ABD’nin, Bush yönetiminin muhtemelen Şubat ortasında düğmesine basacağı Irak’a yönelik askerî harekât ya Ortadoğu/Önasya ülkelerinin tamamını derece derece kapsayan genel bir operasyonun bir parçası, başlatıcısı olarak tasarlanmıştır veya bu harekât bölgede önceden kestirilemez sonuçları ile bir altüst oluş sürecini fitilleyeceği ihtimali gözetilerek, sırf bu amaçla kararlaştırılmıştır.
Yani sonuç olarak sorunun bu ihtimalleri de içererek bütün bir bölgenin mukadderatı sorunu olarak ele alınması gerektiği artık iyice belli olmuş durumda. Dolayısıyla bugün, Ortadoğu’nun kaderiyle imtihanını başlatacak ABD askerî harekâtı karşısında alınacak tavır, kendimizi bu bölge halklarının geleceği ile nasıl ilişkilendirdiğimizin de mihenk taşı olacaktır.
Öte yandan “Irak sorunu”, yüzyılımızın ilk on yıllarına damgasını vuracak dünya ölçeğinde bir güç/düzen çatışmasının ilk raundu olma boyutunu da içeriyor. Nitekim ABD ile AB’nin eksenini oluşturan Almanya-Fransa ittifakı arasındaki sürtüşmenin örtüsü de bu vesileyle nihayet kaldırıldı ve Almanya-Fransa ittifakının ABD’nin Irak’la başlatacağı operasyona karşı olduğunu açıkça bildirmesiyle “Kuzey”in bu iki emperyal güç odağınının iki farklı dünya düzeni konseptinin baş aktörleri olarak mevzilenecekleri yeryüzü ölçeğinde bir mücadelenin -veya sürtüşmenin- kapıları da resmen açılmış oldu.* “Kuzey” egemenliğinin bu iki versiyonu ile derece derece “sorunlu” potansiyel baş aktörler (Rusya, Çin...) de her ne kadar Ortadoğu ringinin uzağında durmakta iseler dahi, burada olup bitecekleri büyük bir dikkatle izlemektedirler. ABD’nin bu ilk raundda göstereceği “performans” onların geleceğe yönelik hesapları açısından belirleyici önemde bir veri olacaktır çünkü.
AKP hükümeti ve genel olarak Türkiye kamuoyu, ABD’nin Irak operasyonu ile ilgili talepleriyle resmen muhatap oluncaya kadar, “Irak sorunu”nu ülkenin dış sorunlarından -en önemlisi de olmayan- biri çapında ve asıl olarak da ABD’nin Kuzey Irak’ta -gayriresmî de olsa- bir Kürt devleti oluşturmak gibi bir niyeti olup olmadığı noktasından ele almaktaydı. Irak’taki rejimi çökertecek muhtemel askerî harekâtın Türkiye üzerindeki etkilerinin ekonomik maliyeti de hesaplanmaya çalışılıyordu elbette. Her ne kadar ABD’nin Irak’a operasyon planının örneğin Almanya’daki genel seçimlerde başat sorunlardan biri olarak gündeme getirilmesi, bu konunun “dünya düzeni”, güç mücadeleleri ve özel olarak ABD-AB sürtüşmesi ve ilişkilerinin geleceği bakımından kritik öneminin açık işareti idi ise de; galiba AKP hükümeti bunu ancak Aralık ayındaki Kopenhag Zirvesi arefesinde R.Tayyib Erdoğan ve Abdullah Gül’ün yaptığı resmî görüşmeler trafiğinin kulislerinde fark etti. Dünya konjonktürü bağlamında “Irak sorunu”nunun Türkiye için salt kendi ulus-devlet “hassasiyetleri” -Kürt meselesi- bir dış ticaret kalemi, petrol fiyatları ve turizm gelirlerine etkisi gibi ögelerden ibaret bir sorun olmaktan çıkıp; Türkiye’yi ABD ile AB arasında kesin bir tercihe zorlayabilecek, IMF denetimli bir ekonomik düzenleme programını terk edip başka bir düzenleme alternatifine yöneltebilecek ve bütün bunların ülke içi tüm “dengeleri” ilgilendiren sonuçlarını kapsayan acil ve köşe taşı hayatîliğinde bir sorun haline gelmiş olarak önüne konulduğunu gördü.
