Orduların Değişen İşlevi ve Savaş

Eğer ABD’nin başını çektiği “terörizmle mücadele” seferberliğinin aslî amacı, “yeni dünya düzeni”ni oturtmak ise; Afganistan savaşını da, yeni dünya düzeninden bahsedilmeye başlandığı 1992’den beri, başta ABD olmak üzere çekirdek Kuzey ülkelerinin taraf olduğu “savaş”lar zincirinin sonuncu halkası olarak ele almak gerekir.

Bunu yapmak, Irak-Körfez, Yugoslavya ve Afganistan savaşlarının her birinde yüksek komuta kademesinin ve sefer kuvvetinin nasıl teşekkül ettiğine bakarak, “yeni dünya düzeni”ne bir süper ABD ulus-devletinin “Pax Americana”sı olma yönünde mi, yoksa -ABD’nin eşitler arasında birinci olacağı- bir tür Kuzey protektorası olma yönünde mi gidildiğine dair anlamlı ipuçları verebilecektir.

Fakat bu yazıda ele alacağımız konu bu değil. Bu savaşların “teknik” açıdan yorumlanmasının da bizi son derece önemli çıkarsamalara vardırabileceği kanısındayız. Çünkü eğer “yeni dünya düzeni”, reel sosyalist rejimlerin çöküşü, “piyasa ekonomisi”nin yaygınlaşma ve derinleşmesi, Kuzey-Güney ayrımı gibi faktörlerin yanısıra “ikinci endüstriyel devrim” diye özetlenen üretim tarzındaki köklü değişimlerle de zamandaş ise ve tarih bize bu tür ve çapta değişimlerin sosyo-politik, kültürel... düzeylerde olduğu kadar askerlik-ordu ve savaş konsept ve tarzında da değişimlere yol açtığını gösteriyor ise; Irak, Yugoslavya ve Afganistan örneklerini “yeni dünya düzeni”nde orduların işlevi ve savaşın nasıl bir şey olabileceği konusunda bir “model”, bir perspektif oluşturabilmek için de ele alabiliriz demektir.

Bu konu iki açıdan önemlidir. Birincisi, ordu her tür devletin çekirdek kurumudur. Gerek “içeride” düzeni korumak gerekse de düzeni ve devleti öteki devletlerin tehdidinden korumak üzere “savaşmak” üzere oluşturulmuş bir kurumdur bu. Ordular silâh teknolojisine bağlı olarak nasıl bir insan/asker-silâh kompozisyonu ile bu savaş(lar)ın yürütülebileceği gözönüne alınarak eğitilir ve örgütlenirler. Devletin çekirdeğinin bu tasarıma göre yapılandırılması, genel olarak devlet ve rejimlerin yapı ve işleyişinin de belirleyici faktörlerinden biridir. Dolayısıyla “yeni dünya düzeni”nin devletler ve rejimler düzeyinde ne türden değişim ve adaptasyonları gerektireceği hakkında kestirimlerde bulunabilmek için, onun ordu-savaş konsepti ve modeli mutlaka gözönünde tutulmalıdır.

İkinci nokta, devlet, düzen ve rejimlerin “muhalif”lerini doğrudan ilgilendirir. Muhalifler, muhalefetlerinin radikalliği ölçüsünde bu devlet, düzen ve rejimlerle “savaşma” noktasına gelebileceklerini de varsaymak zorundadırlar. Bu savaşı nasıl yürütebilecekleri, kendi ordu, savaş biçimlerinin nasıl olabileceği konusunda temel veri ise mevcut ordu ve savaş “modeli”dir. Ancak bu, muhaliflerin o modelin bir benzerini oluşturmaya yönelecekleri anlamına gelmez. Modern çağ ulus-devletleri bağlamında kurulu düzenlerin ordu ve savaş konusunda neredeyse standart bir model ortaya koymalarına karşılık, silâhlı gücün, savaşmanın bambaşka bir tarzını temsil eden gerilla ordusu ve savaşının da bir modern çağ olgusu olduğu unutulmamalıdır. Modern çağ ordularına ve onların savaş tarzlarına karşı gayet etkili olabilmiş, “zaferler kazanmış” bu “muhalif” savaş konsepti ve tarzı, postmodern çağın, “yeni dünya düzeni”nin ordu ve savaş tarzına karşı da aynı etkinliği gösterebilir mi? Eğer imâ ettiğimiz gibi içine girdiğimiz çağda, bilimsel-teknolojik devrimlerin ivmesi ve imkânlarıyla ordu ve savaş bahsinde gayet köklü bir değişim, bir yeni “model” söz konusu ise bunun muhalifini “karşıtı”nın da eski karşıt modelin kökten bir değişimi olması gerekmez mi? Ve elbette esas soru: Bu köklü değişim(ler)in mahiyeti nedir, ne anlama gelir?


