Sosyalizmin ve İnsanın İçi Açılmamıştır (I)

“Bir derviş varmış, deli olup olmadığını bilmiyoruz, kimi gün birinin yolunu çevirir, ‘Peki sen ne dersin?’ diye sorarmış. Boş verip geçmişler başlangıçta; fakat derviş sorusunda direndikçe kasabayı bir düşüncedir almış: Dervişin sorusunu bir yanıtlayan çıkmayacak mı? Ama bunu herkes yalnızken kendi kendine düşünürmüş, başkasına açmaya utanırmış. ‘Bilemedim’ demenin korkusu. Öyle ki dervişin sorusu ile karşılaşanlar, bunu gizlemeye başlamışlar artık, ‘bana bir şey sormadı’ diyorlarmış kahvede. ‘Hele bana sorsun da, bakın nasıl yanıtlarım’ diyenler de çıkmaya başlamış. Fakat zamanla bu sıkıntılı durum bir karabasan olmuş çıkmış. Dervişi öldürmüşler, neyi sorduğunu da unutmuşlar...”

Melih Cevdet Anday

Ama ölenle ölünmezmiş ya... Dervişin sorduğu, yanıtlanamayan sorular hâlâ hayattaymış... Çünkü sorular, gerçekte hiçbir zaman öldürülemezmiş... Soruların zamandışılığı da varmış...

Evet, bu kısa metin üzerinde yaptığım bir anlam çoğaltmasından sonra, “büyük anlatılar” üzerine biçimlenen, devrimi ve sosyalizmi (yani insanlığın kurtuluşunu) tekeline alan sosyalistlerin çıkarması gereken ilk dersin cümlesini şöyle kurabilirim: Eski kavram ve kategorilerle “cevap anahtarları” olduğumuz bir tarihsel dönem kapandı. “Cevapların militanı olma” dönemi bitti. Sadece, “cevap” olmadığı ortaya çıkmış yaşanmış sosyalizm deneyleri üzerine sorular sormak yerine, kapitalizmin bütün evrensel işaretlerine bakarak, çözümleyerek daha büyük sorular sormak ve bu “soruların militanı olmak” da gerekiyor. Dünyayı değiştirme çabalarının yenik düşmesi, onu değiştirmek için bir kez daha yorumlamamız gerektiği meselesi, sadece pratik bir sorun değildir. Tersine, sorunun, bir yanı sosyalizm deneylerinin eleştirisi iken, diğer yanı bizzat sosyalist teorinin kendisinin (değişik versiyonlarıyla) yapısal sorunlarının eleştirisi ve yeniden kurulması gerektiğidir. Çünkü, sosyalizmin bir tarihsel, siyasal döneminin çökmesinin ortaya çıkardığı sorular ve sorunlar, pratik olarak yaşadıklarımızdan, felsefi/teorik olarak düşündüklerimizden ve hattâ zihnimizde tasarlamaya çalıştıklarımızdan da kapsamlı ve derindir. Tarihsel olarak sona eren bir dönemin, kimi geleneklerce hiçbir şey olmamış gibi, ısrar ve inatla “tıpkı basım” sürdürülmesi artık politika teorisinin alanı olmaktan çıktı. Bu duruma neden olan göstergelerin ve var oluş biçimlerinin sosyolojik olarak da incelenmesi gerekiyor.

Öte yandan, bir dönemin sosyalizm teori ve pratiğine esastan ve usûlden karşı çıkıp, yeni bir sosyalizm yorumu için düşbaşı yapanlar açısından ise, eski tarzın pek çok kurucu ögesi, bilinçlerde ve gündelik hayatta siyasal alışkanlıklar olarak varlıklarını sürdürüyor. Çünkü bu durum, bir dönemin kurucu ögeleri bir kuşakta içselleşerek neredeyse kalıcılaşmıştır. Artık o yaşam biçiminin değiştirilmesi için de birkaç devrim yapmak gerekmektedir. Gerçekte, yeni bir sosyalizm tahayyülünün bir iç devrim olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.