AKP kurmayları soruna o kadar da hazırlıksız yakalanmadıklarını; örneğin AKP’nin daha tek başına iktidar ihtimali belirdiği andan itibaren, ilk iş olarak ve tüm gücüyle AB’ye üyelik için çalışacağını ilân etmesinin bir önemli nedeninin de bu olduğunu ileri sürebilirler. Bu iddia AKP hükümetinin ABD’den gelen taleplere karşı hayli mesafeli duruşuyla da desteklenebilir. Kıbrıs sorununu bir an önce çözüm rotasına sokmaya matûf atılımların da ABD’nin taleplerine direnmenin getireceği çok yönlü sonuçlara karşı AB desteğini sağlayabilme adına yapıldığı da eklenebilir buna.
Ancak görünen odur ki; AKP, “Irak sorunu”nun bu denli ve bu kapsamda kritik bir önem kazanacağını çok önceden tüm boyutlarıyla fark etmiş, biliyor olsa da hâlâ “karar”ını vermiş değildir. Türkiye’nin ve AKP’nin önündeki karar alternatiflerinden her birinin taşıdığı risklerin ağırlığının yanı sıra “getiri”lerinin de muğlaklığı şüphesiz karar alınmasını güçleştiren tek faktör. Ayrıca AKP’nin tek başına iktidar ve ezici Meclis çoğunluğuna sahip olmasına rağmen ancak % 35’lik ve henüz oturmuş olduğu söylenemeyecek bir oy gücünü temsil ettiği de dikkate alınmalı. Ayrıca çok daha önemlisi, Türkiye toplumunun, kamuoyunun söz konusu karar alternatiflerini ya da benzer nitelikte konu/sorunları gereğince düşünmeye, tartışmaya yatkın bir zihnî alışkanlık geliştirmemiş oluşudur. Türkiye’de bu düzeyde sorunlar toplumun, kamuoyunun üzerinde konuşur gibi yaptığı, ancak “devlet”in kararına peşinen bırakılmış konulardır ve sadece bu “devlet politikaları”nı hedef alan ciddi bir akım, hareket çıktığında onu milliyetçiliğe bulanmış her türden ideolojik silahla yargılamak üzere “sivil siyaset”e emaneten bırakılır. “Devlet politikaları”na muhalif akımlar da bu siyaset kültürü ile temelden hesaplaşmadıkları, onun içinden doğdukları için örtük biçimde de olsa milliyetçi temalara yaslandırırlar tezlerini. Böylece, peşinen yapıştırılacak hain yaftasından sıyrılmaya hattâ milliyetçi yurtsever sıfatına ötekilerden daha layık olduklarını öne sürmeye çalışırlar. Ülkenin “dış politika”sı “dış sorunları” ile ilgili bilgiler de bu mantık ve yaklaşımların süzgecinden geçirilmiş olduğu için, o sorunları, bu bilgi yığınına, zeminine dayanarak hukuka, insanî değerlere referansla yeniden tanımlamak, tartışmak da mümkün olamaz.