ABD ile Afganistan arasında olan bir “savaş” mıydı? Körfez Savaşı’nda Irak, geçen yıl Yugoslavya kendilerine savaş açan ABD’nin etrafındaki blokla “savaştı” denilebilir mi? Eğer karşısındakinin kılına bile dokunamayan biri ile ona tekme tokat girişmiş diğeri arasında olana “dayak atma-yeme” diyor dövüşmek demiyor isek; Irak’ta, Yugoslav’da ve en son Afganistan’da olana da savaş denilemez. Çünkü savaş, aralarında apaçık bir kuvvet-silâh eşitsizliği olsa da, zayıf olanın da asgari bir galip gelebilme ihtimalinin olduğu, zayıfın az da olsa insanî ve maddi zayiat verdirdiği bir toplu öldürme - şiddet eylemleri sürecidir. Oysa bu saydığımız olaylar, “yeni dünya düzeni” döneminin bu ilk “savaş”ları bu bildik “fizyonomi”nin dışındadır. Buralarda sonuçta mağlup olan tarafların orduları daha tek bir ABD askeri ile yüz yüze gelemeden, ezici bir silâh ve teknoloji üstünlüğü ile savaşamaz hale getirildi, tahrip edildi veya direnmenin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini kabule mecbur olarak teslim alındılar.

Savaşlarda bir tarafın güç, silâh ve teknoloji üstünlüğüne sahip olması olağandır. Ama yakın dönemlere kadar bu üstünlüğün değil rakibi böylesi bir kıpırdayamama, tam bir zayiat nesnesi haline düşürmesi, zaferi garanti etmesi bile kesin değildi. Ok, kılıç, mızraklarla donanmış bir savaşçı birliği, toplu, tüfekli birlikleri istisnai de olsa yenilgiye uğratabilir en azından belli bir zayiat verdirebilirken; Afganistan’ı bir yana bırakalım, Irak ve Yugoslavya gibi orta boy bir askerî güç, modern silâh ve teçhizata sahip ülkeler, ABD’nin, o ürkütücü nükleer silâh tehdidine başvurmaksızın harekete geçirdiği “ultra” modern savaş mekanizması karşısında kısa sürede pes ettiler. Bu ultra modern savaş mekanizmasının kendilerininkinden çok daha büyük bir tahrip ve imha gücüne sahip olmasından, gayet ağır bir insanî ve maddi zayiat vermelerinden dolayı, bu, eskiden de olabilen türden bir üstünlükten dolayı değildi bu sonuç sadece. Yeni bir üstünlük türüydü söz konusu olan. Şu anda hemen sadece ABD’nin sahip olabildiği ve tekeline almaya çalıştığı üstünlük türü, karşısındakinden daha fazla ve etkin (tahripkâr) olmanın yanısıra onu bloke edebilme işlevini, işleyişini neredeyse durdurabilme özelliğini de içeriyor. ABD’nin ordu etrafında oluşturulmuş savaş mekanizması, son bilimsel-teknolojik devrimlerin sunduğu en sofistike aygıtlarla donanmış olarak sadece olağanüstü bir tahrip gücü oluşturmakla kalmayıp, kendini neredeyse “dokunulamaz” kılabildiği gibi karşı tarafı adeta felç edebilme imkânlarına da sahip.