Bu karmaşık sorunları “kaçamak cevaplarla” geçiştirmek kolaycılığı ise her geçen gün daha da karmaşık sorular/sorunlar biçiminde sosyalistlerin gündemine geliyor. Ne yapsak, ne eylesek, ne söylesek aynı sonuçlarla karşılaşıyoruz; örgüt/parti kursak aynı sonuçlar... dernek... sendika... gazete... hep aynı sonuçlar! Hattâ aşık olsak bile aynı siyasî/insanî sonuçlarla karşılaşıyoruz. Her şeyin devrimin, sosyalizmin ve insanın aleyhine geliştiği, umutsuzluğun ve nihilizmin neredeyse kalıcı bir yaşam tarzı olarak kalıcılaştığı bir tarihsel evrede, “zamana oynamak” yerine, zamanı lehimize çevirip tarihi ve zamanı kazanmaktan başka çaremiz yok.

Hem yaşanmış sosyalizm tarihinin/deneyimlerinin eleştirisini hem de yeni bir sosyalizm tasavvuru/tasarımının sorunlarını bir cümle ile özetleme cezasına çarptırılsam, “biz/ben” arasındaki ilişkilerdir, derdim. Çünkü, yerel ve evrensel ölçekte yaşanmış (ve yaşanan) sosyalizmlerin teori ve pratiği, “ben” ile “biz” ilişkisi dolayımıyla insanın ve özgürleşme düşünün kirletilmesine yol açtı. Amacın ve araçların, insanın ve dilin kirlenmesi ve sahiciliğini yitirmesi içinde yaşadığımız döneme damgasını vuran ve aşmamız gereken devasa bir sorun.

Sosyalizmin vaadinin (insanın eşitliği ve özgürlüğü) tanımlanması meselesi “tarifin tarifi” gibidir. Yani, sosyalizmin ve devrimin yeniden tarifi... Sosyalizme ait bütün kurucu kavramların ve yaşanmış pratiklerin organik bir eleştiriden geçirilerek, sosyalizm dünyasına ait bütün olguların yeniden tarif edilerek, ilişkilerde “hemen şimdi” yaşanıyor olması. Bu nedenle yeni bir devrimci sosyalist teoriye ve devrimci pratiğe sahip olmak, teoride ve pratikte “tarifin tarifi”ni gerektiriyor. Bunun daha da somut anlamı ise, sosyalistlerin kendi teori ve pratiklerinde bir iç devrim yapmaları gerektiğidir.

Yakın geçmişte, “Sosyalizmi yeniden tanımlama” savındaki projeler başarısız kaldıkça, iddia sahipleri teorik, politik ve pratik olarak iddialarına “yenildikçe!”, “sosyalizmi ve devrimi yeniden tarif”in bizzat kendisi kirlenerek aşınıyor ve eş zamanlı olarak iki olumsuz durum yaşanıyor: Biri, geleneksel sosyalizmin dışına çıkmış ama sisteme geri dönmemiş, hâlâ sosyalizme inanan insanların yenilenme teori ve pratiklerinden umudunu keserek kalıcı olarak sisteme geri dönmeleri... Diğeri ise bütün tarihî ve siyasî sonuçları ortaya çıkmış geleneksel sosyalizmi yeniden üretmek isteyen kollektiflerin, yaşanmış sosyalizmleri özendirme çağrılarının yaygınlaşıp çoğalması ve geleneğe dönüş çağrıları. Bu nedenle, sık kullanılan “sosyalizmin yeniden tanımlanması” cümlesinin kirlenme, aşınma ve giderek ciddiye alınmama riski söz konusu.

Öncelikle şunu söylemek istiyorum; sosyalizmin yeniden tanımlanması olayı kapsamlı bir teorik muhasebeyi ve teoriyi yeniden kurmayı gerekli kılıyor. Bunun anlamı, sadece yerel ve evrensel sosyalizm deneyimlerini eleştirip aşarak ya da taklit ederek yola devam etmek değil, artık dünyayı yorumlama meselesinin sosyalist teorinin tarihiyle temelden hesaplaşmayı kotarması demektir. Teori ödevlerimizi yapmadan, “sosyalizmi yeniden tarif” sözlerini keyfe keder bir halde yineleyerek, yeni bir sosyalizm, devrim, insan ve eşitlik sorununun kotarılamayacağı açık.

