Kendi Olmayı Yasaklamak: Anadil ve Dilekçe

“Anlatma sanatı”nın büyük ustalarından Ignazio Silone, Mussolini faşizminin ve özellikle buna karşı direnişin ilk dönemlerinden bir kesiti “anlattığı” nefis romanı Fontamara’nın ‘Önsöz’ünü “herkesin kendi sözünü söyleme tarzı” meselesine ayırmıştır.

Sabahattin Ali çevirisiyle Toplum Yayınları’ndan 1943’te çıkan ilk Türkçe baskıda Önsöz, “herkesin kendi işini kendi yolunda anlatması doğru olur” cümlesiyle biter. Romanın Türkçe çevirisinden çok zaman önce bir vesileyle okuduğum Almanca nüshasında, buna karşılık gelen cümlenin altını kafamda şöyle çizmiştim: “Herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder.” Romanın İtalyancasında cümlenin nasıl geçtiğini bilmiyorum, ama sanki böylesi, önsözün bütününe, romanın ruhuna ve Silone’nin iç diline daha uygun düşüyor. Belki de cümleyi hafızama böyle kaydetmiş olmamın asıl nedeni, hayatın pek çok alanını, sözlerle fazla oyalanma ve ihtimal sözü iğdiş etme tuzağına düşmeden anlamaya ve anlatmaya kadir bir formül elde etme isteğidir. Nitekim, muhtelif hallerde bu formülden fazlasıyla yardım aldığımı biliyorum. En son “Dilekçe Eylemi” olarak ünlenen gelişmeleri, bu gelişmeler karşısındaki devlet ve medya refleksini okumaya çalışırken elimden, yani dilimden tuttu diyebilirim.

Meselenin ne olduğu belki başlarda değil, ama iş artık “ulusal güvenlik”, “bölünmez bütünlük” ve kaçınılmaz olarak “asayiş” konusu haline getirildikten, yani devlet “uyandıktan” sonra toplum da “aydınlandı”. Yine de kısaca hatırlatalım: Bundan üç ay kadar önce (tam olarak 2001 Kasım ortaları) çeşitli üniversitelerde okuyan öğrenciler rektörlüklere hitaben yazdıkları dilekçelerle, Kürtçenin kendi üniversitelerinde “seçmeli ders” olarak okutulmasını talep etmeye başladılar. Devletin doğrudan ve çıplak bir şekilde müdahale etmediği süre içinde, yani aşağı yukarı iki ay boyunca büyük basın da konuyla ilgilenmedi ve böylece girişim kendi halinde bir kampanya havasında yürüdü. Ne zaman ki, devlet en iyi bildiği yöntemlerle tutumunu netleştirdi, büyük basın da gelişmelere yer vermeye başladı.

