Um outro mundo é possivél! “Başka bir dünya mümkündür”… 31 Ocak-5 Şubat arasında Brezilya’nın işçi kenti Porto Allegre’de toplanan II. Dünya Sosyal Forum’unda onbinlerce delege, izleyici ve aktivist bu slogan altında birleşti.
“Gezegenimiz satılık bir ticari mal değildir” ve “Küreselleşme kaçınılmaz bir tarihsel zorunluluk değildir” mesajları ile biraraya gelen katılımcılar, altı gün boyunca dünyamızın geleceğini piyasa güçlerinin başıbozuk ve yıkıcı etkilerine terk etmeyi amaçlayan ve iktisadî-sosyal faaliyetleri sadece kar dürtüsüne indirgeyen neo-liberal öğretiye karşı, katılımcı ve insanca yaşamanın asgari gereklerini ön plana çıkartan alternatif bir iktisadî kalkınma felsefesinin arayışlarını sürdürdüler.
Bu amaçla Forum boyunca, (i) Üretim ve Sosyal Yeniden Üretim; (ii) Sürdürülebilir Kalkınma; (iii) Yeni Toplumda Politik Güç ve Ahlâk; (iv) Sivil Toplum ve Kamusal Alan konularından oluşan dört ana tema etrafında yirmiden fazla konferans, ikiyüzden fazla çalışma atölyesi ve çeşitli sosyal etkinlikler düzenlendi. Porto Allegre kenti altı gün boyunca çok sesliliğin ve özgür düşüncelerin çatıştığı dev bir entellektüel arenaya dönüştürüldü.
Bu arenanın en renkli kişileri, hiç kuşkusuz, dünyaca ünlü muhalif/araştırmacı yazar Noam Chomsky, ATTAC yöneticisi Susan George, ve Immanuel Wallerstein, Samir Amin, Maria Tavares gibi yapısalcı okula mensup toplum bilimcilerdi. Delege ve izleyiciler arasında Arjantinliler, Kübalılar, Tayland’dan gelen Budist rahipler, Hindistan ve Kanada’dan kadın örgütlerinin temsilcileri, Brezilya’nın Amazon bölgesinden çevre örgütleri, Meksika’dan topraksız köylü hareketinin temsilcileri, Latin Amerika’nın hemen her bölgesinden favela’lardan gelmiş kent yoksullarının önderleri Dünya Sosyal Forum’unun sosyal/kültürel zenginliğinin birer parçası oldular.
Dünya Sosyal Forum’unun entellektüel anlamda en büyük desteği, merkezi Fransa’da bulunan ATTAC grubundan gelmekteydi. “Sivil Yaşamın Desteklenmesi İçin Finansal Sermayenin Vergilendirilmesi” gerekliliğini savunan ATTAC, Fransa dışında 40’dan fazla ülkede örgütlü konumda. ATTAC dışında Güneydoğu Asya’da “Alternatif Bölgesel Ticaret Örgütü” ARENA; Hollanda’da örgütlenmiş olan Transnational Institute; küreselleşmenin ahlâki yıkımına karşı mücadeleyi amaçlayan AMERİNDA; katılımcı demokrasi üzerine çalışmalar yürüten Peace Link; kalkınma iktisadında neo-liberal öğretiye karşı heterodoks ve eleştirel çalışmalarıyla tanınan IDEAs gibi çeşitli akademik örgütler ve NGO’lar, Forum’un küreselleşme karşıtı entellektüel eylem dayanaklarını oluşturdular.
KÜRESELLEŞME SÜRECİNİ DOĞRU TAHLİL ETMEK
Bu entellektüel eylemin çıkış noktası kapitalizmin içinde bulunduğu küreselleşme dalgasını yakından irdelemekten geçiyor. Günümüzde küreselleşme olgusu iki ana süreçten oluşuyor. Bunlardan birincisi çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ’ların) faaliyet ve denetim alanı altında yürütülen mal ve hizmet ticareti; ikincisi ise uluslararası finansal sermaye hareketlerinin dünya piyasalarında serbest dolaşımı. Örneğin, bugün toplam 32 trilyon dolara ulaşan dünya gayrı safi gelirinin %25’inin 200 büyük çok uluslu şirket tarafından üretildiğini görmekteyiz. Dört büyük ÇUŞ tüm Afrika kıtasının ürettiği toplam gayrı safi gelirden daha fazla üretim gerçekleştiriyor. Yaklaşık 10 trilyon dolara ulaşan dünya ticaret hacminin bileşimine baktığımızda ise, bu tutarın üçte birinin herhangi bir çok uluslu şirketin kendi bünyesindeki ticaretten oluştuğunu, gene üçte birinin de bir ÇUŞ’un diğer bir ÇUŞ grubuyla yürüttüğü ticarete konu olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla ticaret ders kitaplarında okutulduğu biçimiyle “pazar ekonomisinin” kurallarına bağlı olarak yürütülen ÇUŞ-dışı ticaretin toplamın sadece geri kalan üçte birinden oluştuğu görülmektedir. Bu anlamda uluslararası ticaret, kuramda öngörüldüğü biçimiyle göreceli üstünlükler ilkesine göre değil, çok uluslu şirketlerin idari kararlarından doğrudan etkilenen mutlak üstünlükler ilkesine göre yönlendirilmektedir. Dolayısıyla günümüzün küreselleşme sürecine konu olan uluslararası ticaret, rekabetçi fiyatlama ya da serbest pazar ekonomisi gibi fantezi unsurlara dayalı olarak değil, doğrudan doğruya çok uluslu şirketlerin politik gücüne dayalı idari kararlar sonucu sürdürülmektedir.