Bugünkü durumda, ABD savaş mekanizması ile boy ölçüşemese de onun bu “dokunulamaz”lığını “bozma” kapasite ve potansiyeline sahip birkaç devlet var. Hayli güçsüzleşmiş olsa da o türden bir ultra modern savaş mekanizması oluşturabilmenin “alt yapısı”nı hâlâ koruyan Rusya, buna orta vadede muktedir Çin -belki Hindistan- ve ABD ile NATO da ortak AB -teorik olarak- “alternatif” bir güç olabilirler. Uzay teknolojisi ve elektroniğin en ileri imkân ve aygıtları ile tüm dünyayı ve özellikle bu potansiyel “rakip”lerinin bilhassa bu konudaki hazırlıklarını izleyebilme ve hattâ müdahale edebilme avantajına sahip ABD’nin onları belirli bir “güçlenme” düzeyinin altında tutabilmeye hayatî bir önem mi vereceği,* yoksa “yeni dünya düzeni”ni bunlarla kendisi arasında bir “denge” üzerine oturtmaya mı açık olacağı önemli, ama şimdilik ayrı konu. Çünkü burada sözü edilenler kıtasal çapta ulus-devletler veya devlet bloklarıdır. Formatlarını kendi millî varlıkları kadar dünya düzeni ve oradaki konum ve işlevlerine göre de belirlemeye mecbur “büyük devletler”dir bunlar.

Ancak, ayrıca izaha kalkışmak herhalde gereksizdir ki; son bilimsel teknolojik devrimlerin “klasik” -modern- ordu ve savaşma tarzını değiştirerek mümkün kıldığı yeni “savaş mekanizması”, o özetle bahsettiğimiz yüksek tahrip ve “dokunulamazlık” ve karşıtını felç edebilme özellikleriyle ancak gerçekten dünya ölçeğinde “iddialı”, kıtasal çapta devletlere “uyarlanabilir”, “bağımsız” yani ileri teknoloji üretebilen bir -ikinci- endüstriyel (devrim) gücü olabilmeyi önkoşul sayar ve bunu besleyebilecek bir ekonomik kapasite, zenginlik ve çeşitlilik gerektirir. Yani ortalama millî devletlerin çok isteseler dahi oluşturamayacakları, oluşturabilirler gibi olsalar da sürdüremeyecekleri bir ordu ve savaş tarzıdır bu. Dolayısıyla geçmişte büyüklüğü ne olursa olsun tüm devletler için standart bir ordu ve savaş “kurumu” söz konusu iken, ordu ve savaş güçleri arasındaki üstünlük değerlendirmesi genel olarak niceliksel terimlerle yapılabiliyor iken, şimdi, “postmodern” dönemde kategorik bir; “büyük” devletler için mümkün “savaş mekanizması”nın küçük, orta boylarca örnek alınmasını imkânsızlaştıran bir niteliksel farklılık ortaya çıkmış ve bunun sonucu olarak onların başka bir ordu ve savaşma biçimi konseptine uyarlanmaya yöneldikleri -veya yönelecekleri- bir sürece girilmiştir.

Bütün ulus-devletlerde ordunun özgül işlevi, büyüklüğü ne olursa olsun bir başka ulus-devletin saldırısından ülkeyi korumak veya gerektiğinde ona saldırmaktır. Bu işlevin temelinde onları yenebilme imkânı veya ihtimali vardır. Bir küçük veya orta boy devletin, “rakibi” bir büyük devleti yenebilme ihtimalini yok saysa da yine de ona karşı bir orduyu hazır tutmasının nedeni, ona en azından galibiyeti hayli pahalıya mal edeceğine inanılıyor olmasıdır. Millî ordular bu inanç üzerine kurulurlar, hattâ millî devletlerin kendisi bile.

O halde eğer büyük devletler ile ötekilerin ordu, savaş mekanizmaları arasında yukarıda belirttiğimiz gibi niteliksel/kategorik bir ayrım küçük/orta boyların büyüklere karşı direnmesini bile imkânsızlaştıran kertede olabiliyor ise; küçük/orta boy devlet ordularının özgül işlevinin (“dış düşman”lardan -korunmanın- en önemli ayağı artık söz konusu edilemez demektir. Ordu bu özgül işlevini ancak kendi “ayarında” komşu devletlere karşı yerine getirebilir. Ama “yeni dünya düzeni” bağlamında sıradan ulus-devletlerin birbirleriyle savaşmalarının, büyük ölçüde kendilerine bağlı olmaktan çıktığını da önemle belirtmeliyiz. 1980’lerde Irak’ın İran’a karşı açtığı ve yıllarca süren savaşın nasıl bir “büyük devlet”ler icazeti ve desteğiyle olduğu az çok bilinmektedir. Bu ilk örneklerle ileride de karşılaşılabilir. Veya Ekvator Afrikası gibi “yeni dünya düzeni”nin -şimdilik- adeta kendi haline bıraktığı bölgelerde devletler birbirlerine savaş açıp, sürekli bir savaş hali yaşayıp durabilirler. Ama dünyanın “Kuzey”inde ve onun periferisinde yer alan ulus-devletler ve orduları savaşmalarının ancak büyük devletlerin destek ve icazeti ile mümkün olduğunun ve bu “aslî şart”a riayet etmedikleri takdirde mutlak ve karşı konulmaz bir “müdahale”ye marûz kalacaklarının gayet bilincindedirler. Irak ve Yugoslavya örneklerinin anlamı budur.

