Çamurda Sınıf Savaşı veya Bankacılık Güçlendirme Yasası

“Danimarka Krallığında çürüyen bir şeyler var”, Shakespeare böyle diyordu Hamlet’te. Neyse ki, Türkiye Cumhuriyeti’nde çürüyen bir şey kalmıyor! Çürüme durdurulduğundan değil. Tersine başı boş bırakılışından, teşvik edildiğinden, son merhalesine vardırıldığından..

Çürümenin çözümlenmesi bu ülkede artık toplumsal işleyiş yasaları ile değil, ancak biyokimyasal yasalarla yapılabiliyor. Çürüyen şey sonunda, elementlere ayrılır ve çürüme biter. Türkiye’de çürüme işte böyle yok oluyor. Kendisi ile birlikte toplumu da yokoluşa sürükleyerek. Son kriz silsileleri toplumun tüm üretken kapasitesini yerle bir ettiği gibi çürümeyi üretme kapasitesini de yok etmiş görünüyor.

Bu en kötümser iyimserlik cümlelerini yazdığımız esnada kendisi cisimleşmiş çürüme olan bir kurumun, Bankacılık Destek ve Düzenleme Kurulu’nun malı olan bir tasarı yasalaştı: bankacılığa son bir kere daha devlet desteği verilecek. BDDK’nın “Banka Sermayelerinin Güçlendirilmesi Raporu” zaten meseleyi kibarca, ama tıpkı yukarıdaki gibi ortaya koyuyor: Artık çürüme ve yolsuzluk sistemi mümkün değil, bundan sonra saydam olunacak, uluslararası standart ve kurallara uyulacak; ama son bir defa daha o sisteme ihtiyacımız var.

BİR KURTARMA HİKÂYESİ

Nasıl başladı? Önce Derviş’in gelişiyle BDDK’nın yapısı ve işleyişi Zekeriya Temizel gibi denetim ve ‘sertlik’ yanlısı bir yönetimden kurtarılarak değiştirildi. Bizzat sektörün içinden bankacıların eline teslim edildi. Seçilen bankacılarda, bazı özel sektör gruplarıyla iyi ilişkiler dışında başka önemli başarıları haiz bir bankacılık kariyeri taşımamaları ve tercihen kimi usûlsüz işlemlere bulaşmış olma özellikleri arandı ve böyleleri bulundu. Öyle ki, BDDK artık yolsuzlukla malûl bankacılık sektörü açısından bir tehdit gibi görülmekten çıkarılıp ‘içlerinden biri’ sıcaklığına kavuşturuldu.

İşbu sıcak ilişkiler, yolsuzlukları ekonomik bünyeyi zaafiyete uğratacak düzeye çekerek tüm ülkeyi krize sürükleyen bir sektörün karar vericisi 200-300 kişinin kafa kafaya verip önce kendi kurumlarını sonra da tüm ülkeyi kurtaracakları varsayımı üzerine kurulu bir stratejiyi öne çıkardı.

Dünyada krizler sırasında yara alan küçük ve orta boy işletmeleri güçlendirmek için geliştirilmiş bir yöntem, ‘Londra Yaklaşımı’ ithal edildi. Adı değiştirildi, İstanbul Yaklaşımı dendi. Sonra içeriği de değiştirildi. İstanbul Yaklaşımı’na öyle kurtarma kriterleri kondu ki, bu operasyon ancak en büyük 40-50 firmaya uygulanabilir hale geldi. İtirazlar yükselmeye başlarken -ki bu beklenebilir olmalıydı- ‘reel’ sektörün bankalarca kredi ertelemeleri yoluyla desteklenmesi için önce bankaların desteklenmesi gerekir noktasına varıldı. Bankalarca haciz tehdidi altındaki ‘reel sektör’ temsilcilerinin hoşuna gitmediyse de kolayca itiraz edemediler; ne de olsa kurtulmak için bankalara rüşvet gerekliyse, hele de devlet kesesinden olursa verilmesinde beis yoktu.

