Mart 1997’de Joseph Stiglitz, İKE (insanî kalkınma endeksi) dünya sıralamasında 158. olan Etiyopya’ya gider. Bu ülkenin makroekonomisi sağlam olduğu halde, IMF iki ana sebeple buraya aktardığı borçaları kesmiştir:
• Etyopya uluslararası yardımı istikrarlı bir bütçe kaynağı olarak kullanmayı reddetmekte, bu yardımın okul yapmaktan ziyade mevduat olarak dondurmayı tercih etmektedir;
• Hoş karşılanmayan diğer nokta bu ülkenin sermaye pazarını tamamen açmayı ve liberalleştirmeyi reddetmesidir. IMF’e göre böyle bir liberalleşmenin Kenya’da “feci” sonuçlara yol açmış olması bu ekonomik dogmanın tartışılmasını gerektirmez çünkü bu sadece... bir olgudur.
Ne mutlu Etiyopya için ki, Joseph Stiglitz o sırada Dünya Bankası’nda önemli bir mevki işgâl etmektedir ve eski arkadaşlarından biri de Bill Clinton’dur: Bu “itibarî sermaye”, borçların yeniden akması için ona etkin bir müdahale imkânı verir.
Akla gelen ilk soru: IMF’in Afrika’ya özel bir kastı mı var? Hayır, böyle bir şey yok: ’80’lerin başından itibaren dünyanın her yerinde aynı neo-liberal prensipleri “Washington Konsensusu”yla uyum içinde uyguluyor. İlk olarak Güney Amerika’da tecrübe edilen bu prensipler üç sarsılmaz kuralla açıklanabilir: kemer sıkma, özelleştirme, liberalleşme. Yani fikrî düzeyde çok orijinal bir şey yok! Tarih bir defa daha, bu politikanın -ona karşı ileri sürülecek teorik itirazlar ne olursa olsun- sonuçlarının öncelikle ortama (toplumsal, kültürel, yapısal) ve uygulanma koşullarına (ritm, reform yönetmelikleri, vb.) bağlı olduğunu gösterecektir.
• Ekonominin kitlesel ve ani bir biçimde özelleştirilmesi de “feci” sonuçlar doğurur, çünkü kamusal (ya da sübvansiyonlu) üretim faaliyetlerini yok eder ve bunların yeri ya doldurulamaz (Stiglitz, bir devlet girişimiyle Faslı köylülere devredilen civcivler örneğini veriyor; IMF devletin müdahale etmemesini isteyince faaliyet bırakılmıştı, çünkü özel bir şirket için çok riskliydi) ya da kötü doldurulur (Fildişi Sahilleri’nde devletin telefon tekeli yerini... özel bir tekele bırakmıştır); özelleştirilmiş şirketler çoğunlukla ucuz fiyata “arkadaşlar”a bırakılır, onlar ise hemen ardından fiyatı yükseltecektir (mesela iktidardaki partiyi finanse ederek) ve rekabet yönetmeliğinin yokluğu, etkinlik arayışından ziyade rant avcılığını teşvik edecektir; nihayet, sınaî bir doku, girişimci bir sınıf, finansman dolaşımı, vb. yokluğunda, özelleştirme işsizliğin şiddetle artmasına yol açacak, dolayısıyla da hiçbir sosyal güvence sisteminin kaldıramayacağı ağırlıkta bir toplumsal maliyet getirecektir...