O halde “millî ordu”ların o spesifik işlevinin artık söz konusu olmadığı, olmayacağı bir sürece girdiğimizi pekâlâ varsayabiliriz demektir. Bu, işlevi tamamen “içeriye dönük” yani iç düzeni korumaya matuf -orta-küçük boy devlet- ordulardan söz edebileceğimiz anlamına gelir. İç düşman(lar)a karşı “savaşan”, savaşacak ordular demektir bu. Gerçi “millî ordu”ların daha kuruluşundan itibaren bu işlev ve “görev”leri zaten vardı ama “dış düşman”la savaşma işlevi, hem ordunun spesifik işlevini belirliyor ve onun bir savaş aygıtı olarak nasıl örgütleneceğini teçhiz edileceğini ve eğitileceği savaşma tertiplerini gösteriyor hem de onu -gerektiğinde- ulus içi sorunlarda “tarafsız”, tüm ulusun ortak çıkarına göre davranabilecek, düşünecek kurum olarak algılanabilmesine zemin oluyordu.

Ordular bu görüntü ve algılamayı daha bir süre verir, verdirebilir; söyleminin “dış düşman”(lar)dan “iç düşman”lar ağırlıklı -hattâ merkezli- hale gelmesi zaman alabilir ve “mesleki olarak”, teçhizat ve donanımı ile bir diğer -denk- orduya karşı savaşma tarzları için eğitilmek, buna hazır olmaktan “iç düşman”ları bastırma, yok etme teknik ve yöntemlerine göre hazırlanmanın “aslîleşme”sine geçiş hemen ve keskin bir dönüşle olmayabilir. Buna ister iç ve dış güvenliğin içiçe geçmesi gibi sözde teknik ve nötr bir ad verilsin ister “yeni dünya düzeni”nin bu millî orduları yerel asayiş gücü olarak kendine eklemlemesi” denilsin, bu süreç zaten başlamıştır, kaçınılmazdır.

Bu olgunun öteki boyutuna geçmeden önce bir ara not olarak değinmemiz gereken bir önemli nokta daha var. “Yani dünya düzeni”nin, post-ultra modern çağın -egemen güçlerinin- ordusu hakkında yukarıda özetle anlatılanların ve zaten bildiklerimizin zihnimizde savaş teçhizat ve araçlarıyla donanmış insan(lar) görüntüsü değil, roketler, radarlar, savaş uçakları ile tıka basa bir görüntü uyandırması boşuna değil. Çünkü gelinen noktada savaş, insanlar tarafından yönetilse de, insanların değil makine/silâhların icra ettiği bir “faaliyet” haline gelmiş, gelmektedir. “Düşman” hakkındaki istihbaratın casuslar ve keşif müfrezeleri ile değil, uzaya yerleştirilmiş cihazlardan en küçük ayrıntısına kadar anında elde edilebildiği, entegre bir bilgisayar sistemi ile tüm savaş araçlarının, tahrip, öldürme aygıtlarının savaş yerinin binlerce kilometre gerisinden yönetildiği, harekete geçirildiği, insansız uçakların, savaş araçlarının, belki de robot askerlerin öldürme ve tahrip görevini üstlendikleri, savaşın tüm maddi manevi yıkım ve vahşetinin sadece bir tarafa yaşatılabildiği, böylece “yenen taraf”ın savaşmış olmanın -yenme hissi dışında- hiçbir duygusal manevi yükünü çekmeyebileceği bir sterillikle olabileceği bir savaş hali manzarasının artık bir bilim kurgu olmadığını biliyoruz. Savaşın korkunçluğuna, insanı insanlığından çıkarıp hayvanileştirdiğine dair vargılarımızın çoğu, savaşmanın insanların -ellerinin uzantısı- bir öldürme aleti ile başka insanları -bizzat- öldürmesi fiilinden türetilmiştir. Şimdi eğer bu öldürme fiillerini -beynimizin uzantısı diyebileceğimiz- aletlerle yapıyorsak, ellerimizden itibaren değil, beynimizden itibaren korkunçlaşıyor, hayvanileşiyoruz demektir. Yani beynimizdeki insan ölüyor önce. Bu bakımdan eğer bu ultra modern savaş mekanizmasının, onun “sahipleri”ne karşı savaşmayı kökten caydırabilecek olmasından dolayı, bir bakıma savaşı önleyici bir faktör sayabileceğimiz zehabına kapılanlar şunu asla gözden kaçırmamalıdırlar ki; eğer “barış” böyle bir mekanizmanın varlığı ve geliştirilmesine bağlı olacaksa, kaderimiz bu karşı konulmaz güç mekanizmasını çalıştıran, geliştiren ve yöneten, “beynindeki insanı öldürmüş” bir kesimin elinde demektir.

