesto etmek gibi... Ama bunların tescilli birer “komünist taktiği” olarak deşifre edilmiş olması, böyle şeyler yapanları en azından şaibe altında bırakıyordu. Bir siyasal ve toplumsal talepte bulunanların, bu doğrultuda eylem yapanların söylediklerine, amaçlarına, saiklerine göre değil; çığırtkan bir komplo zihniyetinin o eyleme ve fiile uyan bir teoriciğine göre değerlendirilmesi, Türkiye’de, 1960’larda doruğuna varan bu anti-komünist teyakkuz döneminde yerleşikleşti. Türk sağının bütün unsurları, anti-komünizmle beraber, hattâ belki de onun birinci rüknü olarak, komplo zihniyetini tevarüs ettiler. Aynı mecrada şekillenen 1960’ların ‹slâmcılığı, bu fesat teorisyenliğine “beynelmilel Yahudi komplosu” motifiyle ek katkıda da bulundu. Varlığını anti-komünizme borçlu olmayan, ama anti-komünizmin her nevi ‘başka olan’ı şeytanlaştıran faşizan türlerinin elinde boy atan modern anti-semitizm; Türkiye’de, illâ somut Yahudiler’e de ihtiyaç olmaksızın her meselede “Yahudi parmağı” keşfedebilen yapısal komploculuğunun iyice acar tatbikçilerini bulacaktı.
Moscovici’nin komplo zihniyetinin çekirdeği olarak vurguladığı “yabancı faktörü”, yani ortadaki her ciddi meselede ülkemize/bize kasteden yabancıların parmağının aranması, bu zihniyetin Türkiye’de yerlileşmesinde ziyadesiyle belirgindi. Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki hâkim ruh halinin, toplumsal-siyasal meselelerden esasen ‘dış mihrak’ları sorumlu tutmaya yatkın olduğunu hatırlatalım. 1930’ların ortalarından itibaren resmî Cumhuriyet söyleminde baskınlaşan ırkçı-etnisist yaklaşım ve kabaran ksenofobi (yabancı korkusu), bu yatkınlığı hayli güçlendirdi. Ecnebi olanda melânet arayan (daha doğrusu melâneti ecnebi olanda arayan) bu zihniyeti, Türkçüler o zamandan anti-komünist komplo teorilerinin tohumlarıyla aşıladılar: Nihal Atsız daha 1934’te Orhun’da “Türkiye’deki komünistlerin çoğu Türkleşmiş melezler veya gayrı Türklerdir” diye yazmıştı! Ülkücü hareket bu mirası, solculara en ‘yerli’ mertebe olarak “Moskof uşaklığı”nı tanıyarak sürdürecekti.
’70’lerde ciddi bir güç haline gelen sol hareket karşısında eskisi kadar çocukça olmasa da özellikle “dış mihraklar” edebiyatına dayalı ‘izahlarını’ sürdüren Türk sağının komplo zihniyeti, 12 Eylül’le birlikte yeni bir bolluk dönemine girdi. Türk devletlerini çökertmeye koşullanmış “düşmanlarımız”ın kadim tarihteki Çinliler’den başlayan silsilesini döken TV “belgeselleri”, Kenan Evren’in “aramızda dolaşan vatan haini ve millet düşmanları”nın tertipleri hakkındaki ‘cince’ ifşaatları, tabiî hepsi “12 Eylül öncesi”nin vatan evlâtlarını nasıl kandıran haince bir oyun olduğu teorisi eşliğinde, insanların üzerine yağdı. ASALA suikastları üzerine “Türkiye’nin toparlanmasını istemeyen dış güç odaklarının hain planları” teorisi etrafında geliştirilen kampanya dönemi, kamusal hayatın tek bir dakikasını boş bırakmayan blokajıyla, komplo zihniyetinin kollektif aklı esir almasında yeni bir merhaleydi. Bu kampanya, aynı komplo kalıbıyla yaklaşılan PKK sorununa ilişkin tefsirlerin yanında, mütevazı bir uvertür olarak kaldı. Kürt meselesinin indirgendiği PKK/bölücülük/terör sorununun izahıyla ilgili komplo teorileri, Apo’nun aslında Ermeni Agop Artinyan olduğunu ve PKK militanları arasında bir sürü sünnetsiz=Ermeni bulunduğunu ifşa etmekten, Türkiye’daki insan hakları savunucularının bu iş için PKK’dan para aldıklarını söylemeye ve Yaşar Kemal’in bu konudaki -ve her konudaki- her lâfının Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya dönük bir tezgâh olduğunu iddia etmeye varıncaya dek, engin bir literatür yaratmış bulunuyor.