• Aynı şekilde, ekonominin dış rekabete kitlesel ve ani bir biçimde açılması da faaliyetler, istihdam, yeni doğacak karşılaştırmalı üstünlükler için yaratıcı değil, yok edici olacaktır. Simetrik olmayan ticari müzakereler hükmedilen ülkelerin aleyhine olduğunda daha da kötü olacaktır (Stiglitz Bolivya örneğini veriyor; gümrük haklarını ABD’ninkinin altına çekmeyi kabul etmiş ve böylece Amerikan pazarının koka ve özellikle de şekerin yerini alacak ithal ürünlere kapanmasını “sağlamıştı”; daha genel olarak, Güney pazarlarının Kuzey’in sınaî ürün ihracatına açılması Kuzey’in tarım himayeciliğiyle “telafi” edilmiştir); vakitsiz bir biçimde sermaye piyasalarının liberalleştirilmesi de ilk etapta, istikrar bozucu bir biçimde spekülatif sermaye hareketlerine bağımlı olmaya yol açmıştır (Stiglitz “bu sermaye hareketleri fabrika inşâ etmeye ya da istihdam yaratmaya yaramazlar” diyor 99. sayfada) ve bu, bir kalkınma stratejisinin gerçekleştirilmesine de engel olur (çünkü kalkınma stratejisi istikrarlı bir finansman gerektirir);
• Kemer sıkmaya gelince, hastaya verilen bu ilaç, tam durgunluk dönemleri de dahil, ’30’lu yıllardaki gibi, işsizliğin ve fakirliğin en büyük sebebi olduğu ülkelerde büyümeyi durdurur ya da yavaşlatır.
İki vaka incelemesi bu mutsuz küreselleşme tablosunu tamamlamamızı sağlıyor. Birincisi Asya’yla ilgili. Asya’nın yeni sanayileşen ülkelerinin bir kalkınma modeli olarak gösterilmesinin üstünden çok zaman geçmedi. ’90’ların sonundaki finansal kriz bu güzel unvanı donuklaştırdı. Oysa yine Joseph Stiglitz’e göre, ’80’lerin sonunda dayatılan sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi “krizin doğuşunda en önemli etken”di. Neden? Çünkü ek sermayeye hiçbir ihtiyaç duymayan (zaten yüksek olan tasarruf oranlarından dolayı) ülkeleri spekülatörlerin kaprislerinin insafına bırakıyordu ki, onların kaprisleri de konjonktürel olarak dönemseldir [pro-cyclic]: sermayeler büyüme evresinde girerler, spekülatif balonları beslerler (mesela gayrimenkûlleri) ve durgunluk sırasında, tam da ihtiyaç olduğunda çıkarlar! IMF krizin yapısal koşullarını bu şekilde hazırladıktan itibaren, onu daha da büyütecek yanlışları yaptı:
• Hoover’den beri görülmemiş bir tam durgunluk halinde bütçede kemer sıkmayı salık verdi;
• Ciddi himayeci ya da devalüasyon tedbirleri olmadan ticari açıkların giderilmesini istedi. Böylece, millî gelir azaltılarak ithalatı kısmaktan başka bir çare kalmıyordu, bu da, her ülkedeki durgunluğun ticari ortaklarına yayılmasına sebep oluyordu (’30’lardaki kriz sırasında kanıtlanmış olan bir bulaşma mekanizması yoluyla...);
• Faiz oranlarını yükselterek (yabancı sermayenin “geri dönmesi” ve döviz kurunu korumak umuduyla) borçlu oldukları oranda bu yüksek oranlarla kırılganlaşan birçok şirketin iflas etmesini çabuklaştırdı; şirketlerin batması bankaların batmasını da teşvik etti ve sonuçta “credit crunch” (kredi daralması)olgusu yüzünden yoluna giremeyen ekonomi çöktü.
Bu yangına körükle gitmenin bir mantığı var: sıkıntıya düşmüş ülkelerde bulaşıcı bir çöküşü engellemesi beklenen IMF , son kertede borç veren rolünden feragât ederek ne reel ekonomiden (yani bu politikanın yapısal olarak “sağlam” olup da konjonktürel olarak sıkıntıda olan şirketlerin üzerinde yaratacağı kötü sonuçlardan) ne de toplumsal hasarlardan kaygılanmıştır, buna karşılık sadece yabancı alacaklılar (enflasyon, döviz kurları ve faiz oranlarını düşünürler) açısından analiz edilmiş mali durumdan kaygılanmıştır. Biraz ısrar edelim: reel ekonomiyi doğru dürüst bilmeyen “IMF modelinde iflasın hiçbir rolü yoktur” (s. 151); gıda ürünlerinin fiyatlarına verilen desteğin azaltılmasıyla başlayan isyanların gösterdiği gibi, sosyopolitik sonuçlara karşı bir ilgisizlik; buna karşılık, alacaklıların çıkarları konusunda ciddi bir hassasiyet (Asya krizi konusunda Stiglitz diyor ki: “IMF döviz kurlarını korumak ve alacaklıları aradan çıkarmak için 23 milyar dolar verdi ama, fakirlere yardım etmek için yeterli olacak çok daha küçük rakamları bir türlü veremedi”; s.162). Böylece, “pazarın eksiklerini kapatmak için oluşturulmuş kamusal bir kurumun artık büyük ölçüde, kamu kuruluşlarını görmezden gelip piyasalara bakan ekonomistler tarafından yönetildiği” ortaya çıkıyor (s. 256).