Burada belirtmek istediğimiz nokta, savaş öldürme alet-aygıtlarında her niteliksel “gelişme”nin, savaş tarzında, savaşçı tipoloji ve zihniyetinde de eşdeğer nitelikte bir “gelişme”ye karşılık düştüğüdür. Nasıl modern-öncesi çağın savaş biçim ve ritüelleri, savaşçı tipi ile modern çağ ordularınınki farklıysa, aynı farklılık o savaşçıların devşirilme, eğitim ve savaşı meşrûlaştırma, doğallaştırma söylemlerinde de göze çarpıyor ise; modern ve ultra/postmodern ordu, savaş, savaşçı tipolojisi ve zihniyetinde de herhalde daha net bir niteliksel farklılık olması kaçınılmazdır ve bunun güçlü belirtileri şimdiden ortadadır.

Bu niteliksel farkın apaçıklaştığı noktaya gelindiğinde nasıl bir savaşçı zihniyeti ile karşılaşacağımıza dair az önce gayet kestirmeden söylediklerimiz dikkate alınması gereken bir gerçeklik/doğruluk payı bile taşıyor ise; bunun bir “gelişme” olduğu hiçbir biçimde söylenemez; tam aksine insanın bütün o ultra modern teçhizatıyla insanlıktan en dip noktaya düşmesi, gerilemesi demektir bu.


Post-ultra modern ordu, savaş mekanizması olgusu ile ilgili diğer konuya, bu olguyu oluşturan gerçekliğin mümkün kıldığı öteki boyuta gelince... Bu konu, yazının başlangıcında belirttiğimiz gibi böylesi bir savaş mekanizması ile korunan, işletilen bir düzenin “muhalifleri” ile ilgili.

Gayet özetle ifade edersek, modern çağa gelinceye kadar, kurulu düzenlerin orduları, o düzenleri yıkmak ya da egemenlerinin yerine geçmek isteyenler tarafından hemen hemen eş güçte bir benzerinin oluşturulabileceği ordulardı. O orduları daha derme çatma bir silâh ve teçhizatlı bir güçle, o orduların teknik, tecrübe ve profesyonellik üstünlüklerini sayısal fazlalıkla altetmek mümkündü. Modern çağla birlikte savaş aletleri, tahrip vasıtaları devlet denetimi altında, ondan bağımsız üretilemez olmaya başladıkça, bunlar ancak özel teknolojiler ve fabrikaları gerektirir hale geldikçe muntazam ordulara sahip kurulu düzenlere karşı, onunkinden tamamen farklı örgütlenen, basit silâhlarla donanmış, bunun gerektirdiği savaşma usül ve tertiplerini kullanan “gerilla orduları” ve savaş tarzı ortaya çıktı. Bu yöntemi ve örgütlenmeyi başarabilmiş hareketler muntazam orduları yenebildi. Bu sürecin doruk noktası, zirve başarısı Vietnam gerillalarının 1970 başlarında süper güç ABD’ye tattırdığı yenilgidir. Kuşkusuz diğer süper güç SSCB’nin Afganistan’daki yenilgisini de belirtmek gerekir.

Ancak, gerekçelerine girmeksizin belirtelim ki, modern ulus-devlet ordularının post-endüstriyel çağın teknolojik imkânlarına sahip araç gereçlerle donanır hale gelmesinden ve buna paralel olarak -daha önce kısmen değindiğimiz üzre- bu orduların iç düşmana (dolayısıyla gerillaya) karşı savaş konseptine göre düzenlenmesinden sonra, gerilla savaşı ile “zafer” imkânı artık yoktur denilebilir. Türkiye ve on yıllardır güçlü gerilla hareketlerinin sürdüğü Latin Amerika ülkeleri bunun kanıtlarıdır.

