Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun yetmişbeşinci yılına meşrûiyet krizi ve kültürel kimlik tartışmaları ile giriyor. Demokratik yaşamın ve kültürün ol(gunlaş)madığı ülkemizde yaşanan hızlı değişim süreci ve baskıcı olağanüstü dönemler son ikiyüz yıldır süregelen kimlik arayışlarını bir kimlik bunalımına dönüştürmüştür. Türkiye, bütün birlik-beraberlik söylemlerine rağmen, kaynaşmış ve bütünleşmiş bir toplum olma özelliğinden uzaktır ve Osmanlı’dan devraldığı miras ile birlikte kurulduğu günden bugüne kadar bir meşrûiyet ve kültürel kimlik krizi ile karşı karşıyadır.[1]
Bugün karşı karşıya olduğumuz politika ve ideolojik/kültürel kutuplaşma ve gerilimlerin temelinde Türkiye’nin nasıl bir toplum olacağı ve de özellikle bunun yolu kavgası yatmaktadır. İnsanların yaşama biçiminin gündelik yaşamları içerisinde öğrenildiği, haklılaştırıldığı, aktarıldığı ve yaşandığı gözönünde bulundurularak, öne çıkan ‘yaşama biçimi’ sorununu, gündelik yaşamın kültürü (popüler kültür) bağlamında ele almak, kültürel işleyişi ve kültürel kimlik sorununu daha sağlıklı değerlendirmenizin önünü açabilir. Geçmiş ve bugün hakkında sahici bir bilgi sahibi olmanın gündelik yaşam analizi yapılmaksızın mümkün olamayacağı hatırda tutulmalıdır.
Bir redd-i miras ve bellek yitimi ile açılan Cumhuriyet’in[2] resmî kültür politikalarında egemen anlayış, Batılılaşma ekseninde bir modernleşme ve kalkınma projesi olup, ulusal/laik kimliği topluma benimsetmek yolunda belirgin bir politikadır.[3] Cumhuriyet’in ilk döneminde eğiticilik/aydınlatıcılık işlevine verilen büyük önem ve yeni Türk Cumhuriyeti’nde bir üst kültürün devlet tarafından teşvik edilerek gelişiminde önemli olan 1930’lu yıllarda iktidar, meşrûiyet krizine yanıt verebilmek için üretmiş olduğu ideolojiyi kültürel düzeyde biçimlendirmeye çalışmıştır. Batılılaşma ekseninde bir modernizmi jakoben bir tarzda yaymayı öngören bu modernlik formülasyonu ile beraber yeni bir dil, kültür ve tarih de yaratmaya çalışan bu kültürel ideolojinin geleneği yeniden biçimlendirmeye çalışan geçmiş tanımı, Anadolu uygarlıklarını da kapsayacak bir biçimde Türklük geçmişine dayandırmaya çalıştığını söyleyebiliriz.[4] İlerici/halkçı bir söylemin egemen olduğu bu dönemde popüler basında aydınlatmacı/didaktik yönleri ağır basan edebiyat ve sanat ürünleri önemli ve etkin bir biçimde yer alırken, devlet kontrolü altında var olabilen popüler kültür ürünleri de resmî ideolojinin araçları olmuşlardır.[5] Geçmişten devralınan mirasın reddedilerek farklı bir gelenek yaratma çabasının belirginleştiği Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında ulusal/laik kimliği esas alan homojen bir yapı oluşturulmaya çalışılırken, heterojenliğin üzerine de ödünsüz bir biçimde gidilerek ortak bir Türk kimliği ve yurttaşlık ekseninde bir siyasal kültür oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu ilk dönemi rejimi oturtma ve savunma dönemi olarak değerlendirebiliriz.