Küreselleşmenin ikinci ayağı ise finansal serbestleştirmeye yönelik uygulamalarda yatmaktadır. 1980’lerden itibaren hız kazanan finansal serbestleştirme uygulamaları, finansal sermayenin dünya ölçeğinde akışkanlık kazanmasına ve en yüksek kârı realize etmek uğruna bir piyasadan diğerine serbestçe transfer olabilmesine olanak kazandırmıştır. Bu süreçte finansal sermaye, reel üretim, istihdam ve mal ticareti gibi reel sektöre ilişkin faaliyet alanlarından tamamıyla bağımsızlaşmış ve kendi başına yepyeni bir dinamik yaratmış durumdadır. Örneğin günümüzde sadece uluslararası döviz piyasalarında işlem gören spekülatif nitelikli finansal sermaye akımlarının toplamı bir günde 1.8 trilyon dolara ulaşmaktadır. Üstelik bu tutarın %80’i girdiği piyasayı bir hafta içinde terk etmektedir. Dünya reel üretim ve ticaret süreciyle âlâkası olmayan bu olgu, bir yandan döviz kurlarında istikrarsızlığı körüklerken, bir yandan da ulusal finans piyasalarının kırılganlığını derinleştirmekte ve yeni finansal krizlerin yapısal koşullarını hazırlamaktadır.
Bu şartlar altında, neo-liberal hegemonyanın azgelişmiş uluslara önerdiği “kalkınma” modeli, daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanan ve yüksek reel faiz ve devalüasyon riskinden arındırılmış bir döviz kuru sistemini amaçlayan, dışa açık (yabancı semayeye bağımlı) bir iktisadî yapıyı öngörmektedir. Bu yapı altında merkez bankaları “bağımsız” kılınarak, sadece ve sadece ulusal paranın değerini korumakla görevlendirilmekte ve bu amacın dışında başka hiçbir rol oynamamaları için ellerindeki bütün müdahale olanakları kısıtlanmaktadır. Kamunun maliye politikaları ise doğrudan doğruya “faiz dışı fazla veren bütçe” amacına mahkûm edilmektedir. Kamu tüketim ve yatırım harcamalarında olağanüstü kesintiler pahasına sağlanması beklenen bu politika sonucunda, kamusal alanın sınırlarının alabildiğince daraltılması öngörülmekte ve kamunun geleneksel olarak kar amacı gütmeyen tüm sosyal altyapı faaliyetleri finansal sermayenin spekülatif faaliyet alanına çekilmektedir. Paul Krugman’ın “depresyon ekonomisine dönüş” şeklinde nitelediği bu süreç neticesinde gelişmekte olan ülkelerin hiçbirinde artık faiz dışı -birincil- bütçede açık verebilen herhangi bir ekonomi kalmamıştır.*
Neo-liberal öğreti, küreselleşmenin nimetlerinden yararlanılabilinmesi için ulusal merkez bankalarının özgün para, faiz ve döviz kuru politikalarıyla uluslararası sermaye akımlarına ayak bağı olmaması gerektiğini dikte etmektedir. Merkez bankalarının görevi fiyat ve kur istikrarını sağlamak ve ulusal piyasada yüksek reel faiz düzeyini korumak olmalı; kamu maliyesi ise doğrudan doğruya uluslararası sermayenin çıkar alanını genişletmek için gerekli tüm tedbirleri almakla koşullandırılmalıdır. Bu şartlar altında küreselleşme felsefesinin kalkınma modeli, Dani Rodrik’in ifadesiyle, “uluslararası sermayeye büyük bir hoşgeldin partisi düzenlemek”ten geçmektedir.