Devlet kurumlarının meseleye yaklaşımında bir sürpriz, bir yenilik yoktu. Çeşitli kurumlar adına değişik zamanlarda yapılan açıklamalar, eylemlerin “PKK ve onun görüşleri doğrultusunda hareket eden bazı sivil toplum örgütleri” tarafından yönlendirildiği tespitine dayanıyordu. Örneğin ilk tepki veren kurumların başında gelen YÖK’ün konuya dair kararında, bu girişimlerin “bölücü terör örgütü PKK’nın doğrudan ya da dolaylı yandaşları ve destekçileri ile birlikte planlayıp organize ettiği, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bölücü faaliyetler olduğu” belirtiliyor ve “üniversitelerde bu tür eylemlere fırsat verilmemesi” isteniyordu. Bu tespite uygun yöntemler de gecikmeden uygulamaya sokuldu zaten. Bir yandan üniversitelerde disiplin soruşturmaları açılır, bir kısmı hızla sonuçlandırılır ve bazı öğrencilere uzaklaştırma cezası verilirken; diğer yandan polis ve savcılıklar harekete geçip gözaltı ve tutuklama sürecini başlattılar. İçişleri Bakanlığı da, Ocak ayı ortalarında basına yansıyan bir genelgeyle, dilekçe girişimini PKK’nın yeni eylem stratejisinin bir uzantısı olarak değerlendirerek, ilgili bütün kurumların işbirliği içinde gerekli tedbirleri almalarını istedi. “İlgili kurumlar”ın başında gelen polis, jandarma, savcılıklar ve DGM’ler esasen “gereğini yerine getirme”ye başlamışlardı. Dilekçe sahipleri gözaltına alınıyor, “örgüt üyeliği” veya “örgüte yardım ve yataklık” suçlamasıyla mahkemelere tutuklanma talebiyle sevk ediliyor, bir kısmı da tutuklanıyordu. İçişleri Bakanlığı’nın genelgesi, bu ilgililer açısından, en fazla “doğru yol”da olduklarının bir teyidi ve yaptıkları için bir takdir sayılabilirdi. O zaman da, genelgeyle başka “ilgililer”in de harekete geçirilmek veya uyarılmak istenip istenmediği sorusu haklı olarak akla gelir. Basının büyük bir kısmının olaylara yaklaşım mantığı ve üslûbu dikkate alındığında, sorunun haklılığı ve büyük ölçüde cevabı da ortaya çıkar. Yakın ve uzak geçmişteki benzer sayısız örnek, bu cevapta dile gelen tespitin de yeni hiçbir şey içermediğini, “hassas gelişmeler” karşısında rutin işleyişin bu olduğunu göstermiştir. Basının büyük bir bölümü ve özellikle büyük basın, kendisine doğrudan görev verilmemiş olsa da, “durumdan vazife çıkarma” konusunda öyle kabarık bir sicile sahiptir ki, “evet, bu olaylarda da böyle oldu” demek ve bunu serimlemeye çalışmak, herhalde çok kimseye ilginç gelmez ve bu işi yapanın hanesine de özgün bir katkı olarak yazılmaz. Yine de her seferinde birilerinin bunu sabırla yapması ve aynı sabrı okuyucuların da göstermesi gerekiyor ki, Rilke’nin başka bir bağlamda dediği gibi, “derin bir alçakgönüllülük ve sabırla yeni bir açıklık ve kavrayışın doğacağı saati bekleme”ye hakkımız olsun.

Basının olaylara ilgisinin, gözaltı ve tutuklamalarla canlandığını söyledik. İlk başlarda haberlerin verilişinde ürkek ve zayıf bir “objektiflik”, hattâ Milliyet gibi “daha duyarlı” geçinen gazetelerde epeyce yumuşatılmış olsa da bir “eleştirellik” göze çarpıyordu. Devletin tavrı netleştikçe, bütün sıfatlarıyla birlikte “objektiflik” ve “eleştirellik” de neredeyse tamamen yok oldu. Olayları başından beri eleştirel bir objektiflikle ve aydınlatıcı bir araştırmacılıkla veren Radikal olmasaydı, bu “neredeyse” çekincesine de gerek kalmayacaktı.

Haberler için kullanılan başlıklar ve içerikte yer alan “bilgiler”, süratle devlet organlarının tespitlerine uyarlandı. Örneğin dilekçeler, Kürtçenin “seçmeli ders” olarak okutulması talebiyle kaleme alındığı halde, “Kürtçe eğitim” isteniyormuş gibi yansıtıldı. Hürriyet, Milliyet, Sabah, Star gibi gazetelerde konuya ilişkin haberlerin hepsi “Kürtçe eğitim isteği” veya “eylemi” başlığıyla ya da bu ibareye yer veren başlıklarla aktarıldı. Giderek sanki dilekçe sahipleri, okudukları kurumlarda eğitimin tamamının Kürtçe yapılmasını talep ediyorlarmış gibi bir izlenim yaratıldı.

