Onlarca gazeteci, işadamı, diplomatla birlikte bir Amerika seferi daha geride kaldı. Aslında, Amerika seferine çıkılmadan günler öncesinde, zemin oluşturmak, kamuoyunu inandırmak ve Türkiye’nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu anlatmak için her şey yapıldı;
Amerikan yönetimi ile masaya yatırılacak konular bir yana, aynı konularda Amerika’yı nasıl ikna edeceğimiz, Amerika’nın niçin ve hangi konularda bize yardım etmesi gerektiği, eğer yerine getirmezse haksızlık edeceği, neleri kaybedeceği ve Türkiye’nin “önemi” gibi iç kamuoyuna yönelik “Türk’e Türk propagandası” için tam bir bombardımana tutulduk.
Sanki, Türkiye’nin talepleri konusunda Amerika’dan önce kendimizi inandırmak istiyor gibiydik. Başbakan Bülent Ecevit eli boş dönerse bunun sorumlusunun biz değil, bizleri anlamayan ve gerekli ilgiyi göstermeyen Amerikan yönetimi olacağının altı peşinen çizildi. 11 Eylül’den sonra megalomanik bir yaklaşımla, kendi kamuoyuna “Türkiye’nin ne kadar önemli bir ülke haline geldiği” söylemini sıkılmadan, ısrarla tekrar eden siyasîler, diplomatlar, her gün bir ekranda boy gösteren ve o güne kadar ne yaptıklarını bilmediğimiz, “parlak” fikirleriyle kamuoyunu aydınlatan uluslararası ilişkiler uzmanlarının Amerika ziyareti öncesi, Türkiye’nin önemi konusundaki çabaları da takdire şayandı. Aynı çevreler Amerika ziyaretinin (heyette bulunanların bir kısmı için Amerika “gezisinin”) Afganistan savaşının hemen sonrasına denk gelmesine de duacı gibiydiler. Kolay değil Türkiye yıllarca hem Avrupa hem de Amerika’daki müttefiklerini terörün ne menem bir şey olduğu konusunda ikna edememiş, şimdi “haklı” çıkmanın gururu ile kendisini İslâm dünyasında, kimsenin ne olduğunu pek de anlamadığı bir tanımla “örnek ülke” ilân etmişti.
Washington’da masaya yatırılacak konuların başında Irak, Kıbrıs, Afganistan’ın yeniden yapılandırılması, ticari kotalarının arttırılması geliyordu. Ama Ankara’nın asıl niyeti Turgut Özal döneminden sonra alıştığımız Türk mantığının tezahürüydü; ziyaret, IMF’in yeni kredi dilimini sorunsuz bir şekilde koparabilmeyi; yani stratejik olarak “talihli” bir coğrafyada olmanın, 11 Eylül sonrası değişimlerden avantajlı çıkmanın nasıl paraya tahvil edilebileceğinin hesapları yapılıyordu. Ama Ankara’nın istediği stratejik konumun öne çıkarılmasıydı. Bu da oldu.
Bu yüzden 11 Eylül sonrasına rastlayan ziyaret aslında her iki taraf içinde “stratejik” bir bağlama oturtuldu. Ancak “stratejik çıkar”ın sorunsuz yaşanmayacağı da ortaya çıktı. Afganistan’dan sonra Irak’a saldırmayı kendine görev bilen Bush yönetiminin gün saydığı biliniyordu. Konuyla en yakından ilgilenen ülke de doğal olarak Türkiye. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’ın soğuk baktığı olası bir Irak harekâtı konusunda Başbakan Ecevit, Washington’da “pazarlık” marjı bıraktı. Çünkü Türkiye’nin desteği olmadan Irak’a yönelik bir harekâtın olmayacağını biliniyor; bu kez Amerika daha önce olduğu gibi, geniş bir koalisyonunun böyle bir harekâta katılmayacağını, hattâ sıcak bakmayacağını ve kilit ülkenin Türkiye olduğunun farkında.Washington’da kim, ne taahhütte bulundu tam olarak bilinmiyor. Ama bilinen er ya da geç böyle bir saldırının gerçekleşeceği. Bush yönetimini saldırının yapılmamasına iknaya gücü olmayan Ankara, “en azından bize haber vermeden harekât yapılmayacak” açıklamasını yaparak, çok da inisyatif kullanamayacağını dile getirmiş oldu. Bu yüzden Ecevit’in harekâtın “Türkiye’ye danışılmadan yapılmayacağı” açıklaması çok inandırıcı değil. Yani, eğer bir harekât yapılacaksa, ki böyle bir ihtimal kuvvetli görünüyor, diğer kuvvetli ihtimal de Türkiye’nin böylesi bir harekâtın dışında kalmayacağı. İşte Başbakan Ecevit, bunu bildiği için en azından “Amerika’dan neler koparabileceğini” planladı. Gözünü “para” bürümüş Ankara’nın kopardığı bir şeyin olmadığı Ecevit’in daha sonra yaptığı açıklamalarla ortaya çıktı.
