Erbakan’ın Libya seyahatinde Kaddafi’nin yaptığı konuşmadan bu yana, “Türkiye’nin itibarı” konusundan başka bir şey konuşmaz olduk. Gerçi bunun az öncesinde Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin Batı nezdindeki itibarının da ne derece olduğunu gösteren zehir zemberek bir karar almıştı. Ayrıca Uluslararası Af Örgütü tarafından “insan hakları”nın çiğnenmesi konusundaki azimli çabalarımızdan dolayı yılın ülkesi seçilmeyi de başardık. Gerçi biz bu Af Örgütü’nün ne menfur bir kuruluş olduğunu devletimiz ve büyük medyamız sayesinde biliyoruz ama, dünya bunu bilmiyor. Ve ne yazık ki, bir ülkenin itibarını da o ülkenin kendisi değil, dünya belirlediğinden ve “dünya” da işte bu Af Örgütü gibi kuruluşların verdiği nota pek itibar ettiğinden, Türkiye’nin itibarının bu yıl tüm dünyada elden ele gezdikten sonra ne hale gelmiş olacağını hep beraber göreceğiz.
Ama biz -özellikle de “bizim adımıza” bu itibar konusu gündeme geldiğinde yeri göğü birbirine katan seçkin kalem erbabımız-, buna da “alışır”ız. Bugüne kadar da böyle gelmedik mi? İtibarımızın hal-i pür melalini apaçık sergileyen, onu bir alt dereceye düşüren her olay karşısında “niçin böyle” diyeceğimiz yerde, itibar düşüklüğümüzü işaret edene kendi aramızda cevaplar yetiştirip bununla teselli olmadık mı?
Peki bu cevapları nereden buluyorduk. Mevcut halimizden değil elbette. Asıl cevaplarımız “siz şimdiki halimize bakmayın, biz geçmişte ne idik biliyor musunuz?” diye başlayan tiradlarımız ile verilegelirdi. Gerçi bu kendisine utanç verici hali hatırlatılınca dedelerinin ne denli zengin ve asil olduğunu sayıp döken birinin tavrına benziyor ama, on yıllardır bu tavırdan şaşmadığımıza göre millî bir kurumumuz gibi demek ki.
Ortada köklü bir gelenek olduğuna göre, tüm medyamızın bu gelenek doğrultusunda “itibarı”mızı savunmak için seferber olduğu bu Ekim ayında, o geleneğin gözde argümanlarını içeren nümunelik yazı olarak, eski kalem erbaplarından birinin, Nazlı Ilıcak’ın Akşam’da çıkan yazısını seçtik. Kendileri vaktiyle Türkiye merkez sağının en büyük ve “itibarlı” gazetesi olan Tercüman’ın patron eşi ve başyazarı idi. Sonra hem gazetesi, hem de servetinin bir bölümü elinden gitti. Şimdi Akşam gibi bir gazetede idame-i hayat etmekte. Dolayısıyla “Türkiye’nin itibarı”nın geleneksel savunulma tarzının olgusal zemini ile kendi hayatı arasında bir hayli rezonans var. O nedenle “Türkiye’nin itibarı”nı savunan geleneksel tavra o tercüman olsun istedik.
Françesko ve
Deli İbrahim
NAZLI ILICAK
Akşam, 8.10.1996
Türkçe’ye “Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri” tabiri boşuna yerleşmedi. Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında, en büyük darbeyi Araplar’dan yedik.
Osmanlı Padişahı, Müslüman Arap halkının desteğini almak umuduyla, cihad-ı mukaddes ilan etti. Ama Araplar, emperyalist Batı’ya karşı Osmanlı Devleti’ni desteklemek yerine, İngiltere ile işbirliği yapıp, bizi arkadan vurmayı tercih etti.
HÜSEYİN’İN HİLAFET PAZARLIĞI
Mekke Şerifi Hüseyin, halifeliğin Osmanlı’dan alınıp kendisine verilmesi için, İngiltere ile pazarlığa oturdu. Şu işe bakın. Bir Hıristiyan ülkenin delaletiyle alınan halifelik sana ne kazandıracak? Ama Şerif Hüseyin’in damarlarında kalleşliğin kanı akıyordu. İngiltere ile yürüttüğü müzakereler sadece halifeliğin kendisine verilmesi düzeyinde kalmadı; Hüseyin, bütün Arap yarımadası ile Suriye ve Irak’ı içine alacak bağımsız bir devlet kurulmasını ve başına da kendisinin geçirilmesini istedi. Lübnan hariç, İngiltere Hüseyin’in isteklerini kabul etti.