İkinci vaka incelemesi Rusya hakkında, meşhur “müzmin dram”. Duvarın yıkılmasını takiben geçiş hakkında iki anlayış karşı karşıya geliyordu:
• Kademeli teze göre, karma bir ekonominin iyi işlemesi için (mülkiyet hakkı, sözleşmelere bağlı kalmayı kollayan adli bir merci, vb.) kaçınılmaz olan yapıların toplumsal oluşumunun bir yüzyıldan uzun bir süredir Batılı “kapitalist” ülkelerde gerçekleştiğini hatırlayarak sabretmek gerekir. Bir hamburger tarifi kadar kolay “pazar” ithalatı yapılamaz: yeni kurumların yaratılması ve meşrulaşması, yeni düşünce biçimlerinin edinilmesi ve zamanın gereklerine uygun davranmak; reformların sırası ve ritmi sorunları çok önemlidir. Sonuçta devletin, sırf ekonomik faaliyet için gerekli kadroları oluşturmak (özellikle de rekabet ve bankacılık sisteminin düzenlenmesi) ve “market failure”, yani eksik pazar durumlarını örtbas etmek değil, aynı zamanda geçişin toplumsal maliyetini düşürmek gibi de birçok görevi var.
• “Şok tedavisi” taraftarlarına göre, pazarın yaratıcı spontane güçlerinin hareketlenmeyi tetiklemesi için ekonomiyi bürokratik kılıfından kurtarmak yeterlidir; 1917 devrimini bir karşı-devrimle silmek, yani bir an evvel şu deyiş uyarınca bir sistemden bir diğerine geçmektir mesele: “iki sıçrayışla bir uçurum aşılmaz”.
Kendi kendini düzenleyen pazar masalının anlatıldığı “ders kitapları ekonomisi”nden başka bir şey bilmeyen pazar fanatikleriyle yeni dine henüz uyarlanan oportünist eski nomenklaturacı “pazar Bolşevikleri” arasında kurulan tuhaf bir ittifakla, radikal çizgi Rusya’da kazandı:
• 1992’de fiyatların büyük bir bölümü “bir gecede serbestleştirildi”; ortaya çıkan hiperenflasyon tasarrufu bitirdi; IMF buna faiz oranlarını yükselterek karşılık verdi, böylece yatırımın azalmasına ve rublenin aşırı değer kazanmasına yol açtı. Bu, dış rekabete açık şirketlerin aleyhine, ama sermayelerini dışarı yatırıp tüketimlerini Mercedes ve Gucci mağazalarından yapan “oligarklar”ın lehine oldu;
• Gücün az ya da çok mafyavari bir biçimde aceleyle ve topluluk üyelerinin lehine özelleştirilmesi oligarşiyi zenginleştirdi (“açık artırmayla satış” ve “borçla özelleştirme” aldatmacası altında),[2] oligarşi de sermayelerini vergi cennetlerine yerleştirmekte tereddüt etmedi. Hukukî ve düzenleyici bir kadronun yokluğunda siyasi ve iktisadi yöneticiler şirketlerin aktiflerini yağmaladılar (“herkesin her düzeyde yağmalamak için sebepleri vardı”, s.210); gittikçe büyüyen bir dış borçlanmaya karşın yatırım durdu;
• Devlet, elindeki kamu girişimlerini ucuz fiyata elden çıkardıktan sonra vergilerin bir kısmını alamaz hale geldi ve böylece borçlarını ödeyemediği, özellikle de ücretlerin satın alma gücünü koruyamadığı, emekli maaşlarını ödeyemediği ve asgari bir sosyal güvence sağlayamadığı acz içersine düştü.