Haberlerde olaylarla PKK’nın eylem stratejisi arasında kurulan bağlantının silip süpürücü bir vurguyla verilmesi, bir yandan dilekçe sahiplerine reva görülen muamelenin hukuksallığının sorgulama dışına çıkarılmak, diğer yandan taleplerin içeriğinin ve dile getiriliş tarzının ulusal ve uluslararası hukuk açısından meşrû olup olmadığı tartışmasının önünün kesilmek istendiğini çok güçlü bir ihtimal olarak akla getiriyor. Her şeyden önce, “eylemler”in dışsal biçimi, Anayasanın 74. maddesinde güvence altına alınmış, üstelik son değişiklikle biraz daha kuvvetlendirilmiş “dilekçe hakkı”nın kullanımından ibarettir. Ne bu maddede, ne de “Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun”da dilekçe hakkına “içerik” yönünde bir sınırlama öngörülmüştür. Son anayasa değişiklikleriyle genel sınırlama nedenleri de kaldırıldığına göre, hukuk düzeninde dilekçe hakkının konu yönünden sınırlanmasına dayanak alınabilecek herhangi bir düzenleme bulmak mümkün değildir. Bu durumda, başta İçişleri Bakanlığı’nın genelgesi olmak üzere uygulamanın bütününün “dilekçe hakkı”na hukuk dışı bir müdahale olduğu açıktır. Buna rağmen, dilekçe verme “fiil”inin, örgüt üyeliği veya örgüte yardım ve yataklık savıyla tutuklanma sebebi sayılması, dilekçelerde dile getirilen talebin yasadışı bir örgütün veya örgütlerin hedef veya beyanlarıyla örtüştüğü noktasından hareketle, “failler”in de dilekçelerini bu niyet veya saikle verdikleri varsayımının esas alındığını gösterir. Örneklerine yakın zamanda, “açlık grevleri” ve “F-tipi cezaevleri karşıtı kampanya”sırasında da rastlanan bu tutum, hem hukukun temel ilkeleriyle çatışır, hem de seçme usûlüyle değil, bu tür talepleri herhangi bir şekilde dillendiren kişi, parti veya kuruluşlara tutarlı bir şekilde uygulandığı takdirde, toplumu kriminalize etme açısından son derece vahim sonuçlar doğurabilir. Şayet tutarsız bir uygulama söz konusu olur da, ancak belli kesimler hedef alınırsa, o zaman da hukuk devletinin en aslî unsurları tahrip edilmiş olur. Hatırlatmadan geçmek istemiyorum: Çağdaş anlamdaki dilekçe hakkının temeli sayılan 1689 tarihli İngiliz Haklar Bildirisi’nin (Bill of Rights) 5. maddesi, “Krala dilekçe vermek teba için bir haktır ve bu tür dilekçelerden ötürü yapılacak tüm suçlama ve kovuşturmalar yasadışıdır” hükmünü içerir. Bunlar, sorgulanması istenmeyen tavır ve uygulamaların başlıcaları. Bir de olaylarla gündeme gelmesi kaçınılmaz olduğu halde tartışılması istenmediği için geçiştirilen konular var. Bunların başında da AB’ye üyelik yolunda Türkiye’nin ödevlerini belirleyen Katılım Ortaklığı Belgesi’nin “orta vadeli siyasî kriterler” bölümünde yer alan: “kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşlar için kültürel hakların garanti edilmesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması. Eğitim alanı da dahil olmak üzere bu hakların kullanılmasını önleyen tüm yasal hükümlerin kaldırılması” hedefi geliyor. Belgedeki bu “kriter”, Ulusal Programa damgasını vuran “topu taca atma” taktiğine rağmen, “anadilde eğitim” veya “anadil eğitimi” mevzuunu er ya da geç Türkiye’nin gündemine daha yakıcı bir şekilde sokacaktır. Hal böyleyken, “eylemler”i, bu çetin meselenin enine boyuna tartışılması için bir vesile sayılmasını beklemek, çok mu naif kaçıyor?

Fakat asıl amaç olayların arkasında “hain bir plan” yattığını kanıtlamak olunca, bütün bunları dikkate alan kollektif bir akıl ve/veya vicdan beklentisinin “ülke gerçekleri”ne yabancı olduğunu bilmek durumundayız. Yine de bu amaca ulaşmak için başvurulan çarpıtmaların bazıları karşısında, “biraz insaf” nidası da ister istemez ağızdan çıkıyor. 18 Ocak tarihli Sabah’ta “Kürtçe eğitim isteğinin arkasındaki plan” başlığıyla yer alan haber, bunlardan biridir mesela. Haber şu cümlelerle başlıyor: “Kürtçe eğitim isteklerinin arkasında AİHM’ye gitme planı var. Eylemciler AİHM’nin sözleşmesindeki ‘herkesin anadili ile eğitim hakkı vardır’ maddesine güveniyor.” Sözleşmenin adının yazılmasındaki garabeti özensizlik saymak belki mümkün, ama Sözleşme’de yer almayan bir hükmün var gibi sunulmasının acemilik, bilgisizlik, dikkatsizlik gibi nedenlerin dışında bir anlamı olduğunu söylemek herhalde abartı olmaz. Haberin devamında, Sözleşme’de yer almadığını herkesin az bir zahmetle saptayabileceği hükmün, bu sefer “kimsenin ana diliyle eğitim hakkının engellenemeyeceği” şeklinde olduğunu öğreniyoruz. Üstelik planın dayanağı da bu “hayali” hükümmüş. Habere göre, “AİHM’nin Türkiye’yi mahkûm edeceğini planlayan PKK, Türkiye’nin de AİHM kararına uyarak Kürtçe eğitimi başlatacağını hesaplıyor.”