Milliyetçilik, Türkiye’deki dozu ve içselleştirilmişliği ölçüsünde ender ülkede geçerli ise de; şüphesiz tüm ulus-devlet toplumlarında ve haliyle de ulus-devlet birimleri üzerinden işleyen ve uluslararası ilişkilerde, “dış politika”da en etkili ideolojidir. Ulusal çıkar, jeo-politik ve strateji analizleri de bu ideolojinin teknik “donanım” ve terminolojisini oluşturur. Modern zamanlar boyunca insanlar, toplumsal-insanî sorunları ulus-devlet kalıp ve sınırları içinde düşünmeye, ele almaya “alıştırıldıkları” için tüm toplumlarda, kendi devlet sınırları dışında yaşayan insanlarla kendileri arasında ortaya çıkan bir konu-sorun ilişkisini öncelikle o teknik donanım ve terminolojinin bilgi ve tanım formatları içinde kurmaları, hem “doğal” hem de “bilimsel” gözükür. Bu noktada, insanî değerlere, bağlara, hukuki ve etik ilkelere dayalı bilgi, görüş ve tavır önerileri “ulusal çıkar” ve jeo-politik terminolojisi ve mantığınca araçsallaştırabildiği ölçüde kaale alınır. Onunla çeliştiğinde ise en hafifinden “naif”likle, ısrar halinde ihanetle damgalanır. Ancak buna rağmen yine modern toplumlarda uluslararası ilişkilere, “dış politika” sorunlarına egemen (milliyetçi, jeo-politik terminolojisi ile donanımlı) yaklaşımla bakmaya karşı çıkan, topluma o sorunlara ilişkin objektif bilgiler, veriler sunan, bu bilgiler ışığında insanî-hukukî-etik değerlere uygun görüş ve öneriler savunan bir damar da var olagelmiştir, tıkama girişimleri eksik olmamışsa da; meşrûiyeti reddedilemeyen bu damar sayesinde toplumun gereğinde müracaat edeceği bir bilgi birikimi, genişletebileceği bir davranış-düşünüş ufku oluşmuştur. Coğrafî, yakınlık, tarihsel-kültürel bağlar, ekonomik ilişkilerin yoğunluğu ölçüsünde bu bilgi birikimi ve ilgi düzeyi de yüksektir.
Türkiye toplumunda, uzun bir imparatorluk geçmişine, mirasına rağmen, vaktiyle aynı imparatorluk hudutları içinde yüzyıllarca yaşamış olduğu toplumlara dair bile böylesi bir bilgi birikimi ve merak gelişmemiştir. İki yüz yıllık “Batılılaşma” süreci Batı-Orta Avrupa toplumlarına ilişkin bilgi, ilgi, merak ve ilişkiyi haliyle arttırmış, görece derinleştirmiş ise de aynı şey yüzyıllarca birlikte yaşanılan komşu Balkan ülkeleri ve bin yıldır aynı coğrafya, din ve kültür dünyasını paylaştığımız Ortadoğu/Önasya halkları için söz konusu bile değildir. Aksine TC, kurulmasından sonra, kendisini çevreleyen imparatorluktan kopmuş halklara, özellikle de Müslüman Ortadoğu dünyasına adeta sırtını dönen, ulusal çıkar ve jeo-politiki ilgilendirmeyen bilgilerini donduran, bilme ve ilgilenme kanallarını kısıtlayan bir genel politika izlemiştir. Tarihî, coğrafî konumu, nüfusunun etkin-kültürel bileşimi itibariyle komşu ülkeler halklarıyla, en fazla ilgili ve bilgili olması gereken ender ülkelerden biri olan Türkiye; özellikle 1920’lerden, homojen bir Türk ulus-devlet olarak şekillenme sürecine girdikten sonra, komşularını, içinde yer aldığı -dünyanın kavşak noktası denmeye en uygun- bölgeyi neredeyse sadece jeo-politik mazgallarda yazılmış raporlardan tanıyabilen bir toplum-devlet haline gelmiştir.
