O sıralarda, saldırıda yaralananların yakınları…
“Eğer oğluma bir şey olduysa, yıkarım bu memleketi… Koltuklarında oturamayacaklar.”
“Hepinizin iktidarı yerin dibine batsın. … Hiçbiri, o genç kızın hayatı etmez. Dininizde, faşistiniz de, paranız da, ırkınız da, iktidarınız da, başkanlığınız da bir genç kız hayatı etmez.”
Sonra bir haber…
“Bu adam kim? Olay yerindeki bir şahsın ‘Dininiz de yerin dibine batsın’ ifadeleri duyarlı Müslümanlar tarafından tepkiyle karşılandı. Sosyal medyada devlet yetkililerine, 'bu kişinin gerçekten bir yaralı yakını mı yoksa yönlendirilmiş biri mi olduğunun tespit edilmesi' çağrısı yapıldı.”
***
Aslında herkes ucundan kıyısından birbirini tanıdı. Bilindik tepkiler, öngörülebilir etiketlemeler/hakaretler, her olaydan sonra kimin ne söyleyeceğine dair kanaatler yerleşikleşti. Bu haliyle büyük bir kasabayı andırıyoruz. Herkes birbirini tanıyor. En azından aşinalık var. Peki aşinalık, toplumu toplum yaptığı düşünülen bir etik-politik değer olabilir mi?
“Türkiye bir toplum mu?” diye, sevinçte ve üzüntüde tüm bir toplumun ortak hareket edebileceğini varsayan soru, genellikle bu tip “acı” olaylardan sonra veya “vicdanları dağlayan” bir dizi hadiseden sonra sorulur. Yanılmıyorsam en son, Necmi Erdoğan toplumu bir arada tutan şeyin “suç ortaklığı” olduğunu yazmıştı.[2]
Patlama sonrası, suçluların ortaya çıkarılması talebinin dahi “teröre” bir nevi destek olduğunun düşünülmesi, sorumlu birilerinin bu olaydaki herhangi bir zafiyetten dolayı görevini bırakması gerektiğinin dillendirilmesi hainlik/vatana ihanet sayılıyor. Koro halinde, bize söylenildiği ölçülerin dışına taşırmadan, olan bitenleri kınamakla yetinmemiz bekleniyor. Bu politik yönelim, iktidarı kullanmak üzere yetkilendirilenlerin, bizler adına ancak bizlere rağmen iktidarı ipoteklediği, “iktidarsız bir topluluğu” temel alıyor; hatta bu tip bir topluluğa muhtaç. İktidarsız topluluk, yalnızca muhaliflerden de oluşmuyor. İktidar partisini destekleyenlerin, herhangi bir biçimde, iktidarın herhangi bir uygulamasını eleştirdiğinde maruz kalacağı muameleyi tahmin etmek güç değil. Öyle ya da böyle iktidar ile bağı kopmuş gazeteci, köşe yazarı, siyasetçi, sanatçının akıbeti herkesin malumu. O halde iktidarsız topluluk suç ortaklığı dışında bir seçeneği olmayan bir “birim”i ima ediyor ve hakim politik değer yargıları tarafından yapılandırılan kaderciliğe teslim oluyor.
Bu durumda kendi sözümüzü, kendi politik repertuvarımızı oluşturamıyoruz. Sanki sesimizin çık(a)madığı bir karabasanın içindeyiz. İlk paragraftaki kakofoniden seçim yapmamız bekleniyor. O çerçevenin dışında konuşanlar “kim bu adam!” oluyor veya sesi duyulmuyor…
Sözün hükmünün geçerliliğini ha yitirdiği ha yitireceği bir güvenlikçi/ıslah edici paradigmaya sıkışmış vaziyetteyiz.
Savaş jargonunu benimsemeye her an hazır ve nazır kitleyi dışarıda bırakalım… İnsanların gündelik hayatlarını kâbusa çeviren, korku ve dehşet duygusunu normalleştiren ve düşünme yetisini korkunun hakimiyetine terk ettiren şiddet eylemlerinin sonucu da toplumun “iktidarsızlığını” pekiştiriyor, toplumu ebedi ergenliğe mahkûm ediyor. 13 Mart katliamının ertesinde Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği'nden (TODAP) Psikolog Özge Yılmaz BirGün gazetesine şöyle diyor:
“Toplumsal hayatın bu risk ve korkular çerçevesinde şekillenmesi insanları zulüm ve vahşet karşısında güçlü kılan ve öznelik durumunu yeniden inşa etmelerini sağlayan eylemlerden, sokaktan ve direniş çabasından uzaklaştıran bir boyut da taşıyor. Süreci politik olarak da psikolojik olarak da okuduğumuzda görmemiz gereken en önemli noktanın bu olduğunu düşünüyorum”[3] (vurgular bana ait).
Neticede iktidarsız topluluk, “toplum” olamıyor; çünkü toplumu toplum yapacağı düşünülen asgari merkezî “etik-politik” değerler, inisiyatif alabilen aktörlerce, meseleleri toplumsallaştırabilen ve kamusallaştırabilen bir söylemle koyulaştırılabilir. Bu söylemin toplumsallaşabilmesi ise, toplumsallaşma bizzat bir “toplumsallığı” varsaydığından, iktidar talep eden kurucu (tabi olmayan) bir iradi (organik değil) aktöre bağlıdır. Bu aktörün iktidarı klasik bir iktidar tanımını, yani örneğin “iktidara gelmeyi” ima etmez; söz söyleme ehliyetini kurumsallaşmış iktidara terk etmeyen, bu ehliyetin meşruluğunu ise kamusallığından ve bir yurttaşlık etiğinden alan iktidarı ima eder. İktidarsız topluluğun karşıtı olarak görülebilecek bu aktörün ise (toplum?) şiddet tarafından çevrelenmiş, sınırlanmış ve “terörize” edilmiş bir zeminde var olamayacağı açıktır. Korku ve şok ile birlikte güvenlik istenci yaratan bu türden şiddet eylemlerinin güvenlikçi/ıslahçı program ile tahkim edildiği bir zeminden “özlenilen/arzu edilen” bir toplum perspektifi bir yana ancak iktidarsız topluluğun ham maddesi olan felç olmuş bir “kamusallık” doğabilir ki bu da günümüzdeki tıkanmışlığın hem nedeni hem de sonucudur.
[1] Yazım yanlışları, Twitter’da bu mesajı paylaşabilen “saygıdeğer” hanımefendiye aittir.
[2] “Türkiye bir toplum mu?”, BirGün Fikir, 18 Ekim 2015. http://www.birgun.net/haber-detay/turkiye-bir-toplum-mu-92688.html
[3] “Korku sokaktan uzaklaştırıyor”, BirGün, 15 Mart 2016. http://www.birgun.net/haber-detay/korku-sokaktan-uzaklastiriyor-106320.html