“Ava gitme avlanırsın” demişler. Emir Hüseyin de, İngiltere’nin iki yüzlü politikasının ağına düştü. Osmanlı’ya ihanetinin cezasını gördü. Çünkü İngiltere, bir yandan Fransa ile anlaşarak, Ortadoğu’nun bir bölümünü Fransız egemenliğine bıraktı. Bir yandan da, Necd Emiri Abdülaziz İbni Suud ile uzlaşarak, Hüseyin’e vaad edilen toprakların bir kısmı üzerinde onun hakimiyetini tanıdı. (Nitekim bu yüzden, daha sonra İbni Suud ile Hüseyin savaşa tutuştu. Yenik düşen Hüseyin ülkesinden kaçtı)
İngiltere ve Fransa, petrol çıkarlarını düşünerek, Arapları, Suudlu, Iraklı, Suriyeli, Ürdünlü, Faslı, Libyalı, Mısırlı vs. olarak böldü. Bu devletler de, bir türlü aralarında anlaşarak bütünleşemedi. Bütünleşmek ne kelime, birçok konuda birbirleriyle can düşmanı halindeler. Bu durum, Araplar’da bir milli şuurun teşekkül etmediğinin, hâlâ aşiret kafasıyla yaşadıklarının en bariz göstergesidir.
KADDAFİ’NİN KÜSTAHLIĞI
Gelelim Libya’ya. Libya Devleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin aksine, istiklal mücadelesi vererek değil, diğer Arap ülkeleri gibi, Batı’nın delaletiyle ve güdümlü bir şekilde kuruldu. Trablusgarp adını taşıyan Libya, 4 asra yakın bir zaman Osmanlı hakimiyeti altında kaldı. Sonra İtalyan’ların oldu. İtalya İkinci Dünya Harbi’nde yenik düşünce, Batı’nın himmetiyle bağımsızlığına kavuşabildi.
Şimdi bu kıytırık ve tarihi boyunca, esaret altında yaşamış olan ülkenin Başkanı tutuyor Türkiye’ye posta koyuyor.
Sen kimsin? Senin mazin ne? Beni nasıl yargılarsın? Bizans’tan, Malta şövalyelerine, Osmanlı’dan İtalya’ya kadar, asırlarca, bir kucaktan diğerine geçen, kişiliksiz ülkenin kompleksli başkanı darbeci Albay Kaddafi. Bu ne biçim konuşma?
Osmanlı’yı övüyor, cumhuriyet yönetimini yeriyor. Senin o beğenmediğin cumhuriyet, şehit kanıyla yoğrulan Anadolu topraklarında, çetin bir mücadelenin sonunda kuruldu. Türkler, düvel-i muazzama denilen en büyük dünya devletlerini yendi. Senin o kıytırık Araplar’ın ise, önce Osmanlı’ya ihanet ederek, İsrail’in kurulmasına yol açtılar; sonra da peşpeşe giriştikleri savaşta, hepsi bir olmasına rağmen, küçücük İsrail’e hep yenildiler. Pabuçlarını bırakarak, arkalarına bakmadan kaçtılar.
TEVAZUYA GEREK YOK
Yıllarca efendiliğimizden ve asaletimizden, siz Araplar’ın bu korkaklığını, beceriksizliğini yüzünüze vurmadık.
Biz Batı ile kendi menfaatlerimiz doğrultusunda anlaşırız; sizin gibi bir aşağılık duygusuna kapılmayız. Çünkü, biz bu devleti sizler gibi, onların eteklerinin altında dolaşarak elde etmedik. Savaştık ve vatanımızı şehit kanlarıyla kazandık.
Libya’yı koca bir Türkiye Cumhuriyeti’yle aynı ayar görmek aşırı tevazu olur. Kanuni Sultan Süleyman’ın, Fransa Kralı François’e yazdığı mektupta kullandığı üslup, Kaddafi’ye hitap etmek için yeterli addedilmeliydi.
“Ben ki, sultan-ı selatin ve bunhan-ül havakin, tac bahş-ı hüsrevan ruy-u zemin, zillullah-ı fil arzeyn, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un... feth eylediğim için diyarın sultanı ve padişahı, Sultan Beyazıt Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım... Sen ki, Françe vilayetinin kralı Françesko’sun.”
Ama maalesef, bu son gezide, Kaddafi, Süleyman Han, bizim başbakan da “Françesko” gibiydi.
Doğrusu hiç yakışmadı.
Diyelim ki, Kaddafi üstünlük kompleksine kapılmış bir meczup. Erbakan’ın onu, yerine oturtması gerekmez miydi?
Libya ile imzalanan anlaşma zevahiri kurtarmaya yetmeyecektir. Afrika gezisinin Françeskosu’na teessüflerimi sunarım. Kaddafi ise Sultan Süleyman Han değil, mutlaka bizim tarihimizden bir benzetme yapılacaksa, ancak Deli İbrahim olabilir.