Türkiye, 1990’lara kadar süren “iki kutuplu dünya” döneminde Ortadoğu-İslâm dünyasında meydana gelen gelişmelere, ortaya çıkan sorunlara, mensubu olduğu “Batı ittifakı”nın karar odaklarınca yürütülen politikalara uygun, bunların bir parçası olarak tavır alageldi. Bu dönem boyunca dinî-monarşik rejimlerin hüküm sürdüğü Arap ülkeleri ve Arap milliyetçiliğine dayalı cumhuriyet-dikta rejimleri ile yönetilen Irak-Suriye, Mısır gibi ülkelerdeki İslâmi muhalefet hareketleri Türkiye’yi “laik” bir devlet oluşundan ötürü, sözü edilen Arap milliyetçi yönetimler ve Arap halklarının büyük çoğunluğu da İsrail yandaşı “Batı”nın dümen suyunda olmasından ötürü, “düşman” değilse bile yabancı sayan bir fotoğraf içinde gördüler. Selçuklulardan TC’ye kadarki bin yıllık Türk-Arap ilişkilerinin hiç de sıcak denilemeyecek mirası ve bilançosu da bu fotoğrafa uygun bir geri plan oluşturuyordu. 1970’lerde partileşen Türkiye’deki dini -İslâmi- muhalefetin hem laik rejimi hem de Batı-İsrail yanlısı dış politikayı eleştiren, İslâm birliğinden söz eden bir kimlikle ortaya çıkması da bu fotoğrafı değiştirmedi. Değiştirdiyse bile o kimliğin “İslâm dünyası lideri bir Türkiye” projesi ile sunulması, söz konusu geri planı depreştirme suretiyle olmuştur bu da.
1980’lerden itibaren Türkiye’nin ekonomik kaygılarla -neo-liberal “ihracat seferberliği” yoluyla- Ortadoğu, Arap-İslâm dünyasına açılması, bir ilişki, ilgi ve bilgi hareketlenmesi, artışı sağladı ise de, her iki tarafın siyasal-toplumsal tahayyül, tasarım ufuklarında birbirlerine biçtikleri rol, yer alış biçimi pek değişmedi.
Ancak bu arada İran’daki İslâmi Devrim’den Sudan’daki, Nijerya’daki Müslüman-Hıristiyan çatışmasına, Afgan içsavaşından Bosna’ya, Filistin’deki intifadadan Filipinler’deki İslâmi gerilla hareketine, Çeçen direnişinden Hamas’ın intihar saldırılarına kadar 1980’ler, 1990’lar boyunca birbirine eklenen bir dizi gelişmenin sonucunda; İslâmiyet’i, Müslüman ülkeleri bir bütün olarak öncelikle bu dinî sıfatlarıyla ele almaya başlayan “Batı”nın, Kuzeyli toplumların gezisinde aynı kategoriye sokulmakta olduğunu gören Türkiye de, İslâm-Ortadoğu dünyası ile ilişkileri, yeri ve geleceği konusu çoğu kez dolaylı biçimde de olsa zihinleri işgâl etmeye başladı. O mahût “medeniyetler çatışması” tezini alevlendiren 11 Eylül’den sonra ise, Türkiye’nin en azından orta vadedeki geleceğinin, bu “İslâmiyet” faktörü ile kaçınılmaz ve mutlaka dikkate alınması gerekecek ölçüde bağlantılı olarak biçimleneceği herkesçe kabul edilir hale geldi. Türkiye “Batı” ile, iktisadî-siyasî-askerî ilişkilerinin yoğunluğuna, Batılılaşmanın toplumsal-kültürel dokuya nüfuz etmiş etkilerinin azımsanmayacak düzeyde olmasına, İslâm-Ortadoğu dünyasından uzaklaşıp “Batı”ya katılmaya yönelik resmî politikalarının tarihsel ve fiilî gücüne rağmen; 1990’lardan sonraki “yeni dünya” koşullarının onu Ortadoğu-İslâm dünyası ile paylaşılacak bir kadere, en azından bir kader dilimine “ittiği”ni sezmeye başladı.
Türkiye’nin Irak’a karşı ABD operasyonu karşısında göstereceği tavır, işte bu bağlamda son derece kritik bir önem ve anlama sahiptir. Eğer Türkiye bu askerî harekâta ABD’nin taleplerine önemli ölçüde boyun eğmiş, ikinci sırada bir müttefik olarak katılacak olursa; tüm Ortadoğu/Önasya halklarının gözünde, onları mağdûr, aşağılanmış, insanlığın ast kesimi konumuna itmeye çalışmış bir “dünya”da hizmetkârlığını, sınır bekçiliğini kabullenmiş bir ülke-toplum olarak tescillenmiş olacaktır. Türk devletinin bu tavrına ABD ile önceden yapılmış stratejik ittifak antlaşmalarının zorunlu kıldığı yükümlülükleri mazeret göstermesi; Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması ihtimalini önlemek gibi iç siyasî gerekçeler ileri sürmesi bu yargıyı biraz olsun hafifletmeye bile yetmeyecektir.
