Acaba evlerde biz, fırın bulabiliyor muyduk? (…) Arabası olmayan evlerde şu anda bir araba değil, bazı evlerde bakıyorsunuz iki tane araba var. Buralara geldik. Bunları nasıl görmezlikten geliyor?
Recep Tayyip Erdoğan, 2018 yılında bir radyo/televizyon ortak yayınında bu sözleri sarf etmeden evvel koltuğunda hafifçe kaykılmış, karşısındaki sunucunun ricasıyla vatandaşın kendisine yöneltmiş olduğu birtakım eleştirilerden oluşan bir ses kaydını dinliyordu. Uzun zamandır “çanak dışı” soru almadığını düşünürsek, son yıllarda canlı yayında eleştiriye maruz kaldığı ender anlardan biri olmasıyla özel, hatta eşsiz bir andı bu. Ekonomiden eğitime her tür itirazın sıralandığı bu kaydın henüz ilk saniyelerinde Erdoğan’ın yüzüne -bir daha silinmeyecek- bir memnuniyetsizlik yerleşti. Eleştiriler sıralandıkça sabırsızlık ve can sıkıntısı arttı. Sağlıktan bahsedilince kolları “şunun ettiği lafa bak” der gibi kalktı ve yılgınlıkla kenarlara düştü. Kayıt biter bitmez ağzından yukarıdaki sözler -sonuna isyankâr bir "el insaf" da eklenerek- döküldü.
***
Makarayı sancılı “kuruluş yıllarına" saralım. Birbirine zıt ufuklara göz dikmiş, çok farklı devir ve zihniyetin adamları olan Erdoğan ve Atatürk’ün kesiştiği ender noktalardan biri, nankörlük meselesi. 1924 yılında TBMM’de eski silah arkadaşlarının Halk Fırkası’ndan koparak oluşturdukları muhalif Terakkiperver Fırka’yla ilgili İngiliz bir gazeteciye demeç verirken Atatürk’ün "durdurulamayan bir gazap seline” kapıldığı anlatılır.
Gazi tam anlamıyla çılgına dönmüştü; her şeyi ona borçlu oldukları halde, kendisine karşı nankör ve ülkelerine karşı vatan haini olarak nitelediği muhalefet üyelerinin isimlerini tek tek sayarken yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Röportajda hem takdimci hem de çevirmenlik görevini üstlenmiş olan mebus, söze birkaç kere karışmak ve "sakin olun Gazi Paşa, bu kadar ihtiyatsız olmayın” demek zorunda kalmasına karşın, bu gazap selini hiçbir şey durduramazdı.[1]
***
Her şeyi kendisine borçlu olanların “minnetsizliği”, nankörlük -ekmek tanımazlık- otoriter siyasetçinin en çok uğradığını düşündüğü bir haksızlık türü olarak, vefasızlığın ağabeyi, hainliğin kardeşi sayılabilir. Himaye edenle avuçlarını açıp bekleyen arasındaki sıcak abi-kardeş ilişkisinin bozulduğu, kardeşin ebedi minnet hissiyatının aşındığı, şu veya bu sebeple içinde bulunduğu edilgen ("besleme") konumundan rahatsızlık duyarak kıpırdandığı, ağabeyin ördüğü kozayı kırma çabasına girdiği o anda ortaya çıkar ilk nankörlük “belirtileri". “Artık” sözcüğü kardeşin zihninin bir köşesinde tedavüle girer sessizce. "Verdiği tüm hizmetlere rağmen, artık”… Bir fısıltı olarak ağızdan çıkıveren cümlenin sonu henüz tamamlanamayan, manidar bir suskunluğa açılır. Yaşlanan, yorgun düşen, denge ve muhakemesini yitirmekte olan ağabey geçmişe düştüğünü hisseder, kardeşinin artık kendisinin ağabey rolünde olmadığı bir geleceğe doğru ürkekçe emeklediğini fark eder. Evini beyaz eşyalarına kadar döşediği o dünün çocuğu sesini ilk kez -saygıda kusur etmeden- yükseltir. "Artık yoruldun (mu acaba?)". Bu homurtuda, ağabeyin de sezdiği zımni bir teklif yatıyordur şüphesiz “Tek başına kaldıramıyorsun, ben de bir ucundan tutayım artık”. Teklif samimidir fakat bir yönüyle "inkılapçı”dır da, alışıldık alt-üst ilişkisini tersyüz etme potansiyeli barındırır. Aile içinden gelen bu temkinli mırıltılar, dışarıdan gelen en şedit tehdit ve darbelerden daha yıkıcı bir etki yapar, liderin kalınlaşmış derisine değil, ruhunun derinliklerine siniverir. Teklif tabii olarak reddedilir ve belki de ilk kez kardeşin "iyi niyeti” sorguya çekilir, müesses nizam içindeki yeri hatırlatılır (2013’teki bir mitingde yapılan münferit bir itiraza cevaben ifade edildiği şekliyle: "nankörlük etme, otur otur").