Bu yüzden ziyaret sonrası açıklamalarında Başbakan Ecevit, Saddam Hüseyin’e “aklını başına alsın” mesajları göndermeye devam ediyor. Çünkü ekonomik kriz yaşayan Türkiye’nin dışında kalamayacağı bu gelişmenin sonucunda büyük kayıplara uğrayacağını biliyor. Bush yönetiminin artık bir kan davasına dönüştürdüğü Irak politikası, Saddam Hüseyin’i devirmekten başka bir amaç taşımıyor; bugüne kadar CIA tarafından hazırlanan ve “maaşlı” yerel gruplara uygulatılan hiçbir planın başarıya ulaşamaması, Saddam Hüseyin sonrası ülkede nasıl bir yapının ortaya çıkacağı, bölgedeki dengeleri nasıl değiştireceği konusunda Amerika’nın fikri olmakla birlikte pratikte nasıl bir Irak’la karşılaşılacağı yönünde hiçbir şeyin garantisi yok. Türkiye’nin sıkıntısı da burada başlıyor. Irak’taki yönetimle demokrasi, insan hakları ya da Irak halkının sıkıntıları gibi konularda hiçbir “derdi” olmayan Türkiye için asıl önemli olan savaş sonrası bölgenin haritasının nasıl oluşacağı, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulma ihtimali ve bunun yarattığı paranoya. Aslında, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinden öte, bunun Türkiye’deki Kürtleri nasıl etkileyeceği, bir hayal olmakla birlikte,“Büyük Kürdistan” projesi düşündürüyor. Üstelik bu kez yaşanacak savaşta sadece İncirlik Üssü’nün değil kara harekâtı için Türkiye topraklarının kullanılması, hattâ Türk ordusunun bu harekâta katılması ihtimali de yüksek.
İşte tüm bunlar biraraya gelince Türkiye ile Amerika’nın stratejik işbirliğinden bir üst aşama olan stratejik ortaklığa geçtiği iddiaları havada kalıyor. Çünkü, Amerika için bölgede ortaklık için en uygun ülke hâlâ İsrail. Stratejik ortaklık iddiasının sınanacağı tek yer de Irak gibi görünüyor. Irak konusunda Ankara ve Washington’ın detaylarda farklı düşündüğü kabul edilirse bu ortaklık için daha erken gibi görünüyor. Amerika dönüşü Başbakan Ecevit’in “Bush’un Saddam Hüseyin’e çok kızgın ve Irak’a yönelik bir harekât konusunda kararlı olduğu” açıklamasının yanında Türkiye’nin muhtemel tavrı konusunda net konuşmaması da bunu gösteriyor. Ancak, Türkiye’nin kendi inisyatifi dışında meydana gelecek gelişmelerin dışında kalamayacağı kimseyi şaşırtmayacak gibi görünüyor. Irak konusunda kilit ülke olan Türkiye’nin, bu önceliğini Amerika’nın istemi doğrultusunda kullanmaktan kaçınamayacağı ve ziyaret öncesi kamuoyunda yaratmaya çalışılan havanın biraz kaçtığını söylemek yanlış olmaz.