Bu dönemdeki Batılılaşma ekseninde modernleşme çabalarında toplumun siyasal örgütlenmesine izin verilmemiş, katılım ve demokrasi bu süreçten dışlanarak otoriter ve seçkinci yöntemler uygulamaya konulmuştur. Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında “geçmişle bugün arasında bir köprü kuran demokratik bir kültür devrimi” gerçekleşmemiş, bunun aksine, Cumhuriyet öncesi tarihi, toplumun bilincinden silen ve belleksizleşmeye yol açan köklü bir geçmişten kopuş, ciddi bir kültürel boşluk yaratacak biçimde, gerçekleştirilmiştir.[6] Cumhuriyet’in kendi rejimini oturtmaya ve savunmaya çalıştığı ve bu yüzden de ihtiyaç duyduğu insan tipini tepeden inmeci yöntemlerle ve tektipçi dayatmacılıkla oluşturmaya çalıştığı bu dönem, bir yönden kültürel kısırlığa ve yoksullaşmaya, öte yandan da belleksizleşmeye ve yabancılaşmaya yol açmıştır. Batılılaşma eksenindeki Türk modernleşme sürecinde, bu dayatmacı modernleşme süreci doğal olarak bir direnişle karşılaşmış, Habermas’ın korumacı tepki (defensive reaction) dediği türden geleneklere daha azimle sarılan Türk köylüsü ve geleneksel küçük burjuvazi ile bu projenin önderleri olan askerî ve sivil bürokrasi arasında bir kutuplaşma başlamıştır.[7]
1950 seçimlerinde halk siyasal tercihi ile modernist müdahaleleri üreten bürokratik seçkinleri yenilgiye uğratmış ve 1950’li yıllarda ilk dönem politikaları yerine sentezci kültürel tarzlar ortaya çıkmıştır. Batılı eksende Türk modernleşmesi projesine karşı üretilen geleneksel-muhafazakâr toplumsal/siyasal projeler ‘geleneğin modernizasyonu’ biçiminde de ele alınabilir. Ünsal Oskay’ın “Alaturka Ritüel’e dönüş” dediği bu yıllarda kent nüfusundaki artış ve sanayileşme birlikte Türkiye’deki feodal yapı da hızla çözülmeye başlamış, iç göçün yoğunluğu ile birlikte devletçi döneme ait perhizci ve korporatist kapitalist ideoloji yerine, bireyci ve hazcı bir tüketim ideolojisi ikame edilmeye çalışılmıştır.[8] Siyasal ve kültürel bir demokratikleşme çabasını asla içermeyen ekonomik liberalleşme ve dünyaya açılma politikaları ile birlikte kitle basını ortaya çıkmış ve bir kısmı ithal yeni popüler/kültürel biçimlerin ortaya çıktığı bu dönemde, ilk dönemin eğitici/aydınlatıcı işlevleri terk edilerek, kültür hızla magazinleşmiş, görselleşmiş ve oyunlaştırılmıştır. İlk askerî müdahaleye kadar uzanan bu süreç genel olarak popülizm ve bürokratik reformizm arasında bir mücadele olarak ele alınsa da, bu mücadele, daha geniş bir bakış açısıyla Osmanlı’dan beri Türk siyasetinin iki ana eksenini oluşturan iki modernleşme projesi (Batılılaşma ekseninde modernizasyon ve geleneğin modernizasyonu) arasındaki gerilim olarak ele alınmalıdır. Her ikisi de kapitalist bir hegemonya projesi olan bu iki temel yaklaşımın, siyasal ve iktisadî model olarak tercihlerinde tartışmaların öze değil, biçime ilişkin olduğu savı öne sürülebilir. Hegemonya savaşını bu iki ana eğilimin ekseninde geleneksel-modern, laik-dinsel ekseninde yaşayan ülkemiz de ideolojik baskı ve savunmacı tepkiler siyasal mücadelenin asıl faaliyet alanını oluşturmuştur. Cumhuriyet’in ilk döneminin geçmişten kopuşla birlikte getirdiği belleksizleşme ve kültürel yoksulluk olgusu, gelenekle kurulmak istenen bağın da, çoğu asılsız bir şanlı geçmiş mitosundan öte, sağlıklı bir sentez oluşumuna katkıda bulunabilecek bir tarih bilinci edinmeyi mümkün kılmadığı söylenebilir. Böylesi bir toplumsal/kültürel ortamda geleneğe sarılma ve geleneğe dönüş yolundaki eğilimler geleneğin farklı-modern tarzda algılanmasına yol açmış ve bastırılmış ve kenara itilmiş olanın geri dönüşü bir öze dönüş hamlesi değil, geleneğin yeniden icat edilmesi gibi bir olguyu beslemiştir. Farklı süreçlere eklemlenebilen gelenekselci akımların geleneğe bakışı tümlüklü bir bakış açısından oluşmamıştır.