ABD’nin askerî harekâtına katılmamak ama ülkedeki ABD üs ve tesislerinin harekât için kullanılmasına da ses çıkarmamak; Türkiye’nin, o harekâtla birlikte kaçınılmaz olarak bir alt-üst oluş süreci yaşayacak Ortadoğu/Önasya bölgesinde, olayların gidişatına önplanda etkili bir faktör olarak değil, gelişmelere göre pragmatist biçimde yaklaşan, davranan bir ülke-toplum konumuna razı olduğunu gösterecektir özetle.
Yine özetle ifade edebileceğimiz üçüncü yol, Türkiye’nin Irak’a karşı ABD askerî harekâtına karşı olduğunu, bu gayrimeşrû girişime kendi ülkesi üzerinden herhangi bir katkıya izin vermeyeceğini bildirmesi; ABD saldırısı olsun ya da olmasın, gelinen bu noktada durumunu ve geleceğini sorgulamak zorunda olan Ortadoğu halklarına bu geleceğin bir bileşeni olmak istediğini, tüm katkı kanallarını açık tutarak ilân etmektir.
Diğer alternatiflerin aksine bu üçüncü yol, sadece devlet ve hükümet eliyle değil, ülke kamuoyunun, çoğunluğunun desteğiyle, özellikle toplumsal-kültürel kanallar, platformlar devreye sokularak icra edilmesi gereken niteliktedir. Ama yine de, en kritik ve başlatıcı adım ancak TC devleti ve hükümeti tarafından atılacaktır. Bu olmaksızın ne başlatılması ne de sürdürülmesi mümkün olabilir.
ABD-AB sürtüşmesinin bir diplomatik çatışmaya evrilebileceği şu konjonktürde, AB’nin dolaylı desteğini alabilecek -Türkiye’nin sadece dini-kültürel boyutuyla değil, cumhuriyet ve demokrasi deneyiminin tüm eksikliklerine rağmen yine de teşekkül etmiş birikimiyle başlatacağı- bu girişim TC “devleti”nin o bildik karakteri ile uyuşabilir olmasa da AKP ve hükümetine en azından fikrî planda hiç de aykırı gözükmez. Sorun AKP ve hükümetinin bu alternatifi sınamaya niyet, arzu ve gücünün olup olmadığındadır. İkinci olarak da böylesi bir alternatifin icrasında üzerine AKP ölçeğinde bir rol düşen CHP ve diğer demokrat kuruluşların tavrının, destek ve katkı derecesinin ne olabileceğidir.
CHP’den başlarsak; bu parti, AKP hükümetinin “iç politika”ya ilişkin icraatına karşı “yapıcı bir muhalefet” tutumu izlemiş, hükümetin “Tayyib Erdoğan’ın özgül sorunları”na ilişkin derhal hukukî düzenlemelerine uygarca, demokratça destek vermiş olmakla birlikte; “dış politika”da örneğin Kıbrıs gibi bu konjonktürde özellikle son derece kritik sorunlarda o mahut “devletçi”, “milliyetçi” çizgiye çekilerek hükümeti yaylım ateşine tutmakta da tereddüt etmemiştir. Geleneksel Türk milliyetçiliğinden hiç de ince denilemeyecek damarlarla beslenen AKP’nin bu kanaldan -kendi bünyesi içinden bile- gelebilecek tepkileri göze alarak geleneksel “çözümsüzlük” politikasını değiştirmeye çalışmasına CHP, baraj altına düşmüş tüm sağ partilerin oluşturduğu milliyetçi koroda yerini alarak karşı çıkabilmiştir. Kıbrıs’ta sol muhalefet partilerinin başını çektiği geniş bir muhalefet hareketinin çözümsüzlük politikasından bıktığını, çözüm istediğini ilân eden yoğun gösterileri sürerken yapabilmiştir bunu.