Son aşamada tasarı görüşülürken el çabukluğuyla bir madde ekleniverdi. Bankaları güçlendirme operasyonu ancak sektör içinde aktif büyüklükteki payı % 1’in üzerindeki bankalar için geçerli olacaktı. Özel bankalar içinde en büyük paya sahip olanlarının özel sayılmayacak İş Bankası’nı hariç tuttuğunuzda % 6-8’ler civarında olduğunu düşünecek olursanız KOBİ’leri kurtarmak için geliştirilmiş uluslararası bir stratejinin Türkiye’nin sınıfsal dengeleri içinde adım adım nasıl sadece büyük bankaları kurtarma operasyonuna dönüştürüldüğünü görebilirsiniz. Manipülasyon o kadar belirgindir ki, kurtarma limiti % 1 değil de 1.5 olarak saptansaydı biri Türkiye’nin en büyük medya kuruluşunun, öbürü en büyük sınai askeri grubunun olan iki banka dışarıda kalıyordu.

OPERASYONUN HEDEFLERİ

Burada müstakbel operasyonun ayrıntılarına girmeyeceğim. İlgilenenler www.bddk.org.tr sitesinden zikrettiğim raporu okuyabilirler; eleştirel bir değerlendirme için de www.bianet.com.tr de Mustafa Sönmez’in yazısına bakabilirler. Kısaca değinmek gerekirse eğer bir banka sahibi kendisi de belli bir oranda sermaye koyarak bankasının sermaye yeterlilik oranını güçlendirmeye razı olursa devlet de -bizim kesemizden- onlara sermaye sağlayacak, bir anlamda onlara geçici olarak ortak olacak. Yasa tasarısına göre güçlenen sermayelerin bir kısmı ‘reel sektöre’ kredi olarak verilmek zorundayken kalan kısmı bankaların kendi grup firmalarına da kredi olarak verilebilecek. Dediğimiz gibi bu destek ancak belli büyüklükteki bankalara sağlanacak.

Son bir senedir bankaların birleştirilme yoluyla sermaye yapılarının geliştirilmesi için vergi teşvikleri ve kimi bürokratik baskılar birlikte kullanılıyordu. Zaten krizler öncesi de Türk bankaları sermaye yeterlilik ve başka risk rasyoları açısından uluslararası bankacılık standartlarının çok gerisindeydiler. İster uluslararası kredi mekanizmalarının zorlamasının -bir süredir hemen hiçbir yabancı finans kuruluşu Türkiye’ye kredi vermekte gönüllü olmadığı gibi, Türkiye’ye verilecek krediler sigorta da edilmediğinden- artık büyük ölçüde azalması; ister bürokratik baskıların ancak tasfiye tehdidi altında kalmış belli bir, iki banka için işe yarayabilişi; isterse vergi teşviklerinin ancak fondaki bir iki bankanın çok simgesel ama sınırlı kalmış örnekler olarak satın alınmalarını (mesela Sümerbank’ın Oyak Grubu, Demirbank’ın yabancı HSBC tarafından) kolaylaştırmaktan ileri işe yarayamayışı gözönüne alındığında bu amaç için daha kesin bazı adımlar atılması gerekiyordu.

Bu ileri amaç Türk bankacılığının eski ‘aksak oligopolistik’ yapısının da sermaye yoğunlaştırılması süreci sırasında tekelcilik derecesi artmış gerçek oligopolistik yapıya kavuşturulmasıdır. Bilindiği gibi oligopolistik bir piyasada birkaç lider firma fiyatları belirler ve diğer daha küçük firmalar bunları takip eder. Ancak 1980 Temmuz Bankacılığı’ndan bu yana işlemesi umulan bu oligopolistik rekabet kuralları özellikle kritik zamanlarda Türk bankacılığında işlemedi. Paranın ‘fiyatı’ olarak faiz (çok tartışılan bir kavram!) böyle zamanlarda tersine küçük bankalarca belirlendi. Küçük bankalar faizleri arttırdı ve büyük ‘oligopolist’ bankalar onları takip etmek zorunda kaldı. Kimi zaman da kamu bankaları faizde fiyat lideri oldu. İşte bu operasyon amacına ulaşırsa birkaç büyük özel bankanın para-sermayenin fiyatını belirlediği gerçek oligopolistik piyasanın oluşması umuluyor.