Çünkü, Cumhuriyet’in yaratmış olduğu kültürel kopuş ve redd-i miras anlayışı, bu mirasa sahip çıkmak isteyen söylemlerin de bu kültürel miras ile ilişki kurmasını engellemiştir. Kendi geleneğinden beslenerek modern bir tarz ortaya koymak isteyen kitlelerin bu taleplerine karşı üretilen kültürel ürünler sahici bir geleneğin yokluğunda yeni bir kültür yaratma ve sağlıklı bir sentez oluşturma çabaları da başarısız olmuş, bu tablo bir yandan bir kitle ve tüketim toplumu olmanın zeminini hazırlamış ve popüler kültür ve kitle kültürünün serpilmesine uygun bir iklim oluşturmuş, öte yandan muhafazakâr ve otoriter eğilimlerin güç kazanmasına yol açmıştır. Cumhuriyet’in kültür politikalarının yaratmış olduğu geçmişten kopuş ve bu kopuştan sonra ortaya çıkan popüler kültür ürünlerinin gündelik olan karakteri karşılıklı olarak belleksizleşme olgusunu beslemişlerdir.
1960’lı yıllarda yoğun iç göçle birlikte artan talebe yanıt veren sinema ve plak sanayi ile birlikte eğlence endüstrisi ile tanışan kitleler, 1970’li yıllarda ‘popülizm’ ekseninde buluşan keskin kamplaşma, kaos ve rejimin hegemonya krizi döneminde televizyonla birlikte giderek eğlence endüstrisinin etkinlik alanına girmeye başlamıştır. Ekonomik ve kültürel yetersizlikler nedeniyle pop ve folk kültür alanında kendini ifade etmeye çalışan geniş kitlelere arabesk müzikten, pornografiye; Yeşilçam melodramlarından, televizyon dizilerine kadar geniş bir yelpaze içerisinde seçenekler sunularak onların bu taleplerini karşılama yoluna giden eğlence endüstrisi etkinlik alanını genişletirken, radikal sağ ve sol akımların da hızla tırmandığı 1970’lerde derinleşen organik hegemonya krizi ülkeyi 1980 yılına getirmiştir.
Türkiye 1980’li yıllarda bir ideolojik yenileşme ve siyasal yeniden yapılanma dönemi yaşamıştır. Hegemonya ve siyasetin bu yeniden yapılanma süreci 1970’lerin hegemonya krizine bir cevap niteliği taşımaktadır ve bu yeniden yapılanma süreci yeni bir ideolojik söylem aracılığı ile meşrûlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan neo-liberal ideolojik söylemin moral değerleri ve kültürel normları dönüştürmekte başarılı olduğunu kabul etmek gerekir.[9] 12 Eylül’ün getirmiş olduğu olağanüstü baskıcı ortam ve depolitizasyon sürecinin böylesi bir hegemonya projesinin uygulanabilmesi için çok uygun bir toplumsal/kültürel ortam yarattığı, 1980’li yıllarda reel sosyalizmin çözülmesinin de bu yeni ortama önemli oranda katkı yaptığını öne sürebiliriz. 1970’li yıllarda eğlence endüstrisinin egemenliği altına girmeye başlayan kitleler, 1980’li yılların baskıcı ortamında tüketim toplumu değerleri ve yaşama biçimi ile birlikte renkli TV ve video ile de tanışmış, 1990’lara gelindiğinde ise ticari televizyonların yaygınlaşması ile birlikte giderek eğlence endüstrisine eklemlenmiştir. Bu döneme egemen olan kişisel refah ve güvenlik kaygıları ve artan tüketim talebi ile birlikte, giderek eğlence endüstrisinin ve büyük sermayenin egemenliği altına giren kitle iletişim araçları da tüketim ideolojisinin yaygınlaşmasına hizmet etmiştir.