1998’in ilk altı ayında başlıca ihracat ürünü ve devlet gelir kaynaklarının can damarı olan petrolün fiyatı yüzde 40’tan fazla düşüş gösterdi. O zaman spekülatörler rublenin devalüasyonuna oynadılar: Haziran’da devlet borçlarının faiz oranları yüzde 60’a, sonra da yüzde 150’ye çıktı. IMF devalüasyona direnmeyi seçmedi: Temmuz’da Rusya’ya 4.8 milyarlık bir borç verdi. Bariz bir kayba uğrayan Rusya hükümeti 17 Ağustos’ta borçlarını tek taraflı askıya aldığını ve devalüasyon yaptığını bildirdi ve böylece dünya çapında mali bir krizi hızlandırdı. Aslında hiçbir şey kaybolmadı: IMF’in milyarlarca doları “borçlanmadan sadece birkaç gün sonra Kıbrıs ve İsviçre bankalarının hesaplarında ortaya çıktı”. Bu destekten tek kâr eden Rus oligarkları değildi: onun sayesinde “Wall Street ve diğer Batılı piyasaların yatırım bankacıları götürebildikleri her şeyle beraber Rusya’dan kaçabildiler” (s.201). Ne zaman kazanan birileri varsa, kaybeden birileri de olur: borçlar Rusyalı vergi mükelleflerinin sırtına bindi.
“Şok tedavi”nin sonuçlarını değerlendirme zamanı geldi: 1990’la 1999 arasında Rus sınaî üretimi yaklaşık yüzde 60 düştü (2. Dünya Savaşı sırasında yüzde 24 düşmüştü); hayvancılık yarıya indi, nüfusun yüzde 40’tan fazlası günde 4 dolardan az bir parayla yaşıyordu; ortalama yaşama süresi üç yıldan fazla azaldı. Stiglitz’in dediği gibi: “çok fazla şok, az tedavi”. Şunu unutmayalım: ekonomik planda Thatcher ve Reagan Bolşevikleri Stalin’in Bolşeviklerinden daha kötüdür!
Bu iki vaka incelemesi ’80’lerden birçok başka örnekle tamamlanabilir: gıda ürünlerine ve yakıta verilen desteğin azaltılması ya da kaldırılması Fas ve Endonezya’daki fakirleri çok kötü vurdu mesela; sağlık harcamalarının azaltılması Tayland’da AIDS salgınının ilerlemesini teşvik etti; eğitime ayrılan bütçenin kısılması fakir ailelerin kızlarını okula gitmekten alıkoymalarına sebep oldu, vb. Ama Stiglitz’in teşhisini anlamak için çok da ileri gitmek şart değil: kalkınma, kriz yönetimi, komünizmden kapitalizme geçiş gibi “müdahil olduğu her alanda hatalar yapan” IMF (s. 43) artık “çözümün değil sorunun bir parçası”dır (s. 163). Ve “bugün küreselleşmenin yolunda gitmeyişinin” de sebeplerinden biridir (s. 279).
Bu özette Attac’ın bir militanını şaşırtacak bir şey var mı? Muhtemelen yok. Sadece kendi kendine Stiglitz’in sonunda José Bové’yle birlikte hapse düşüp düşmeyeceğini soracaktır! Hayır, şaşırtıcı olabilecek tek şey casting hatasıdır, çünkü Joseph Stiglitz, tekrar etmekten kaçınmayalım, Bill Clinton’un ekonomik danışmanıdır, ardından da Dünya Bankası’nın baş ekonomisti olmuştur ve Ekonomi Nobeli’ni almıştır. Troçkist bir köstebek olduğundan şüphe edilse bile, entelektüel konumu ve meslekî tecrübesi, neo-liberal küreselleşmenin bu keskin eleştirisine bir özgünlük kazandırmaktadır. Ve iktisadî “bilim”le siyasi eylem arasına bu kadar iyi yerleşmiş birinin bu “feci” süreci nasıl açıkladığını keşfetmek de muhakkak ilginçtir.