Önümüzdeki ay ve belki yıllarda şunları görmemiz muhtemel. Çok sayıda küçük banka Fon’a devredilecek veya doğrudan kapatılacak. Muhtemelen Fon’dakiler de yaşatılmaktan vazgeçilip kapanacak - becerebilirlerse belki orada kalmış 5 bankadan (bunlar zorla birleştirilmiş, karman çorman edilmiş, mevduatları pazara çıkarılmış, hepsi de birkaç farklı bankayı temsil eden yapılar olarak aslında eski hükmi şahsiyetleriyle hiçbir ortak yan taşımadıklarından bu 5 sayısı da bir şey ifade etmiyor) bir ikisini daha satabilirler. İkinci hedef kamu bankalarının tasfiyesidir. Emlak Bank’ın tasfiyesi ile (Ziraat’e devredildi; böylece Ziraat tam anlamıyla bir ölü bankalar mezarlığı haline geldi!) bu yolda önemli bir mesafe katedildi bile. Ancak Halk ve Ziraat’te operasyon o kadar kolay değil. Seçim yaklaştıkça da zorlaşacak. Vakıf Bank özelleştirmede şu an çok dillendirilmese de önemli bir hedef haline gelebilir. Oraya Arap sermayesinin ilgisi artabilir mesela.. İş Bankası da geçmiş başarılı performansına rağmen uluslararası çevrelerin ve Türkiye’de bankacılık politikalarına yön verenlerin pek hazzetmediği bir model. Son yıllarda yaşanan genel müdür sorunu ve usûlsüz, Susurlukvari kredilerle karnesi kötüleşmişti. Cep telefonu macerası ile girmiş olması gereken zarar karneyi biraz daha kötüleştirdi. İleride bir ara 12 Eylül’ün o bankada başlattığı operasyonun tamamlanmasına girişilebilir.

Özetle iki hedef var; bankacılığın büyüklük, risk yapısı ve uluslararası işleyiş ve denetim kuralları bakımından biraz daha normalleşmesi ve bankacılığın birkaç özel bankanın sistemin bütününe egemen olduğu ‘normal’ bir oligopolist piyasa haline gelmesi. Bunun için de çok sayıda küçük bankanın tasfiye olması ve kamu bankalarının sistem içindeki ağırlığının azaltılması gerekiyor. Halen üç kamu bankası, aktif büyükyüğü açısından üstelik devlet kağıtlarıyla girişilen bilanço küçültme operasyonu ve Emlak Bank’ın kapatılması ardından bile İş Bankası hariç, en büyük özel sektör bankaları grubunun dört liderinin toplamından daha büyük. Son bir yıldaki krizin, aslında bu büyük özel sektör bankalarının mevduat ve kredi açından diğerlerinin aleyhine daha da büyümelerine sebep olmasına rağmen bu durum böyle.

IMF’İN İKİLEMİ

Operasyonun hedefleri böylece çok açık görülebiliyor. Ne var ki bu iki hedefin birbiriyle uyumlu olduğu ve bu iki hedeften ikincisini (mülkiyet hedefini) sağlamak için seçilen ekibin -nihai çürümenin aktörleri- birincisini (sağlık ve standartlar şartını) sağlamaya ehil olup olmadığı çok tartışılır. Bir uyum ve yeniden yapılandırma projesi olarak bu operasyonun asıl mimarları olan IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların kendi aralarında ve içlerindeki süregelen çelişkileri dışında, asıl ikilemleri de burada yatıyor. Bir taraftan mülkiyet projesi adına kurtarma yasasına destek veriyorlar; diğer yandan sağlık ve standartlar projesi açısından kapalı kapılar ardında uygulama yöntemlerine homurdanıyorlar. Homurdanma dereceleri; bu kuruluşların işlevsellikleri ile orantılı şekilde kendilerini ne kadar genel biçimiyle kapitalizmin uluslararası kural koyucusu, ne kadar uluslararası malî sermaye haklarının temsilcisi olarak gördükleriyle ilgili olarak hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde zaman ve somut olaylar bazında farklılaşıyor. Ulus-devletin tarih boyunca kendi içinde de yaşayageldiği bu ikilemin şimdi giderek kendilerini bir global devlet-öncesi yapı olarak görme zehabına kapılmakta olan bu kuruluşların da başına dert olmasında şaşacak bir şey yok.