Bu arada haksızlık etmemek için, düşmemiz gereken bir not var. Köşe ve yorum yazılarına baktığımızda, büyük bir kısmı yine tanıdık kalemlerden çıkmış olsa da, içimize bir parça serinlik taşıyacak esintiler bulabiliyoruz. Ama, biz gibilere bu köşelerden değen esintiler, büyük basının kamuoyunu oluşturma ve yönlendirme konusundaki gücü ve etkisi karşısında, ne yazık ki ülkede bir serinleme yaratma bakımında çok zayıf kalıyor.

Derken, devlet katında beklenen gelişme oldu ve Milli Güvenlik Kurulu olaya elkoydu. MGK’nın olaya el koymasının, genellikle devlet adına son noktayı koymak anlamına geldiğini de uzun uzun, hattâ kısa kısa bile anlatmaya gerek yok herhalde. Bir hayli uzun süren toplantıdan sonra açıklanan bildiriden “istihbarat ve güvenlik raporları ışığında, özellikle terör örgütü tarafından yönlendirilen, resmî dilden başka bir dil ile eğitim konusundaki ayrılıkçı faaliyetlerle, ülke güvenliğine yönelik iç ve dış kaynaklı diğer zararlı faaliyetler ve bu faaliyetlere karşı alınan, alınacak önlemler(in) gözden geçirildiği”ni öğreniyoruz. Demek ki, “dilekçe eylemi”, yani anadil eğitimiyle ilgili en düşük yoğunluklu talepler ve bu talepleri dile getirmek için kullanılabilecek en demokratik yöntemler bile “ayrılıkçı faaliyetler” kapsamında yer alıyormuş ve devletin -en azından şu an için- son sözü de -tıpkı sürecin başındaki ilk sözü gibi- buymuş. Hal böyle olunca, daha önce hafif de olsa “ılımlı” bir uslûp kullanmış siyaset erbabının gerekli tashihi yapması, büyük basının da konuyu gündeminden bütünüyle çıkarması farz oluyor; öyle de oldu zaten. “Eylemler” ve “tedbirler” bu ülkede sürüp gittiği halde, basın tarafından uzak, çok uzak, öyle uzak ki, anılmaya değmeyecek bir ülkeye sürüldü.

Uzatmak nafile galiba; “herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder”. Devlet organlarına hâkim olan tarz kimsenin meçhûlü değil: Toplumsal talepleri ve siyasal eylemleri asayiş meselesi sayıp, hızla kriminalize etmek, böylece en iyi bilinen yöntemler olarak “polis ve hapis”i devreye sokmak. Buna “dil” demek bile iltifat sayılabilir; belki “refleks” daha iyi bir karşılıktır. Toplumsal sorunlar karşısında refleks değil de bir “dil” geliştirmek; hele de sorunları herkesin eşdeğer konumda katılımıyla engelsiz tartışmak, sav ve karşı-sav, temellendirme ve çürütme dışında her türlü “silah”ı dışlamak, mutabakat temelinde çözümler aramak gibi bir ifade tarzı oluşturmak, diğerinde doğmuş ve ona gömülmüş olanlar için -hadi imkânsızdır deyip karamsarlığı koyulaştırmayayım ama- çok zordur. Böyle zorlu meseleler karşısında içeriden farklı bir cevap çıkarabilmek için, çok zahmete girmek, çokça da yorulmak gerekiyor. Şimdi Adalet Bakanı “dilekçelere yanıt verilmesi gerekmez mi” sorusuna, gözaltı işlemlerini kastederek “cevap veriliyor, anında ve yerinde” karşılığını verirken espri yaptığını sanıyorsa; karşıdakini dinleme ve anlamaya çalışmak, kendini sorgulamak, eleştirmek ve kendi kendiyle dalga geçmek gibi “meziyetler”i öğrenmekle içine girilebilecek bu diğer dil nasıl kanamaz?