Modern -muntazam- ordu/gerilla ordusu ikilisinin yerini postmodern (iç düşmana odaklı) ordu ve (gerilla hareketi yandaşlarının da “terörist” diyebildiği) El Kaide türü hareketler ikilisi aldı, alıyor diyebilir miyiz?

Pekâlâ denilebilir ama bu ikisinin birlikteliğinin, savaş kavramı ve pratiğinde nasıl bir noktaya gelişe tekabül ettiğini de düşünmek, anlamak kaydıyla. Çünkü, az önce ultra-modern ordu/savaş mekanizmaları ve bunların varlığına kendini uyarlamış -”iç düşman”a odaklı- ordular bahsinde söylenenlere, burada değinmediğimiz son derece önemli bir olguyu, savaş endüstrisinin kendi pazarını da “üreten” bir sektör haline gelişini de eklersek ve bunun El Kaide türü örgütlerin mutlak bir nihilizmden başka bir izahı olmayan, her şeyi bir öldürme nesnesi, aracı saymaya açık, sınır, kural tanımayan “savaş”ma tarzları ile simetrisini görebilirsek, bu iki “çizgi”nin kesişme noktasında, insanlığın, toplumların tarihinde “savaş”mayı meşrûlaştıran, zorunlu veya tek çıkar yol saydıran tüm gerekçelerin tükendiğini de saptayabiliriz. Bu şiddet ve zorun bizatihi bir amaç ve ihtiyaç haline gelişinden başka bir şey değildir.

Eğer ultra modern savaş mekanizması, şiddet, öldürme ve tahrip gücünün dokunulamaz bir rakipsizlikle merkezileşmesi, en üst derecede yoğunlaşması ise ve onun karşıtında diyelim -bir El Kaide militanı insanın salt tek bir şiddet eyleminin öznesi- aracı haline gelişinin timsali gibi duruyorsa postmodern savaş olgusunun bu diyalektiği, uygarlık sürecimizin savaşı, orduları ordu kurumunu bu sürecin zorunlu hattâ gerekli bir unsuru sayan, şimdiye kadarki bütün aşamaları için de geçerliliğini koruyan ortak mantığının gelip dayandığı noktayı özetler. Uygarlığın en özlü ifadesinin, hattâ amacının, şiddetten, şiddet, güç içeren ilişkilerden “arınmak” olduğu söylenebilirse; bu mantıkla yürüyüp geldiğimiz noktada önümüze gelen şu yukarıdaki diyalektik, uygarlık adına yarattığımız her şeyin ya bir şiddet aracına dönüştürülebileceğini ya da yine her şeyin bir şiddet-savaş mekanizmasının ezici tehdidi, denetimi altına girdiğini gösteren bir gerçeklik ile şiddetten arınmayı değil, aksine şiddet sembolü “savaşçılar” ve militanların terörizmi ile kuşatılmış bir insanlık manzarası sunuyor bize. Uygarlık sürecimize yön vermiş mantığın, düşünüş tarzının mutlak olumsuzlanma ile yüzyüze kalışı demektir bu.

Bu noktaya varışın adımlarının, insanlığın uygarlaşma bahsinde en iddialı ve umutlu olduğu modern çağdan itibaren belirginleşmesi bu mantık bağlamında hiç de paradoksal değildir. Uygarlaşmamızın itici gücü, en etkin dinamiği saydığımız bilimsel-teknik etkinliğin ordu ve savaş etkinliği ile ilişkisindeki “aşama”lara baktığımızda bunu görmek zor değildir. Bir döneme kadar bilimsel-teknolojik etkinlikler hemen tamamen “sivil” alan ve ihtiyaçlara dönük yürütülüyorken, savaş araç ve gereçleri için araştırma ve üretim o ana etkinliğin bir eklentisi iken -yaklaşık- 20. yüzyıl ile birlikte hem savaş endüstrisi özerkleşmeye başladı hem de bir kısım bilimsel teknik etkinlik münhasıran savaşa, savaş araçları, tahrip vasıta ve güçleri icadına tahsis edilir oldu. Sonraki aşama, en uç bilimsel teknik etkinliklerinin savaş endüstrisi ve ordu laboratuvarlarına kayması, en ileri bulgu ve icatların önce savaş ve ordu için realize edilmesi, buralardan “sivil” alana bilgi ve teknoloji transfer edilmesidir. Halen de “bu aşama”nın içindeyiz.