Moscovici, komplo zihniyetinin meşrûiyet çerçevesini “en iyi savunma hücumdur” taktiğinin geçerlilik koşullarına benzetiyor. Komplo zihniyeti, tıkanan (çözümsüzleşen veya meşrûiyetini yeniden üretmekte zorlanan) iktidar sahibinin “ileri doğru kaçış”ını yansıtır çoğu kez. Türkiye’de iktidar, birçok düzeyde ve birçok kanadıyla ciddi biçimde tıkanmış ve meşrûiyet bunalımına gömülmüş bulunuyor. ‹leri doğru bu kadar çok kaçmasının nedeni, bu.
Öyle ama, ileri doğru ne kadar çok kaçsa, hâlâ kaçacak yeri kalıyor - hâlâ daha büyük çaplı ve daha absürd komplo teorilerine (kimisinin ömrü saatlerle sınırlı olsa da) başvurabiliyor. Bedri Koraman’ın sol-faşist-dinci-bölücü silahlı eylemcileri kukla gibi oynatan perde arkasındaki karanlık el karikatürünün aynısını en az yirmi yıldır çizdiği, büyük kulüp taraftarlarının takımları bir taşra takımını yenemediğinde bu işin arkasında mutlaka bir tezgâh aramaya teşne olduğu bu memleketin “kamuoyu”, sonu gelmez komplo teorilerini en azından ‘anlayışla karşılamayı’ sürdürüyor.
“Halkımızın komplo mantığına yatkınlığı”, üstüne halk pedagojisiyle varılacak bir problem değil tabiî; komplo zihniyetini, yinelersek, Devlet Aklı ve Türk sağ fikriyatı bünyevi bir biçimde yeniden üretiyor. Kendini sağdan ve her siyasal akımdan bambaşka olarak takdim eden Refah çizgisi de komplo zihniyetinin alabildiğine marazi nümunelerini sunmaktan geri kalmıyor. Dahası, bu bambaşkalığı ve biricikliği nedeniyle dünya-âlemin kendisine karşı komplo kurduğu düşüncesinin, Refah çizgisinde önemli bir tutunum kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’de sol, lâfını, tahlillerini, çözüm önerilerini dinletirken ve bunlara teşebbüs ederken, birçok engelin yanısıra, bu komplocu zihniyetin ufunetiyle başetmek zorundadır. Yanlış anlaşılmasın: Komplocu zihniyet esas itibarıyla solu hedef aldığı için değil... Komplocu zihniyet, kimi ve neyi hedeflerse hedeflesin, temel sol değerlere yapısı itibarıyla aykırı olduğu için. Moscovici’nin yazısı bu yapıyı ortaya koyuyor. Belki daha güçlü bir biçimde vurgulanması gereken nokta, komplocu zihniyetin, tasniflediği öznelerin ve insanlık durumlarının değiştirilebilirliğine ve toplumsal-beşeri ilişki içinde etkilenebilirliğine kavramsal olarak kapalı oluşudur. Komplocu zihniyet, siyaseti ancak verili güçler arasında bir oyun olarak görür; karşı tarafın kurduğu fesat tertibini bozmaktan öte bir değiştirme-dönüştürme projesi yoktur - veya böyle bir perspektif çok arka planlara düşer. Bu zihniyete göre karşı taraftakiler, haklı görülemeyecek, ama anlaşılabilecek-açıklanabilecek koşullardan ötürü değil, fıtraten kötü oldukları yahut en kaba anlamda maddi çıkarları olduğu veya aldatıldıkları için oradadırlar.