1950 ve özellikle de 1980 sonrası artan bireycilik eğilimleri, tektipçi kültürel standartlaşma çabaları ve geçmişten kopuşun yarattığı kültürel yoksulluğun neden olduğu estetik ve moral düzeydeki yoksulluk ile birlikte ele alındığında kitle ve tüketim kültürünün birlikte zuhur eylemesini kolaylaştıran bir toplumsal/kültürel ortam yaratmıştır. Cumhuriyet’in resmî kültür politikaları da, popüler kültür ve kitle kültürü ürünleri de belleksizleşmeyi beslemekte birleşmektedir.
Türkiye’nin siyasal kültüründe hâkim olan elitist ve baskıcı yöntemler toplumun kendiliğinden evrilmesine izin vermemiş ve gelişme yönü hep yukarıdan müdahaleler ile belirlenmeye çalışılan toplumumuzda kitlelerin gerçek anlamda siyaset ile ilgilenmesine hiçbir zaman izin verilmemiştir. Türk modernleşme sürecinde herkesin büyük önem verdiği eğitim yeni kuşakları düşüncelerini öne sürmekten ve tartışmaktan alıkoyan bir çerçevede oluşturulduğundan, olumlu demografik faktörlere rağmen, Türk toplumu bilinçli bir okur kitlesi yetiştirememiştir. ‘Kitap uygarlığından geçmemiş’, dolayısıyla yazılı bir kültür geleneği olmayan Türk toplumu, Cumhuriyet’in geçmişten kopuşla birlikte yarattığı belleksizleşme sonucunda sahici bir tarih bilinci edinmekten alıkonmuş, tarih anlayışı öykünmeci, mistifiye edici ya da inkâra yönelik mitolojik anlamlandırmalar içinde kalmıştır. Yazılı kültür geleneğini eğitimin ve toplumsal gerilimlerin yarattığı baskıcı içerikler nedeniyle geliştiremeyen Türk toplumu 1990’lı yıllarda medya yapılarındaki son dönüşümlerle birlikte adeta o çok alışkın olduğu sözlü kültüre geri dönmüştür. Bu kültürel iklim, eğlence ve bilinç endüstrisinin anlık olanı vurgulayan ve bilincimizi geliştirmeyi değil, mitolojik anlamlandırmalar içinde tutmayı önceleyen tarzı ve büyük sermayenin kültür pazarında artan tahakkümü ile birleştiğinde, bu akışa kapılan ve destek verenlerin de, tepki duyanların da sahici bir bilinç ediniminde güçlüklerle karşı karşıya olduğu görülebilir. Karşılıklı olarak toplumsal hafızamızı dumura uğratan bu akımların etkisi altında siyasal/kültür ve bilincin güdük kalması doğaldır.
Resmî kültür adı altında değerlendirilen Batılılaşma eksenindeki modernleşme projesinin otoriter ve tektipçiliğinin yaratmış olduğu gerilim, ona alternatif olarak sunulan modernleşme projelerinin de birer ‘resmî kültür’ adayı olarak konumlanmasına yol açarak, resmî ideolojiyi bir yandan sivil toplum içerisinden üretmeye çalışan, öte yandan da devleti ele geçirmeye çalışan hareketler olmasına yol açmıştır. Resmî kültüre karşı olarak ortaya çıkan popüler kültür(ler)in yansıttığı muhalif içerik ve direniş, yakınmacı, uzlaşmacı ve reformist bir söyleme sahiptir. Toplumsal işbölümünü ve hâkim değerleri sorgulamaya yanaşmayan popüler kültür ürünleri ve resmî kültür arasında derin bir uzlaşmazlıktan daha çok bir devamlılıktan söz edilebilir. Devletin artık yalnızca kaba bir yöntemle tutunamayacağının bilincinde olanlar, resmî kültürün egemen ideoloji olamamasından da yola çıkarak bir kapitalist hegemonya projesini popülist renklerle inşâ etmeye koyulmuşlardır. Aldanımcı ve yatıştırıcı ögelere sahip kültürel ürünlerle desteklenen bu yeni hegemonya projesi, sistemin bekasından yana politikalar geliştirse de yine resmî ideolojinin tektipçi dayatmacılığının hışmından kurtulmayı başaramamıştır. Popüler kültür ürünlerinin sistemden yana olumlayıcı bir kültür olarak iş görmesine rağmen, hegemonyayı hâlâ baskıcı ve kaba yöntemlerle sağlamaya çalışan devlet, sisteme eklemlenemez ögeler içermeyen yaklaşımları da sistem içine almakta tereddüt ederek, hegemonya krizinin çözülmesine değil, tırmanmasına yol açmaktadır.