Analizinin ilk aşamasında Stiglitz, Aydınlanma’nın karanlıkçılıkla, aklın dinle, bilimin ideolojiyle olan eski kavgasını ortaya koyuyor. “Pazar fanatikleri”, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşların içinde ve Amerikan Hazinesi’nde küreselleşmenin ilerleyişini yönlendiren kararları çoğunlukla kapalı kapılar ardında alan teknokratların küçük dünyalarına sızdılar. Aşırı liberal ideolojileriyle körleşen bu “Reagan Thatcher İncili”nin “köktencileri” (s. 98), ne ulusal gerçekliklerin çeşitliliğini, ne de geçmiş tecrübelerin bize öğrettiklerini kaale alıyorlar. Siyasetlerini ekonomik teoriyi hatırlatarak haklı gösterdiklerinde elkitaplarındaki karikatürsü ekonomiyle sınırlı kalıyorlar ve son yirmi yılın teorik gelişmelerini göz ardı ediyorlar, bunların arasında pazarın yetkin olabilmesi için çok kısıtlayıcı koşulların ve devletin düzenleyici müdahalesinin gerekliliğini kanıtlayan Stiglitz de var.
Her halükârda sadece iktisatçılara güvenmek yeterli olmaz. Çoğu, hayalî model dünyayla gerçekliği karıştırmaya devam ediyor, oysa “ekonomi politikası ideal bir dünya için değil, var olan dünya için yapılmıştır” (s. 253). Yetkin bir faaliyet, durumu belirleyen olguların yalnızca ekonomik değil, tarihî, kültürel, siyasi, bütün boyutlarını incelemeyi gerektirir. Bütün bu etkenleri, mesela ulusal özellikleri, kurumları ki, en önemlisi -güven- “görünmez”dir, eşitsizlikleri, fakirler için sonuçları, vb. ele almayı reddetmek birçok başarısızlığı açıklıyor. Aynı şey gündemdeki sorunlar -reformlar hangi sırayı izleyecek?- ve değişim ritmini çıkmaza sokan politikalar için de geçerlidir. İyi iktisatçılık yapmak için öncelikle iyi tarihçilik, iyi sosyoloji ve iyi siyaset yapmak gereklidir.
Stiglitz “iyi ekonomi” taraftarı. Planlı ekonomiden pazar ekonomisine geçişin toplumsal temeline pazarı oturtmaya çalışırken - “çoğunlukla ‘hukuk devleti’ ifadesiyle tanımlanan reformları isteyen” orta sınıfın önemine işaret ederek (s. 217)- ya da daha da önemlisi, vatandaşları devletlerine bağlayan ve “makûl istihdam olanaklarını da içerecek düzeyde toplumsal ve ekonomik bir himayeden faydalanabilmelerini” (s. 271) öngören “toplumsal sözleşme”yi korumanın gerekliliğinde ısrarcı olurken iyi iktisatçılık yapmış oluyor.
Ama ideolojik körlük, ekonomizm ya da teorilerin eskimesi neden “Washington Konsensusu politikalarının net sonucunun çoğunlukla fakirlerin sırtından zenginleri korumaya yönelik olduğunu” açıklamaya yetmiyor (s. 46). Ve bu noktada Stiglitz bu suçun kime yarar sağladığını sormakta tereddüt etmiyor: Dünya Ticaret Örgütü’ne müdahale eden ticaret bakanları neyi temsil ediyorlar? Zengin ülkelerin kendilerine yeni pazarlar açmak isteyen ihracatçılarının ve yine bu ülkelerin fakir ülkelerin rekabetinden korunmaya çalışan üreticilerinin çıkarlarını. Maliye bakanları ve IMF’in Merkez bankası idarecileri neyi temsil ediyorlar? Finans çevrelerinin çıkarlarını. İşte en azından açık cevaplar ve bunu söyleyen bir aşırı solcu değil. Bu noktada yine de bir masumiyet varsayımı öne sürülebilir mi?