Kardeş susup oturur oturmasına, fakat bir dizi rahat durmaz, huzursuzca sallanır. Halen kırıntıları yenen bir asr-ı saadetin ve büyüklük hukukunun hatırına saygıda kusur etmeyecektir fakat sevgisi ve hayranlığı aşınmış, bakışları pırıltısını kaybetmiştir -bir yerlerde bir şeyler kopmuştur artık. Zemini titretse de gözle görünmeyen bu nankörlük kıpırtısı karşısında ağabeyin hissettiği ilk ve en baskın duygu infial olur ("el insaf”). Kardeşi “oturduğu yere oturtmak” için sertleşir, sınırlarını ve sinirlerini zorlar, fakat kardeş kazanamayacağı güreşi tutmaz, dizini titreterek somurtmakla yetinir. Edebiyle, “büyüğünün” sahneden inmesini bekler. Kendine ve seyirciye daha fazla zarar vermeden kulise çekilmeli, oyunu tadında bırakmalıdır artık.[2]
Damgasını vuramayacağı, kenardan ve kimbilir hangi koşullarda izleyeceği bir geleceğin yaklaşmakta olduğunu sezen ağabey, nankörlük musibetinin hangi şekilde tecessüm edeceğini en iyi bilenlerdendir -Erbakan’ın solgun hatırası eskimiş gömleğiyle kutlu yolun kenarında belirip durur. Müttefiki Bahçeli, Akşener’in "ihanetine” uğramış, kendisi zamanında ekonominin dümenini emanet ettiği bakanının hücumlarını bertaraf etmekle meşguldür ("yahu sen bakansın, atılan bir adımda başbakanın onayı olmadan sen o adımı atabilir misin? Şimdi nasıl oluyor da, sanki o işleri ben, ben ben…”). İsyan bayrağını çeken eski başbakanının "nereden nereye nasıl geldiği malumdur”. Fethullahçılar teröristliğe terfi ettirilemeden bir süre ihtiyaten nankör statüsünde tutulmuşlardır (meşhur “ne istediniz de vermedik” nankörlüğü). Saçını hizmete süpürge eden liderin televizyonlarda kandırıldığını söylemesi bir cürmün veya zaafiyetin itirafı değil, çiğnenen hüsnüniyetinin, uğradığı haksızlığın en “samimi” bir ifadesidir aslında. Belki de en büyük kusuru olan iyi niyetinin kurbanı olmuştur.
Nankörlük ithamı, kendi nefsi ve vicdanıyla hesaplaşmaktan aciz kişi ve toplumların yükselen "memnuniyetsizliğe” bir karşı taarruzudur. İtiraz, iftirayla bastırılır. Erdoğan, masanın altından huzursuzca dizini sallayan kitlelerin gönüllerini buzdolaplarını yenileyerek kazanma kudretini kaybedince, karnını doyuramadığı kardeşlerinin "nankörleşmesini” engellemek için manevi cephanesini (Ayasofya, kadın ve aile kurumu tartışmaları, hilafet, kâinatın tüm dış güçleriyle itişme vb.) harcamaya koyulur -müreffeh değilse de Türkiye, “müfettih”tir- hiç yoksa. Seçmen geçmiş hukukun, “bu yollar ve köprülerin” hatırına ahde vefaya, yoksul mümin sabra davet edilir. Başka bir partiyle göz göze gelirse bakışlarını kaçırması, derin bir suçluluk ve hicap duyması beklenir.
Dönem dönem kendi siyasi kadrolarının “nankörlüğüne” uğrayan Erdoğan, en çetin mücadelesini omuzlarında göklere yükseldiği milletinin olası kadirbilmezliğine karşı yürütecektir. Gözü yakın zamana kadar O’ndan başkasını görmeyen kitlelerin eli başka siyasilerin eline değebilecek midir? Sırtlarında nimetten külfete dönen Erdoğan’ı sabırsızlık ve yorgunluktan titreyen dizlerinde taşımayı sürdürecekler midir? Siyasi ömrü bin bir mağduriyet, haksızlık ve aldanma öyküsüyle örülmüş Erdoğan’ın yaklaşan nankörlük tufanını göğüsleyecek takatı kalmış mıdır?
[1] Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 91.
[2] “Abi-kardeş” çekişmesine Tayyip Erdoğan’ın her mitingine başlarken kullandığı “kardeşlerim” tabirinden ilham alarak yaslanıyorum. Tabanla tavan arasındaki ilişki, hiç şüphesiz “baba-oğul” gerilimi üzerinden de anlatılabilirdi -Mustafa Kemal’in (kendi yaşıtları da dahil olmak üzere) yakınlarına sık sık “çocuk” diye hitap ettiğini not düşelim.