Bu kimlik krizinin tarafları dikkate alındığında krizin yapay olduğu görülebilir. Türkiye’de politik farklılaşmaların gerilim noktalarını, ekonomik ve siyasî model arayışları değil, kültürel zıtlıklar oluşturmaktadır. Türkiye’nin kendine özgü yol, kültür ve kimlik arayışında neredeyse tüm politik grupların ve kültürel kümelerin çoksesliliği ve demokratik kültürü atlayan otoriter, dar ve standartlaştırıcı anlayışları ise bu grupların hepsi sistemin devamından yana olsa da aralarında uzlaşıyı mümkün kılmamaktadır. Bu gerilim noktalarında yapay kimlikler ve özdeşleşmeler yaratan popüler kültürel ürünler aslında sisteme yabancılaşmayı önleyerek, onun etkinlikle işleyişine katkıda bulunmaktadır. Bu yapay gerilimlerin ve imgeler savaşının yarattığı bulanık ortam ise kitlelerin gerçek durumunu algılamasının önüne geçmektedir. Birbiriyle benzeşen ama birleşmeyen politik/ideolojik gruplar arasındaki gerilim giderilememekteyken kitle iletişim araçları olumlayıcı bir kültür olarak sistemin meşrûiyetinden yana çalışmakta, siyasal körelmeye ve otorite bağımlılığına yol açmaktadır. Süregelen meşrûiyet krizi ve kültürel kimlik arayışlarının ortaya çıkardığı tablo sistemin kendini yeniden üretme konusundaki başarısızlığını ortaya koymaktadır.
Egemen ideoloji kapitalizmin tartışma konusu olmaktan çıkarılıp, tartışmaların ve gerilimlerin sistemi yeniden üretme mekanizmaları üzerindeki yol üzerinde düğümlendiği bu kültürel/toplumsal ortamdaki kutuplaşmalar hegemonyanın hâlâ baskıcı ve kaba yöntemlerle ve devlet aygıtının ele geçirilmesi ile sağlanmasını öncelemektedir. Hepsi sistemin devamından yana olan resmî kültür(ler) ve popüler kültür(ler) arasındaki kutuplaşmaların ortaya çıkardığı meşrûiyet krizi, yarattığı baskıcı ortam ve yapay gündem maddeleri ile toplumu bir yanılsama içerisinde tutsa da, bu tablo özgürlükçü ve eşitlikçi toplumsal ve kültürel projeler geliştirme ihtiyacını ve bu projelerin topluma radikal bir biçimde dönüştürmeye yönelik şansını zayıflatmamakta; aksine artırmaktadır. Popüler kültür(ler) ve resmî kültür(ler) arasında sağlanamayan uzlaşı süren gerilim ortamında Türk siyasetinin iki ana eksenine karşı toplumsal formasyonun özgürlükçü ve eşitlikçi bir çizgide köklü bir şekilde değiştirilmesine yönelik bir projenin bu iki projenin, alternatifi olarak gündeme gelmesi ve güç kazanması ülkemizin önünü açacaktır.