Hayır: “mesela 1998 sonunda IMF ve Brezilya devleti döviz kurunu haddinden yüksek bir seviyede tutmaya devam etmek için 50 milyar dolar harcadıklarında bu para nereye gitti? Buharlaşıp atmosferde yok olmadı. Demek ki başka bir yere gitti: büyük bir kısmı spekülatörlerin cebine girdi. Bazı spekülatörler kazanabilir, diğerleri kaybedebilir, ama spekülatörler bir grup olarak devletin kaybı kadar kazanç sağladılar. Bir anlamda onları faaliyetin içinde tutan IMF’in kendisi” (s. 259). Suç mahalline gelen dedektif Stiglitz kurumları suçlamakla yetinmiyor; hemen birkaç isim sayıyor: “bu kitapta anlatılan olaylara son derece aktif bir biçimde katılan yönetici Stanley Fischer, doğruca IMF’ten Citigroup’un -Citibank’ı da içine alan dev şirket- ikinci başkanlığına geçti. O sırada Citigroup’un başkanlarından biri Robert Rubin’di, o da Hazine sekreteriyken IMF’in politikalarının belirlenmesinde merkezî bir rol oynamıştı. Şu soruyu sormaktan başka yapacak bir şey yok: Fischer aldığı talimatları yerine getirmek için büyük ölçüde maddi yardım mı aldı?” (s. 269). O sıralar ABD’de Hazinesi’nde başkan yardımcılığı yapan Lawrence Summers’e gelince, “skandal borç operasyonunu örgütleyen özelleştirmeden sorumlu bakan Anatoli Tchoubaïs’i evine davet etti” (s. 225).
Savcının parmağı davalıyı işaret ediyor:
“IMF’in bütün sınırları aştığı noktada, döviz kurunu desteklenemez bir seviyede tutmak ve yabancı alacaklıları kurtarmak için milyarlarca dolar harcandıktan sonra, baskı altında kalarak harcamaları kısan ve ülkeyi milyonlarca kişinin işsiz kaldığı bir durgunluğa iten hükümetin teslim olmasından sonra öyle görünüyor ki fakirler için gıda ürünleri ve yakıt fiyatlarını destekleyecek maliyeti -çok daha ucuz- finanse edecek para da kalmadı!” (s. 272).
Dedektif ve yargıçtan sonra bir de doktora sormak gerekiyor: küreselleşmeyi reddetmek mi lazım? Hayır, “sorun birçok iyi tarafı da olan küreselleşme değil”, daha ziyade “onun yönetilme biçimi” (s. 279). Eğer uluslararası kurumlarca doğru dürüst yönetilseydi faydalı sonuçları ağır basabilirdi. Oysa bu kurumlar “sorumlu oldukları zihniyeti yansıtıyorlar” (s. 282): IMF kendi aslî görevinin yerine bazı özel çıkarları gözetiyorsa bu sadece bu çıkarlar diğerlerinden daha iyi temsil edildiği içindir (“bir IMF planı yüzünden işinden çıkarılan işçilerin sofrada hiçbir yeri yokken alacaklı olan bankacılar bol bol temsil edilir”, s. 291). Dolayısıyla mesele siyasidir ve çözümü de oluşmakta olan küresel toplumu yöneten hükümetin demokratikleşmesidir: “Uluslararası ekonomik düzeni yöneten kuralları değiştirme vakti gelmiştir” (s. 48).
Stiglitz’e göre bu demokrasi eksikliğinin iki başlıca kurbanı hâlâ neo-sömürgeci bir egemenliğe tâbi olan gelişmekte olan ülkeler ve işsizlik ve kemer sıkma politikalarının sonuçlarına maruz kalan işçilerdir. Birinciler -gelişmekte olan ülkeler- için 1998’den bir fotoğraf var: “burada IMF’in genel direktörü, Fransa Hazinesi’nin eski bir bürokratı, kısa boylu, iyi giyimli, bir zamanlar kendine sosyalist demiş, ayakta, sert bir bakışla ve kollarını kavuşturmuş Michel Camdessus, aşağılanmış bir biçimde oturan Endonezya başbakanına hükmederken görülüyor. Endonezya başbakanı ise ihtiyacı olan yardım karşılığında ülkesinin ekonomik bağımsızlığını IMF’e vermek zorunda kalmış vaziyette. Çelişkili bir biçimde bu paranın büyük bir bölümü yine de Endonezya’ya yardım etmeye değil, ‘sömürge güçlerini’ -özel sektördeki alacaklıları- kurtarmaya yaradı” (s. 71). Çözümün bir başlangıcı, IMF’teki oy verme hakkı sistemini daha eşitlikçi bir hale getirmek, böylece gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarını savunabilmelerini sağlamak olabilir.