Komplo zihniyetinin yaygınlığının solun önüne çıkardığı zorluk, bu zihniyetin sol içinde kök salmasıyla daha da ağırlaşıyor. Solda komplocu zihniyetin yer etmesinin nedenleri arasında, bu zihniyetin ülkedeki genel yaygınlığını vurgulayabiliriz, evrensel bir neden olarak Moskova Duruşmaları’nın şahikasını oluşturduğu 3. Enternasyonal geleneğini anabiliriz. 3. Enternasyonal döneminin faşizm yorumları, galiba kilit önemdedir: Faşizmi, seferber edebildiği geniş kitlelere nüfuz imkânını baştan gereksiz sayarak iptal eden komplocu yorumlarla “açıklayan” faşizm teorisi, topluma bakışta komplocu zihniyet çekirdeğinin solda zemin bulmasına büyük katkıda bulunmuştur. Siyasal etkileri daha dolaylı bir teorik zaaf olarak, işçi sınıfına ve egemen sınıflara özcü bir anlayışla, sanki bunlar tüm varoluş özellikleri fıtraten belirlenmiş birer kavimmiş gibi bakan ortodoks pozisyonu da hesaba katmak gerekir. Bu anlayış da toplumsal özneleri ajanlara/kuklalara indirgeyen komplocu zihniyet kalıplarının sola taşınmasına epey hizmet etmiştir.
Türkiye solu da bu teorik ve siyasal zaaflarla yeterince (yeterinden fazla) malûldür. Özellikle faşizm sorununa yaklaşımda uluslararası sol hareketle ilgili yukarıda değindiğimiz tutum Türkiye solunun ana akımında epey süre etkili oldu; bu ana akımı izleyen çizgide yeni yeni tartışılır olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de rejime nizam verilmesindeki rolü Kürt meselesi bağlamında gittikçe belirgin hale gelen MGK ve “derin devlet” faktörlerini, analitik ve siyasal kavramlar olmaktan çok, her olayı gizemlileştirmekte veya sol-içi karalamalarda kullanmak, aynı ‘geleneğin’ doğurduğu bir âdet değil mi? Örneğin Aydınlık geleneği, konspirasyon ve komplo teorilerine özel düşkünlüğü ile bu alanda bilhassa anılmalı. Solla Kemalizmi özdeşleştiren gelenek Devlet Aklı’nın komploculuğu ile sol içi komplo bilgisini harmanlayarak zaten bu alanda müstesna bir yer tutuyor. Başka bir örnek olarak, Yalçın Küçük’ün komplocu zihniyeti rafine ve estetize eden üslûbunun geniş bir çevrede uyandırdığı hayranlığa dikkat çekebiliriz.
Evet, Türkiye’de siyasal ve kamusal bir konuşmayı ilerletebilmek için zemini komplo zihniyetinin curufundan temizlemek çoğu kez ek zahmete maloluyor. Komplo zihniyetinin ‘gizil’ etkisi neredeyse üzerine bizatihi bir komplo teorisi kurmaya elverecek kadar kuvvetli. Ancak bu zihniyeti aşmak için harcanması gereken zahmet, asla yüksünülmemesi, kaçınılmaması gereken bir zahmet. Zira Moscovici’nin makalesinin gösterdiği gibi, demokratik ve insanî bir iletişimin önünde büyük engel oluşturan bir zihniyet yapısıyla karşı karşıyayız. Kapımızın önündeki eşik, yani sol yazı ve söz dünyası, temizliğine ilk titizlenecek yer olsa gerek.