Amerika ziyareti öncesi çözüme yönelik kesin adımlar olmasa bile en azından Türk ve Rum taraflarının “kulaklarının çekilip masaya oturtulduğu” biliniyor. Yoksa yıllardır statükoyu koruma adına “çözümsüzlük çözümdür”ü savunan Denktaş’ın aniden masaya dönüp, yıllardır yüz yüze görüşmediği Klerides’le 5 ay boyunca haftada 3 gün görüşmeyi kabul etmesi, müzakerelerin “ılımlı” bir havada geçmesi, özellikle Denktaş’ın Ankara tarafından zorlandığını gösteriyor. Haziran ayında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin adaylığının görüşüleceği Avrupa Birliği toplantısı öncesinde adanın statüsü konusunda bir karara varmak gerekmektedir. Yani, hep olduğu gibi, konjonktür yine Türkiye’yi zorlamakta, kendi inisyatifini kullanarak gerçekleştirmesi gerekenleri, bu kez de dış dünyanın zoru ile yapması söz konusu. Avrupa Birliği tabiî tek neden değil. Washington’da Kıbrıs konusunun gündeme geleceğini bilen Ankara, Bush yönetimine karşı elini güçlendirip, sürekli masadan kaçan taraf olmadığını göstermek istedi. İnce hesapları gerektiren dış politikada, yıllardır, kaba bir “sattırmayız” edebiyatı ile bir anlamda geçiştirilen Kıbrıs konusunda, eğer adil bir çözüm olacaksa Washington ziyaretinin en olumlu yanı bu çözüme katkısı olmuştur.
Washington’da Irak, Kıbrıs gibi konular görüşülürken,“Başbakan Bülent Ecevit ve beraberindeki heyet” cümlesi ile haberlere yansımayan tek konu “insan hakları ve demokrasiydi”. Cumhuriyetçi ve Demokrat Amerikan yönetimlerinin insan haklarına yaklaşım farklılığı nedeniyle Türkiye’den giden heyet bu kez rahat nefes aldı. İnsan hakları, demokrasi, azınlıklar gibi konularla pek ilgilenmeyen petrolcü, Teksaslı Cumhuriyetçi yönetime, 11 Eylül’ün estirdiği terör bahaneli anti-demokratik hava eklenince Ankara bu kez “rahat”tı. Ankara’nın Cumhuriyetçilerle tarihin her döneminde daha iyi anlaşmasının en önemli nedeni hem Türkiye hem de Washington’ın insan hakları ve demokrasi konusunda benzer düşünceler taşımasından kaynaklanıyordu. Cumhuriyetçi yönetim açısından doğal olan bu ilgisizlik, tarihin bir cilvesi olarak, bir dönemin anti-Amerikan “Karaoğlan”ına denk gelmesiydi. Cumhuriyetçi yaklaşım, 11 Eylül rüzgârıyla birleşince Türkiye, karnesindeki kırıklar nedeniyle “fırça” yemedi. Ve en azından Bush yönetimi süresince Türkiye’nin, “insan hakları, demokratikleşme ve Kürt sorunun çözümü” ile ilgili herhangi bir kaygısı olmayacak ve kendi bildiğini okuyacak gibi görünüyor. Afganistan savaşı sonrası, Amerikan yönetimi “demokrasi ve insan hakları” konularından elini çekeceğinin sinyalini açıkça verirken, ziyaret süresince, daha önceki yönetimlerin IMF kredileri konusundaki şartlarından birisi olan “siyasî reformların” masaya getirilmemesi ve ya da bu koşulu öne süren kimselerin ortalıkta görünmemesi önümüzdeki yıllar için de bir gösterge olmuştur. Bu yüzden Ankara’nın belki de en büyük “başarısı” önümüzdeki dönemde kendi evinde istediği gibi at koşturacağı ve kendi insanına “Türkiye’nin koşullarının elverdiği kadar” taşralılığı ile davranacağını söylemek yanlış olmaz.