BULANIK SUDA EMEKÇİ AVI

Bu banka kurtarma ve ya güçlendirme yasası öncesi BDDK raporları ve yasa görüşmeleri sırasında söylenenleri hesaba katacak olursak tüm bunların dışında ciddi bazı sorunlar olduğu da ortaya çıkıyor. Bu sorunlardan bir kısmını zaten Kasım-Şubat krizi öncesinde de çeşitli yerlerde yazdığım yazılarda işaret etmiştim. Ama şimdi durumun zannolunandan da kötü olduğu hem de ortadaki yaygın iyimserlik sisinin arasından fark edilebildiği kadarıyla iyiden iyiye itiraf ediliyor. Öyle anlaşılıyor ki, bankaların sermaye yeterlilik oranları en kötümser tahminlerin de altında seyretmekte. Batık krediler ve kendi firmalarına verilmiş geri alınmak istenmeyen donuk krediler bilançolarda gözükenin de çok üzerinde. Ve bu öncüllerin doğal sonucu bilançolar hâlâ gerçekleri göstermekten çok uzak. Öyle ise durumu bilmiyoruz ve bu belirsizliği doğuruyor. Son iki senede belirsizlik hep doğurabileceği en kötü beklentileri haklı çıkardığından bu kez yerli ve uluslararası sermayenin de gerçekteki en kötünün daha kötüsünü tahmin ederek davranmasını sağlıyor. Böyle olunca iyimserlik pompalanması 11 Eylül propagandası, Ecevit’in ABD gezisinin cilalanması ve bütün kriz sonrası yapılanların tahribi bahasına eski düşük kur ve sıcak para cambazlıklarının tekrar denenmesiyle sağlanabiliyor -aynı düşük 31 Aralık kurunun pek çok şirket ve bankanın kur riski miktarlarını suni olarak düşürme yoluyla bilanço zararlarını az göstererek önümüzdeki iki ay iyimserlik pompalanmasına yardım edeceği de cabası.

Emekçi örgütlerinin yapması gereken en önemli işlerden biri meşrû her yöntemi kullanarak buradaki gerçek durumu ortaya çıkartmaktır; zira oradaki gerçek açık, yoksul kesimlerin üzerine daha ne kadar ve ne şiddette çullanılacağının iyi bir ölçüsünü verecektir. Reel sektör açığı bile kısmen buralardan ölçülebilir ki o da yeni çullanmaların ikinci önemli nedenidir.

REEL SEKTÖRCÜLÜK VE NESNELLİK

Son zamanlarda bir reel sektör edebiyatıdır gidiyor. Solun bazı kesimleri, hadi çoğu diyelim bu terimi, ortaya atanlardan da fazla sevdi. Hırsız bankacılar hem hiçbir değer üretmiyorlar hem de burjuva filân ama ‘dürüst’ üreticilerin kanını emiyorlar! Bu söylem ekonomik ve siyasî sol propaganda yazılarının bir türünün klasik tarzına uygun olmakla kalmıyor, kimi millî vb. cephe heveslerine yeniden can veriyor; solun kendisini içine düşmüş hissettiği yalıtılmışlık ve etkinsizlik konumundan bir çıkış vaad eder görünüyor. Hayal kırıklığı yaratmış olmak istemem ama bu bir yanılsama..