Ama meselenin esası, Silone’nin, yine aynı yerde herkesin bir şekilde bildiği ve/veya yaşadığı bir gerçeği tekrarlayan sözlerinde yatıyor galiba: “İnsanın bir dilde iyice meramını anlatabilmesi için o dilde düşünmeyi öğrenmesi gerek.” Bir dilde düşünemeyen kimse, o dilde eyleyemez de tabiî ki. O zaman da, toplumsal sorunları içinden çıkılması çok zor kördüğümler yumağı haline getiren bu tür politikaları, bunlar sahiplerini de hem içeride hem de dış ilişkiler açısından böyle müşkül duruma soktuğuna göre, merkezî irade ve düşünce oluşumunu sağlayan tek bir beynin bilinçli ürünleri saymanın ne kadar doğru olacağı sorusu takılıyor aklıma. Böyle olunca, Robert Musil’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu için yaptığı şu tespitini hatırlamadan edemiyorum: “... bu devletin ruhu, irade dışı bir mutlakiyetçilik olarak adlandırılabilir; çünkü bu devlet, nasıl yapılacağını bilseydi, aslında demokratik davranmayı isterdi.”

Devletin “hassas” olduğu konularda basına hâkim kendine özgü bir dil var mıdır acaba? Evet demek çok zor. Bu olaylarda görülen şeyi, devlete hâkim dile yapışıp “kendine özgü çıkıntılar ve eklemeler” yapma, yani aciz bir kopya olarak tanımlamak yanlış olmaz herhalde. Basın da, bu gibi durumlarda kendini en iyi bu şekilde ifade ediyor demek ki. Ayrıca devletin Bakanından geri kalmak da olmaz; coplama ve gözaltı haberleri için “Al sana eğitim” başlığını koyu ve büyük puntoyla öne çıkarmak gerekir.

Bütün bunların, insanların bırakın kendilerini en iyi ifade etmede, sadece ifade edebilmede, yani kendi benlikleri ve başka benliklerle ilişki kurabilmede kullanacakları en doğal parçaları olarak görülmesi gereken anadillerini öğrenme ve geliştirme imkânını seçmeli ders biçiminde olsa bile talep etmelerine karşı yapıldığını da unutmayalım ayrıca! Anadil insanın o kadar doğal bir parçasıdır ki, onun “öğrenilmesi”nden söz etmek saçma, bunu bir hakkın konusu olarak düşünmek ise fuzuli sayılmalıdır. Kadir Cangızbay’ın yardımıyla, biraz daha açarak diyebiliriz ki, “kişinin anadili, öğrenerek edindiğini hissetmediği, kendisi tarafından öğrenildiğini hiçbir zaman aklına getirmediği/öğrenmeyi düşünmediği dildir. İnsanın bir dille olan ilişkisi bu şekilde kaldığı sürece/ölçüde ve böyle kalması şartıyla, o dil o insanın anadilidir.”

Ortega Y Gasset’in sözleriyle tamamlayalım: “Her zaman ve son elde anadil olan dil, dilbilgisi kitaplarından ve sözlüklerden değil, insanların söylediklerinden öğrenilir.”

Dolayısıyla, insanların anadillerini öğrenmeyi talep etmek zorunda bırakılmalarında işin tabiatıyla çatışan bir yön var. Bu çatışmanın kaynağı, insanların anadilleriyle, anadillerinin içinde büyümelerini ve anadillerini içlerinde büyütmelerini engelleyen hukuksal, siyasal ve toplumsal faktörlerde aranmalıdır. Bu engelleri, sadece anadilin konuşulmasını yasaklayan kurallardan ibaret görmek de meselenin özünü gözlerden kaçırmak anlamına gelir; bizatihi anadilin büyümesini, yani serpilip gelişmesini zorlaştıran veya durduran her türlü müdahaleyi bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Doğru, anadil insanın lugatla ve gramerle öğrenmek zorunda olmadığı dildir; ama bu dilin lugatını ve gramerini yaşatıp geliştirme ve edebiyatını yaratma kanalları olmadan bu dilin bir dil olarak kalmasının çok zor, hattâ bazen imkânsız olduğu da açıktır. Üstelik anadile dönük yasaklar toplamını, insanın kısmi ve dışsal bir eyleminin sınırlanması veya engellenmesi olarak düşünmek de mümkün değil. Burada da Cangızbay’ın o çok lezzetli ifade tarzından yardım alalım:

“İnsanın anadili, kendisi için bir dil değildir: konuşmak, tıpkı dört değil de iki ayak üzerinde yürüyebilmek gibi, insanın temel, aslî ve ayırıcı fonksiyonlarından belki de en başta geleni olduğuna göre, kendi kendisini beşeri bir varlık olarak üretmesinin en temel araçlarından biridir; yani insanın yürüyebilmesi için bacakları ne ise, konuşmak için de anadili odur; dolayısıyla da anadili yasağı, doğrudan doğruya ‘habeas corpus’ ilkesine aykırı, kişi dokunulmazlığına tecavüz eden bir insan hakları ihlalidir; tıpkı insanın bacağını koparmak, bedensel bütünlüğünü parçalamak gibi. Ayrıca şu da var ki, yasaklama yoluyla bir dilin ortadan kaldırılması, bireylere karşı işlenen bir suç olmanın ötesinde, kültürel bir soykırım ve de insanlığın ortak varlığından bir şeylerin bütün zamanlar için ortadan kaldırılması -bir dil, ya da bir bitki ya da hayvan türü- olarak doğrudan doğruya bir insanlık suçudur da.”

Aslında Türkiye gibi dil zengini bir ülkede, resmî dil dışında kalan dillerin en azından seçmeli ders olarak eğitim sisteminde yer alması talebinin, anadilleri resmî dille örtüşenlerden gelmesi; açıkçası bugünkü gibi bir dilekçe eyleminin anadili Türkçe olanlar tarafından gerçekleştirilmesi çok daha anlamlı olurdu. Yani Murathan Mungan’ın şu dizelerindeki gibi olurdu:

sorgulamak kendimizi / öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi / öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini

Bedri Rahmi Eyuboğlu’na sorarsak, iki dil de yetmez, bu ülkede her insanın en azından üç dil bilmesi gerekir:

En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Ana avrat dümdüz gideceksin / En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin / En azından üç dil / Birisi ana dilin / Elin ayağın kadar senin / Ana sütü gibi tatlı / Ana sütü gibi bedava / Nenniler, masallar, küfürler de caba / Ötekiler yedi kat yabancı / Her kelime arslan ağzında / Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla / Kök sökercesine söküp çıkartacaksın / Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek / Her kelimede bir kat daha artacaksın 

En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Canımın içi demesini / Kırmızı gülün alı var demesini / Nerden ince ise ordan kopsun demesini / Atın ölümü arpadan olsun demesini / Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini / İnsanın insanı sömürmesi / Rezilliğin dik alası demesini/ Ne demesi be / Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde / Ana avrat dümdüz gideceksin / En azından üç dil / Çünkü sen ne tarih ne coğrafya / Ne şu ne busun / Oğlum Mernus / Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun

Ozanın hangi dilleri kastettiğini bir kenara bırakalım; bir insanın bu ülkede yaşayan dillerden birden fazlasıyla iç içe büyümesinin, yıldırıcı hamasetle içi boşaltılan şu “birlik ve bütünlük” için en güvenilir ve en insanî imkânlardan biri olduğuna inanıyorum. Ayrıca “otobüsü kaçırmış” olduğumuzu kabul etsek bile dert değil. Çünkü bu yolculuğa otobüs değil, tren daha çok yakışır ve treni ya da trenleri kaçırdığımızı söylemek de çok abartılı bir karamsarlık olur.

Ben üç dilde büyümüş ve bu nedenle kendini şanslı sayan insanlardanım; Arapçayı annemden, Kürtçeyi sokaktaki ikizimden ve ülkedeki bütün ikizlerimle iletişimime imkân sağlayan Türkçeyi okuldan öğrendim. Böyle büyümüş olmanın bana neler kattığını düşündüğümü zevkle anlatabilirim; ama galiba yeri değil. Yine de bunlardan birini, o da Turgut Uyar’ın dizeleri dilimin ucunda olduğu ve bu yazıyı da bütünlediği için paylaşmak istiyorum:

kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil / kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana

MİTHAT SANCAR