Dünya ile ilgisi petrolle sınırlı olan, Cumhuriyetçi yönetim, yıllardır savunduğu ama, önemli gerekçesini 11 Eylül’de bulduğu ırkçı, anti-İslâm, deri rengine göre muamele anlayışı ile “örnek ülke Türkiye” tezine de sıcak yaklaşmıştır. Başbakan Ecevit, hem Bush’la olan görüşmelerinde hem de yabancı basın mensuplarıyla yaptığı basın toplantılarında, Türkiye’nin model olabileceğinden söz etmiştir. Ancak, hem demokrasisi hem laikliği hem de Müslümanlığı “sorunlu” olan Türkiye’nin nasıl bir model olabileceği hâlâ şüphelidir. Ve sanırım Başbakan Ecevit sadece Bush ve cumhuriyetçileri bu “modele” inandırabilmiştir. Ama Türkiye’nin model ülke olma yolunda gösterdiği “çaba”lardan birini Ruşen Çakır’ın deyimiyle, Global 28 Şubat’ı Amerika dünyada uygulamaya başlamıştır: Dinler ve kültürler arası çatışmaları önleyebilecek ülke olma iddiasındaki Türkiye’nin bu mozaiğini yıllar önce parçaladığının farkında olmayanların ekranlarda öne sürdükleri tezlerin hemen hiçbirinin ayakları yere basmamaktadır. Demokrasi ile olan sorunları bir yana ekonomik olarak hâlâ gücünün farkında olmayan Türkiye, hayal dünyasında yaşarken, Afganistan konusunda yere göğe sığdıramadığı durumunu her geçen gün kaybetmektedir. Yıllardır inanılmaz koşullarda yaşayan Afgan halkına yönelik insanî yaklaşım bir yana savaşlardan tamamiyle yıkılmış bir ülkeyi sadece ve sadece bir pazar olarak gören ve güncel deyimi ile Afganistan’ın inşâsına katkıda bulunmaya çalışan Türkiye’nin tek derdi neredeyse, Afgan pazarına yağacak olan yardımlardır. Afganistan’ın inşâsı konusunda Amerika’dan “söz alınmış” olmasına rağmen, değil Türk işadamlarının bölgeye girmesi, Afgan yönetimi uluslararası gücün komutasının Türkiye’ye verilmesine bile itiraz etmektedir. Afgan yönetimi de tıpkı Ankara gibi geleceğini paraya tahvil edebileceği ülkelerle işbirliği yapmak istemektedir; örneğin, Almanya ya da İngiltere gibi.
Tabiî, haksızlık da etmemek gerek. Ankara, Amerika’dan Afganistan’a gönderilecek birliğin finansmanının bir kısmını koparabilmiştir. Her şeyin toz pembe olmadığı günler geçtikçe anlaşılmasına rağmen, Türkiye asıl darbeyi asıl beklentisi olan konuda yemiştir. 20 Ocak tarihinde IMF İcra Direktörleri toplantısı, tam da ziyaretin devam ettiği günlerde ertelenmiştir. Çünkü Türkiye IMF’in bazı ön koşullarını yerine getirmemişti; bankacılık yasası Cumhurbaşkanına takılmış, kamu bankaları sorunu çözülmemişti. Ama her nedense IMF’in bu tavrı Türkiye’ye hiç yansıtılmamıştı. Yani Başbakan Ecevit’in deyimi ile “çok olumlu bir havada geçen görüşmeler”, ve “bir Dünya devleti Türkiye” başlangıçtaki beklentilerin, yaratılan havanın tersine bir dünya finans kuruluşuna takılmıştı. Ama ekonomik ilişkilere önem veriyor gibi görünen ve evinin önünün süpürmeden Washington’a giden Türkiye’ye en açık yanıtı, Amerikan başkan yardımcısı Dick Cheney vermeye çalışmıştı: “Yatırım diyorsunuz ama yabancı yatırımcılara iyi muamele yapmıyorsunuz”.
Tabiî ki Amerika’da yapılan pazarlıkların sonuçlarının kısa sürede alınması mümkün görünmüyor. Amerika’nın “dünya devleti Türkiye’ye” ne verip vermeyeceği, hangi yükümlülüklerin altına sokacağını görmek için en az 6 ay beklemek ve tabii ki bunun için de Türkiye değil Amerikan medyasını takip etmek gerekiyor. Çünkü bu ziyaret toz pembe geçmemiştir. 11 Eylül rüzgârı ise Afganistan’ın paylaşımının ardından normale dönebilir.
METE ÇUBUKÇU