İkinciler -işçiler- için Stiglitz işçilerin haklarını, özellikle de onların sendikaları aracılığıyla -evet, “sendikaları” aracılığıyla!- her düzeyde temsil edilme ve toplu halde tepki verme olanaklarını mümkün kılan bir devlet müdahalesinden yanadır: şirket düzeyinden uluslararası kuruluşlar düzeyine kadar her düzeyde...
Genel düşünce basit: herkesin, en azından temsil edilir ve bilgilendirilmiş bir halde kendi durumuna etki yapacak olay hakkında kolektif karar verme sürecinin tamamına katılma hakkı olmalıdır. Ticari müzakereler durumunda, uluslararası rekabetin işsiz bırakma riski arz ettiği işçilerin çıkarlarını “unutmamak” buna dahildir; IMF’in “uyarlama” politikaları durumunda sadece alacaklıların çıkarlarını gözetmek değil, en fakirlerin de seslerine kulak vermek buna dahildir (Dünya Bankası’nın istatistiklerine göre 1,2 milyar kişinin günde 1 dolardan az, 2,8 milyar kişinin de günde 2 dolardan az bir parayla geçindiğini hatırlatalım). Şirketlerin yönetimi durumunda ise, mal sahiplerinin ve alacaklıların yanında ücretlilere de yer veren bir ekonomik demokrasi uygulamak buna dahildir.
“Kapitalist sistem bugün tam da Büyük Kriz dönemindeki gibi çapraz ateşte. ’30’larda onu Keynes kurtarmıştı (...).” (s. 319). Okur farketmiştir ki yeni kurtarıcının adı Stiglitz. En önemli özelliği itidal sayılamayacak Stiglitz[3] en azından bunu anlamamıza neden oluyor, ama eleştirilerinin şiddeti[4] dünyanın sefaleti ve adaletsizliği karşısında otantik bir öfkeyle oluşmuş gibi görünüyor.
Bu kitap çift yönlü tepkilere yol açacak olsa da küreselleşme tartışmasına önemli bir katkıda bulunuyor. Kuşkusuz, piyasaların kendi kendilerini düzenleme yetersizlikleri, toplumsal, kültürel, yapısal, siyasi etkenlerin kalkınma stratejileri için çok önemli olması, değişim ritminin reformların başarısındaki etkisi, sermaye hareketlerinin tamamen liberalleştirilmesinin istikrar bozucu sonuçları, bankacılık sistemini düzenleme gerekliliği gibi heterodoks iktisatçıların en az elli altmış yıldır bildiği ve reddettiği gerçeklerin yeniden keşfedilmesi biraz rahatsız edici. Bu açıdan, “şok tedavi”den kaynaklanan, oysa ekonomi tarihiyle ilgili ön bilgileri olan ve Rus toplumunu biraz tanıyan herhangi birinin Polanyi’yi ve yapısalcıları okumamış bile olsa öngörebileceği felaket, kapitalizmin önceki krizlerinden hiçbir ders çıkaramayanların aşırı liberal doktrinleriyle sınırlı ekonomizmin olağanüstü zararlarını yeniden kanıtlamış oldu - kurbanlarına geçmiş olsun.