Bu CHP’nin, Türkiye’yi, Ortadoğu/Önasya’da bölgenin tarihsel, kültürel zenginlik ve çeşitliliğini birlikte yaşama deneyiminin değerini canlandıracak, ulus-devlet ve milliyetçiliklerin önyargılarını silkeleyecek bir projenin taşıyıcısı, sözcüsü konumuna getirecek iddialı bir atılıma yürekten desteği ve katkısı çok zor gözükmektedir. CHP de dahil, çoğu onun solunda konumlanmış sayılan demokratik kuruluş ve çevre de, bu ülkenin o malûm İslâmiyet/ilericilik-laiklik kutuplaşması içinde doğrudan veya dolaylı biçimde şekillenmiş düşünce kalıpları, bilgisel donanımları ile böylesi bir projeyi son derece “ihtiyatlı” karşılayacakları, buna zihnen hazır olmadıkları ortada gibidir.
AKP ise zihnen, düşünce yapısı itibariyle çok daha hazır gözükmesine rağmen; şu iki aylık hükümet deneyinin daha hemen başlarında açıkça gösterdiği üzre “reel politika”nın gereklerine fikirlerinden daha fazla önem ve öncelik vermeye gayet yatkındır. AKP’nin Meclis Başkanı Bay Bülent Arınç bunun dört dörtlük örneklerini ardarda sıralarken, özellikle Kıbrıs bahsinde ibretlik bir tutum sergilerken, AKP saflarından hiçbir itiraz sesinin yükselmemesi AKP’nin -kendisine hâlâ şüpheyle bakan- “devlet geleneği” ile uyuşmaya ne denli teşne olduğunun anlamlı bir kanıtıdır.
“Devlet” ise, her ne kadar şimdiye dek Ortadoğu/Önasya’ya ilişkin genel politika ve ABD’nin askerî harekâtına ilişkin Türkiye’nin tutumu bahsinde “kararın siyasal iradeye, hükümete, Meclis’e ait olduğunu” söylemekten başka bir işaret vermemiş ise de; yukarıda sözünü ettiğimiz -ABD ile ilişkileri en azından gerecek- girişime mutlaka karşıdır. Bunu “koruyup kolladığı” Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine, varoluş nedenine aykırı bir öneri olarak yaftalamaya çalışacağı da kesindir. Bu bakımdan onun ABD’ye -onun istediği ölçekte olmasa da- tam destek vermek, bir müttefik olarak Irak ve sonraki operasyonlarda yer almak için ABD’ye çok önceden saptanmış stratejik ittifak andlaşmaları dahilinde kolaylıklar sağlamak arasında bir orta yol politikası izlenmesinden yana olduğu, AKP hükümetinin de tedrici dalgalanmalarla bu yola girmesini beklediği söylenebilir.
Ve öyle anlaşılıyor ki; Ortadoğu/Önasya tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşamanın eşiğindeyken; Türkiye bu bölgenin tarihsel, kültürel mirasının insanlığa sunabileceği özgün bir siyasal-toplumsal örneği oluşturma çağrısını yapmaya, bunun en etkin bileşeni ve sözcüsü olmaya en uygun potansiyel imkânlara sahip olmasına rağmen, “tarihe müdahale” işlevinden bir kez daha imtina ederek, kabullenilmiş bir ikinci sınıf rolle ya bu bölgede hızlanan tarihin seyircisi olacak ya da daha büyük akıntılara yol açacak bu fırtınanın rüzgârında şimdiden asla tahmin edemeyeceğimiz noktalara sürüklenecektir.
(*) ABD-AB sürtüşmesinin mahiyeti ve bu iki odağın emperyal vizyonları arasındaki farklılık Birikim’in Nisan 2002, 156. sayısında ele alınmıştı.