Reel sektör malî sektör ayrımının en anlamlı olduğu nokta iktisat teorisinin yüksek soyutlama düzeylerinde -yani teorinin daha ilkel modellemelerinde- durmaktadır. Gerçek hayatta bu ayrım sanıldığından çok daha belirsiz. Reel sektör terimi aynı zamanda bu firmaların kârlarının büyük bölümünü malî işlemler (örneğin repo vb.) yoluyla gerçekleştirdiğini gözden kaçırdığı gibi, bankaların devlet tahvilleri yoluyla fiktif sermaye yaratmasında banka müşterilerinin başlıcaları kimliğiyle bu işlemlerden asıl sorumlu olanların kimi zaman firma olarak, kimi zaman bu firmaların bireysel sahipleri olarak sanayi kapitalistleri, yani bu reel sektör olduğunu da gözden kaçırmaktadır. Hattâ daha ileri gidelim bankacılığın ve merkez bankacılığının para (ve kredi) yaratma mekanizmalarının arkasında da bu ‘reel’ sektörün ticari kredi (bazen de enflasyon) yaratması bulunduğunu vurgulayalım. Ortodoks iktisat açısından durum böyle; Marksist iktisat açısından bakıldığında da reel sektörün üreticiliği hiç de öyle otomatik değildir. Burada genellikle Marksist iktisat kategorilerinin klasik iktisat (Ricardocu) kategorilerle karıştırılması da işin içine girer. Şu kadarını söyleyelim. Malî sermaye bir değer üretmiyor sayılsa bile, o değerin üretilmesini mümkün kılarak toplumun ürettiği değerin bir kısmını mülk edinmişse ne havada kalan işlevsiz bir oluşumdur ne de maddi olmayan bir varlık, çünkü maddi bir değeri temellük etmiştir. Tersine Marx açısından verimli bir iş, onda istihdam edilmiş emeğin fizyokratlar hattâ bir anlamda klasikler için olduğu gibi maddi, ‘reel’, elle tutulan bir imalatta yer alması değildir. Marx’a göre emeğin artı değer (sömürüsü) yaratacak şekildeki istihdamı onu verimli kılar. Bu bakımdan incelendiğinde bizdeki ‘reel’ sektörün büyük bölümü Marksist anlamda reel değildir. Zaten ülkenin içindeki bu konum ve bunların kredilerini geri ödeyememeleri bile bu durumu teyid etmekte. Ülke emeğinin daha fazla ölçüde üretken alanlara tahsis edilmesi gibi bizim de sıkça vurguladığımız genel ilke ise bu söylediklerimizle hiç de çelişmez.

YENİ LİBERALİZMİN İLKESİZLİĞİ

O kadar ‘bırakınız yapsınlar’ ve ‘devlet müdahalesine son’ diskurundan sonra Türkiye ve dünyada yeni liberalizmin temsilcilerinin ‘hadi son bir defa daha’ diyerek kim bilir kaçıncı sefer devlet müdahalesi istemeleri; hattâ banka kurtarma operasyonunda olduğu gibi neredeyse belli bir süre tüm bankaların devletleştirilmesine varan ölçüde müdahaleyi savunmaları onların ilkesizliğini mi gösterir? Bir bakıma evet; ve bu, o zaman bile tam anlamıyla uygulanamamış 18. yüzyıl liberal doktrinlerin şimdi hiç uygulanamayacağının kanıtı gibi ele alınabilir. Hâkim muhalif görüş de böyle. Ama bir başka açıdan Birikim’deki “Devletçi Olmadan Devrimci Olmak Mümkün mü?” yazısında iddia ettiğim gibi her liberalin, özgürlükçü sosyalist bir bakış açısından aslında bir devletçi olmuş olduğunun bilmem kaçıncı kez ispatından başka nedir ki? Üstelik liberaller de aynı fikirdedir. Hiç öyle ilkeleriyle çatışmış olma duygusu yaşamıyorlar. İster (anarşist kapitalizm veya kapitalist liberterliğin babası) Von Mises’in yazılarına ister yeni neo-liberalizmin kaleleri Cato Enstitüsü vb gibi kuruluşların yazılarına bakın tek bir şeyi söylerler: “liberalizmin vazgeçmeyeceği, en yüksek tek bir ilkesi vardır: özel mülkiyet.”