Hiç olmazsa, daha kötüye gidilmesini istemeyen herkes, “eski kuşak” için son derece belirgin olan ama duymazlıktan geldikleri, son yirmi yıldaki teorik gelişmelere dayandırarak ısrarla yaptığı eleştirilerini görmekten memnun olacaktır. İster aşağılık bir Marksist neo-sömürgeciliği reddediyor deyin, ya da iyi bir düzenlemeci neo-klasik söylemi eleştiriyor deyin, işlerin gidişatı hiç değişmiyor; davaya saygın bir “insider” müdahil olduğunda duymazlıktan gelmek daha da zorlaşıyor. Bunun neo-liberal küreselleşmeye karşı mücadele veren hareketlerin meşrulaşmasına katkısı olması gerekir. Bazıları Joseph Stiglitz’in kapitalizme karşı bir alternatifin varlığını ve bu düzenin çelişkilerini sorgulamıyor olmasına üzülecektir.[5] Ve ekonomi “bilimi”nin ilerleyişine duyduğu güven de bazen abartılı olabilir. Ama o, hakkaniyetin yetkinliğe kurban edilemeyeceğini anlamış ve her ülkenin birçok olası pazar ve devlet, bireysel özgürlük ve sosyal güvence arasında demokratik bir seçim yapma hakkı olduğunu kabul etmiş hümanist bir reformcudur.[6] Onu Keynes’le karşılaştırmak için henüz erken, ama şurası muhakkak ki bir Keynesçidir, hattâ solcu bir Keynesçi (karma ekonomi, en fakir ülkelerin borçlarının askıya alınması, vergi cennetlerinin denetlenmesi, şirketler ve uluslararası kuruluşlarda sendikacı karşı güç, vb. için bu daha iyidir...). Hızla geçen zamana rağmen, çok kötü sayılmaz...
Yine de bir detay var hâlâ: Keynes’in mesajının duyulması için ciddi bir bunalım, bir dünya savaşı gerekmişti. ’80’lerin başındaki muhafazakâr devrimden ve bunu izleyen kuralsızlaştırma-özelleştirme-liberalleştirme dalgasından itibaren finans iktidarı ele geçirdi.[7] Diğer yandan ABD iktidarını küreselleşmeyi yöneten mercilerde paylaşmaya niyetli görünmüyor, isteyeceklerini de sanmıyoruz. Stiglitz 11 Eylül’den sonra[8] terörizme karşı ittifakın “fakirliği azaltmak, daha iyi bir dünya yaratmak, (...) daha adil bir küresel topluluk inşâ etmek” için de bir ittifakla tamamlanması gerektiğini yazdığında Keynes’le aynı politik öngörüye sahip olduğunu gösterdi. Sesi duyulacak mı? Savaş ve kriz ufuktalar, ama tarih, iyi filozoflara güvenecek olursak, asla tekerrür etmez... tekler.
Revue du MAUSS, sayı: 20,
Sonbahar 2002
[1] Bu makaledeki birçok alıntı, Nisan 2002’de Fayard tarafından La Grand désillusion başlığı altında basılan Globalization and its Discontents’in (kötü) tercümesinden çıkarılmıştır.
[2] 1995’te, devlet “gücün dostları”na ait özel bankalardan fonlar aldı; bu fonlar kamu girişim faaaliyetlerinin ipoteğiyle sağlandı; böylece, hükümetin bu borcu ödeyemeyeceğini bildirmesi “dostlar”ın bu kamu girişimlerini ele geçirmeleri için yeterli olacaktı. “Görüstüğümüz Rus yöneticilerin çoğu yetkin bir pazar ekonomisi yaratmaktan ziyade bireysel zenginleşmeleriyle ilgileniyordu” diyor Stiglitz (s. 223).
[3] İki tane alıntı: “En yüksek Çinli idarecilerin Ağustos ayındaki yıllık inzivalarına davet edilen nadir yabancılardan biriydim” (s. 129); “Benimle hemfikir olan ve gerçek bir pazar ekonomisi kurmaya çalışan Ruslar (...) bunun için bana sürekli teşekkür ettiler” (s. 207).
[4] Dünya Bankası’na karşı yine de hoşgörülü...
[5] Bu alıntının gösterdiği gibi : “Birleştiğimiz Rus yöneticilerin çoğu yetkin bir pazar ekonomisi yaratmaktan ziyade bireysel zenginleşmeleriyle ilgileniyordu” (s. 233); bir yandan “iyi” bir pazar ekonomisi ve diğer yandan sadece “kendileri zengin olmayı” kollayan “kötü” kazançlılar olmalı!
[6] Kitap, kendisine “bilinç ve aklı” öğretmiş olan ailesine ithaf edilmiştir.
[7] Bu açıdan bkz.: G. Duménil ve D. Lévy’nin Crise et sortie de crise. Ordre et désordre néo-libéraux. PUF, 2000.
[8] “Globalism’s Discontents”, American Prospect, 14 Ocak 2002.