Bugünkü toplumun yerine kurulması öngörülen, alternatif toplumun kurucu ögeleri bilinen anlamlarının ötesinde algılanması koşuluyla, özgürlük, eşitlik ve demokrasi olmalıdır. Ortak ütopya toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve özgürleşim çerçevesinde olmalıdır. Bu kitlelerin kültürel gelişkinlik düzeyi ile ilintili olduğu kadar, kitlelerin siyasal bilinçlenmesi ve toplumsal örgütlenmesi ile doğrudan ilgilidir. Bu ise bir yandan tepeden inmeci/otoriter eğilimli tektipçi ve artık başarısızlığı kanıtlanmış bir resmî çağdaşlaştırma politikasının yandaşı olmamamızı öngerektirirken, öte yandan suret-i haktan görünümünün altında, sistemin temel değerlerini sorgulamaya asla yanaşmayan ve eşitlik-özgürlük ve daha iyi bir dünya ütopyalarını gözden düşürerek, sistem-içi beklenti ve özlemlerin sözcülüğünü yapan popüler kültür ürünlerine karşı da mücadele etmeyi ve eleştirel bir bakış açısı geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bugünün gündemi insan hakları, demokrasi ve devlet şiddeti olsa da yakın bir gelecekte kültürel hegemonya tarzlarının öne çıkması ve bu alandaki mücadele önemini daha da artıracaktır.
Toplumsal egemenliğin baskıcı/otoriter kültürel politikalarına da, popüler kültür ve kitle kültürü eksenindeki etkin ve incelikli işleyişine karşı da mücadele etmek, bu modellerin toplumsal adaletsizliğin sürüp gitmesi ile ne denli alakalı bir şey olduğunu görmek ve göstermekle olur.[10] Burada yer alınacak konum sistemin yeniden üretilme mekanizmalarının deşifre edilmesine yönelik olmalıdır. Bu süreçlerin dayandığı kültürel politikaların toplumsal belleğimizi ve buna dayalı olarak kültürel/siyasal bilincimizi geliştirmenin önünü açmak konusundaki yaygın isteksizlikleri ve sistemi köktenci bir biçimde sorgulamayı, eleştirmeyi ve dönüştürmeyi değil de, onu restore etmeyi seçen anlayışları bizi özgürleşmekten alıkoyma konusundaki ortak bir tutuma işaret etmektedir.
Farklı ve asılsız geçmiş kurguları ve tarihsel kişilikleri ve dönemleri mistifiye etmek suretiyle bilincimizin mitolojik anlamlandırmalardan kurtulmasının ve özgürleşmesinin önüne geçmek konusunda ortak bir tutuma sahip olan resmî kültür(ler) ve popüler kültür(ler) arasında bir tercih yapmak yerine, bunlar arasındaki uzlaşmanın üzerimizdeki tahakkümü daha da arttıracağının bilincinde olarak, kapitalizm-içi değil, ötesi toplum projelerinin bunların gerçek alternatifi olduğunun bilinmesinin yolu açılmalıdır.
[1]Ahmet Çiğdem, “Türkiye’nin Sonderweg’i”, Tezkire, Güz 1992.
[2]Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, BFS Yayınları, 1986
[3]Cengiz Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi, Verso Yayıncılık, 1992.
[4]Levent Cantek, Türkiye’de Çizgi Roman, İletişim Yayınları, 1996, s.44-50.
[5]Ahmet Oktay, Kültür ve İdeoloji, Gür Yayınları, 1987.
[6]Cengiz Güleç, a.g.e., s.77.
[7]Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yay., 1993, s.167.1 Ahmet Çiğdem, “Türkiye’nin Sonderweg’i”, Tezkire, Güz 1992.
[2]Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, BFS Yayınları, 1986
[3]Cengiz Güleç, Türkiye’de Kültürel Kimlik Krizi, Verso Yayıncılık, 1992.
[4]Levent Cantek, Türkiye’de Çizgi Roman, İletişim Yayınları, 1996, s.44-50.
[5]Ahmet Oktay, Kültür ve İdeoloji, Gür Yayınları, 1987.
[6]Cengiz Güleç, a.g.e., s.77.
[7]Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yay., 1993, s.167.
[8]Ahmet Oktay, Türkiye’de Popüler/Kültür, Yapı Kredi Yay., 1993, s.69-88.
[9]Cengiz Kırcı, Civil Society, ODTÜ 1992, Yayımlanmamış Y. Lisans Tezi.
[10]Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, BFS yay.