SINIFSAL RASYONALİTE

GERÇEĞİN AKILDIŞILIĞINA

KARŞI

Aslında ülkenin krizden en çabuk çıkışının ille devlet müdahalesi ile yapılacaksa topluma ve hattâ egemen sınıflara bile daha ucuz yolları var. Eğer kilit imalat sanayiine destek verilecekse bu kamu bankaları eliyle daha verimli dağıtılabilir. Çünkü özel sektör bankalarının devletçe sağlanacak bu 4 milyar doların da büyük kısmını yeniden kendi holdinglerine aktaracakları doğrultusunda bizzat devlet kademeleri ve sektörün içinde büyük bir kuşku var. İkincisi bu kurtarma ister kamu, ister özel bankalar vasıtasıyla gerçekleşsin yeni kaynağın da eskisi gibi çar çur edilmemesi için mümkün tek denetim, satın alınabilecek birkaç müfettişin denetimi değil, bizzat halkın ve emek örgütlerinin denetimi ve şeffaflık ile demokrasidir. Gerçek hayat ucuz ve etkin çözüm olarak bunu dayatıyor. Demokrasi göze alınabilse ekonomik sorunların haylisi hâl yoluna girebilecek. Bu aynı zamanda emekçi sınıfların kendi bakış açılarına da daha uygun. Ama aynı zamanda işte bu nedenle riskler içerdiğinden üst sınıf açısından bu seçenek akıldışı gözükmekte.

BANKACILIĞIN DURDUĞU YER

Henüz bankaların 2001 yıl sonu bilançoları açıklanmadı. Ne bankaların ne de Türkiye’nin yaşadığımız krizden tam olarak ne ölçüde etkilendikleri malûmumuz. Kısa süre içinde bu değerlendirme yapılmalı. Böyle bir değerlendirme solun ihmal ettiği bir konudur. ‘Reel’ sektörle çok ilgili olan sol, bankacılığı bir cins lüzumsuz asalaklar olarak düşünmeye meyyaldir. Halbuki bu sektör ve sorunları kapitalizmin en önemli unsuru olmak bir yana sonuçları olarak da bütün emekçi sınıfları toplu halde ve neredeyse aynı anda etkileyebilen yegâne sektörel mesele olma özelliğini taşır. Olası bir sosyalizmde bile ne geçmiş uygulamalarda banka kurumundan kurtulunmuş, ne de yakın gelecekte kurtulunacağı doğrultusunda bir teorik veya pratik alet elde edilebilmiştir.

Öyleyse bankacılıkla ilgili hem genel sorunlara hem de Türkiye’nin örneğin yatırım bankacılığının bir türlü gelişememesi, iç borçlanma bankacılık ilişkisinin mevcut hastalıkları, nakit servet dağılımının ulusal ölçüdeki aşırı eşitsizliği, sermaye kaçışında bankacıların sorumluluğu ya da sorumsuzluğu, dünyada bankalar holdingleri ele geçirmişken Türkiye’de nasıl tersinin oluverdiği, veya menkul piyasası aletlerinde verim eğrisinin sık görülen anomalileri, bankacılığın mevcut yapısının kronik enflasyonla yakın ilgisi, emekçi gelirlerinin düşürülmesinde kronik stagflasyonun etkisi, banka kârlarının nelerden oluştuğu ve bunun meşrûiyeti vb. gibi bin çeşit soruna hem sol düşüncenin bir takım genellemeler dışında daha yakın ilgi göstermesi gerektiğini düşünüyorum hem de eğer imkân olursa bir müddet sonra bunu deneyeceğim. O zamana kadar solun içinde bu konuyla ilgilenenlerin birkaç kalemden ibaret kalmayacağını umuyorum.

CÜNEYT AKMAN