Fizik güce dayalı ilişkilerin, ordulara ihtiyaç duymanın, savaşın bir kaçınılmazlık olmaktan çıkmasını sağlayacağı -umutla- varsayılan bilimsel etkinliğin sonuçta savaş ve orduların “emrine” girmiş olması, şüphesiz bilme istek ve ihtiyacımızın, genel olarak “bilim”in özgül vasfıyla temelden çelişen bir durumdur.

Uygarlığımız ve onun itici gücü olarak bilimin vardığı bu noktadaki çelişkileri, onları bu halleriyle sahiplenen “yeni dünya düzeni”nin şemsiyesi altındaki tüm kurulu düzenlerin, ne denli güçlü ve güç mekanizmaları ile donanmış da olsalar, tıkandıklarının yadsınmaz işaretleri, karineleridir. Hattâ “yeni dünya düzeni”nin bu tıkanmanın kalıcılaştırılması, kurumsallaştırılması olduğu dahi öne sürülebilir. Dolayısıyla da onun -bu yazıda çokça bahsettiğimiz- ultra modern ordu-savaş mekanizmaları ile donanmış düzen kurma, koruma aygıtlarının “varlık nedeni”nin de bu olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak bu söylenenler ne kadar doğru olsa da, kurulu düzenlerin iktisadî, toplumsal, kültürel yapılar, hayat anlayışı ve tarzı oldukları aslî gerçeğini gölgelememelidir. Kurulu düzenleri ayakta tutan bunlardır; savaş, ordu mekanizmaları ve bunları odağına almış devletlerin gücü bu “ayak” onlara destek verdiği sürece ve verdiği ölçüde etkindirler.

Bunları, kurulu düzen(ler)e karşı muhalefetin -eğer dönüştürmek gibi bir amacı varsa- dikkat ve enerjisini -ne denli etkin ve kapsayıcı görünürse görünsün- düzen koruyucu mekanizmalara değil, hayatın kendisine yöneltmesi gerektiğini vurgulamak için söylüyoruz. Bu aynı zamanda radikalliğin derecesini güç, silâh ve savaşa verilen ağırlıkla ölçen muhalefet mantığına bir uyarıdır. Kurulu düzenin bu koruma aygıtlarının gücü sayesinde ayakta durduğuna inanıldığı ölçüde benimsenen bu mantık, gücün güçle, savaş mekanizmalarının kendimizi bir savaş mekanizması haline getirilerek alt edileceği fikrine kaçınılmaz olarak sürüklenir.

Nükleer silâhlardan biyolojik silâhlara kadar binbir tür silâhın, öldürme, tahrip araçlarının var olduğu, kullanılabildiği, daha da ötesi kullandığımız her nesnenin bir silâh, bir öldürme ve tahrip vasıtası olabildiği bir dünyada, şiddet, silâh, fizik güç ve bunların özgül etkinliği olan ölüm, tahrip, korku ve dehşet de erişebileceği en üst aşamaya varmış demektir. Bu aynı zamanda onların en katıksız, kendilerinden başka hiçbir şey olmadıkları hal demektir. Şiddetin, gücün, silâhın herhangi bir olumlu amacın aracı olarak kullanılabildiği, öyle meşrûlaştırıldığı safhaların “aşılması”dır; şiddetin, gücün sadece kendisi olduğu sadece kendisini ürettiği ve “amacı”nın sadece kendini var etmek olduğu noktadır bu.

O nedenle de -ancak kendi türünden bir güçle- silkelenmesi, bertaraf edilmesi gereken, kurulu düzenin koruma mekanizmaları değil, bu hale gelmiş, böylece tıkanmış hayatlarımızın kendisidir. Dolayısıyla da muhalefet kurulu düzenin onun savaş mekanizmalarının karşısında değil, bizzat hayatın, hayatlarımızın içinde tertiplenmelidir.

(*) 1980’lerden beri ABD’nin önce “Yıldız Savaşları” projesiyle, şimdilerde de “Füze kalkanı” girişimi ile bir önemli amacının da bu olduğu söylenebilir. Bush yönetiminin Rusya ile yapılmış olan balistik füzelerin sınırlandırılması anlaşmasını tek taraflı olarak tanımayabileceğinin ilân edilmesi bu açıdan gayet anlamlıdır.