Bu sistem altında dünyanın gelişmiş finansal merkezlerine azgelişmiş ülkelerden büyük ölçekli transferlerin gerçekleştirilmesi sağlanmaktadır. Örneğin İsviçre bankalarına Brezilya’dan transfer edilen “kayıt dışı” sermaye tutarının yılda 9 milyar dolara, Arjantin’den ise 7 milyar dolara ulaştığı hesaplanmaktadır. Kayıt dışı sermaye transferi olarak İsviçre bankalarının her yıl 3 trilyon doları işledikleri bilinmektedir. Azgelişmiş ülkeler bir yandan da borç tuzağı içine itilmekte ve ulusal işletmeleri ipotek altında tutulmaktadır. Örneğin Arjantin 1976’da toplam sadece 7 milyar dolar dış borç taşırken, 2000 yılında dış borçlarını 140 milyar doların üzerine çıkartmıştır. Aynı dönemde Arjantin ekonomisi birikimli olarak sadece %6 oranında büyüme gösterebilmiştir. Oysa II. Dünya Savaşı sonrasındaki 25 yıllık dönemde Arjantin’in toplam birikimli büyüme hızı %60’a ulaşmaktaydı. Benzer süreçlerden Türkiye ekonomisi de geçmiş ve 1990 sonrası finansal serbestleştirme altında Türkiye net dış borçlanmasını 60 milyar dolar arttırmıştır. Ancak söz konusu dönemde kişi başına millî gelir 500 dolar gerileme göstermiştir. Kişi başına dış borcun 1000 dolar artış gösterdiği bu dönem Türkiye ekonomisi için yoksulluğun arttığı, gelir dağılımının bozulduğu ve kamusal üretimin ve finansal sistemin çökertildiği bir dönemi sergilemektedir.
KÜRESELLEŞMENİN DENETLENMESİNE İLİŞKİN
Dünya Sosyal Forumu, çok uluslu şirketlerin ve spekülatif finans sermayesinin belirleyici olduğu bu çarpık küreselleşme sürecinin denetlenmesi ve yeniden düzenlenmesinin mümkün olduğunu ve daha insancıl bir dünyanın koşullarının yaratılmasının sağlanabileceğini önermekte. Forum boyunca sürdürülen tartışmalar, kapitalizmin yeni küreselleşme dalgasının tarihsel bir zorunluluk olmadığının altını çizmekte. Bu amaçla bir dizi sistem içi öneri sunulmakta. Örneğin finansal sermaye hareketlerinden toplanacak binde 1 düzeyindeki bir Tobin vergisinin, finansal sermayenin akışkanlığının boyutları düşünüldüğünde oldukça yüksek hacimlere ulaşabileceği hesaplanmakta. Öte yandan çok uluslu şirketlere tanınan vergi cennetlerinin ve kâr transferlerinin önüne geçilmesi suretiyle bunların gelirlerinin kayıt altına alınması ve uluslararası düzeyde muhasebelendirilerek, gene uluslararası düzeyde vergilendirilmesi öngörülmekte. Bu yollarla elde edilecek kaynaklarla azgelişmiş ülkelerin borçlarının temizlenmesi, yoksullukla mücadele, teknolojinin ve gelirin dünya ölçeğinde daha adil dağılımının sağlanabileceği öne sürülmekte.
Elbete bu öneriler sistemin dışına çıkılması amacını güden yeni bir dünya projesinin ertelenmesini ya da göz ardı edilmesini gerektirmiyor. Dünyayı değiştirmek arzusunda ve hazırlığında olanlar hem sistem-dışı toplumsal projeleri düşünürken, hem de sistem-içi –anti-sistemik– yeniden düzenlemeleri düşünmek ve gerçekleştirmekle yükümlüler. Dünya Sosyal Forum’larının artık gelenekselleşmiş bir ortak sloganında vurgulandığı gibi, “ayrı dillerde konuşuyor olmamız, aynı düşleri tahayyül etmemizi engellemiyor”. 2003’te Yeni Delhi’de toplanması planlanan III. Dünya Sosyal Forumu’nun çok daha katılımlı ve çok daha renkli geçeceği şimdiden belli.
(*) Nitekim, örneğin Türkiye, IMF’ye peş peşe sunduğu tüm Niyet Mektuplarında “faiz dışı bütçe fazlasının” milli gelire oranla %5.6’ya ulaşacağını ve 2004 sonuna kadar bu düzeyde korunacağını taahhüt etmektedir. Söz konusu oran Brezilya’da %3.8; Arjantin’de %2 düzeyindedir.