Ben ve biz ilişkileri bağlamında çok genel olarak temelde şunu söylemek istiyorum: Sosyalizmin ben/biz teori ve pratiği temelden sorunludur. Geliştirilmiş bir “birey teorisi” ise yok gibidir. Değişik versiyonlarıyla “parti teorisi” ise, devrim yapmış ülkelerde, uygulamada “devlet teorisine” dönüşerek partidevlet’e evrilmiş ve tarihen zamanını doldurmuştur. Bu nedenle, yerel ve evrensel düzeyde birey/ben olamamamızın nedenleri, sadece yerel sosyalizm deneyimleri ile ilişkili değil, tersine, bütün farklılıklarımıza karşın, (ilk ve/veya son tahlilde...) sosyalizm modellerimizin yıkılan sosyalizmlerin birer benzeri oluşuyla da ilgilidir. Evrensel sosyalizm deneyimlerinin ardından tanık olduğumuz ben ve biz manzaraları, yaşananların tümümüzün hikâyesi olduğu gerçeğini imler. Özetle sorun evrenseldir ve temelde, teorinin tarihi ile de ilgilidir. Ama bu evrensel kabahat, bu ülkenin sosyalistlerinin artık yapısallaşan başarısızlıklarının gerekçesi olamaz. Kendi özgül sorunlarımızı ve yeteneksizliklerimizi gizlemeden, sosyalist teorinin kurucu kavramlarıyla hesaplaşarak, teorinin tarifinin tarifini yaparak ve yeniden kurarak yol alabiliriz. Bu “herhangi bir problem” ya da “teoride doğru söyler, pratikte şaşar” meselesi değildir. Sosyalizmin yeniden kurgulanması sorunu, her şeyden önce teoriktir, sadece yaşadığımız deneyleri tartışmak, bunlardan yola çıkarak kısmî teorik çıkarsamalar, politik analizler yapmak yerine bizzat teoriden yola çıkarak, yeni bir teorik dünya kurmak ve onun her anını hemen şimdi hayatlarımızda içselleştirmek, pratiğe dönüştürmek gerekiyor. Tersi durumda, kırk kez devrim yapsak, aynı trajik sonuçlarla karşılaşacağız demektir.

Ki, bu sorunu aşmak, hem araç ve amaç hem de ben/biz meselesinde eşzamanlı bir çalışma kotarmak demektir. Ben/biz arasındaki yapısal sorunu, politika teorisinin bağlamı olan örgüt/parti sorununa indirgemek ise bizim mahallenin çocuklarının yaygın bir alışkanlığı olarak sürüyor. Oysa sorun, insandan insana ilişkilerin bir bütün olarak nasıl kurulacağında ve nasıl dönüştürüleceğinde düğümleniyor. Bu anlamda da, “İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” cümlesinde içerilen her şey sosyalizmin yeniden tarifinin tartışılmasına dahildir. Çünkü hayat, politikadan da, parti teorisi ve pratiğinden de çok daha büyük ve karmaşık bir toplamdır. Hayatı ve insanın hallerini, örgüt meselesine ve/veya program ve tüzüğe sığdırmaya çalıştığımızda boşa yürek çekiyoruz demektir.

12 EYLÜL: BEN İLE BİZ’İN “EŞİTLENMESİ!”

“Kurduğun zemberek/ Baktın sensiz işlemeyecek/ Bırak kırılsın/ Yönettiğin ocak/ Körelecek senin yokluğunda/ Körelsin bırak/ Çocuk büyük erkek kadın/ Dökülüp kalacaksa umarsız, şaşkın/ Her şeye yeni baştan başlamalısın.”

Gülten Akın, İlahiler

12 Eylül Askerî Diktatörlüğü, gerek uyguladığı çıplak zorun niteliği gerekse toplumu, sistemin bütün mekanizmaları ile yeni bir kalıba sokmak, sosyalistleri ise kendilerine ve topluma yabancılaştırmak projesi olarak önceki Cuntalarla kıyaslanmayacak bir “ilk”ti. (12 Mart Cuntası, 12 Eylül Cuntası karşında “dünkü çocuk!” sayılır!) Malûmun ilânı olsa da söylemem gerekiyor: 12 Eylül’den sonra bütün sosyalist kollektifler açısından yeni bir dönem başladı, genel olarak yenilgi koşullarının da ortaya çıkardığı siyasal iklim içinde ben ile biz ilişkileri yeni bir kalıba döküldü. 12 Eylül öncesinin toplumsal mücadele koşullarında, özel bir sürecin gereksinmeleri üzerinden oluşmuş “ben ile biz” denklemi, (Parti/örgüt teorisi ve pratiği) 12 Eylül sabahı başlayan sürecin güncel görevlerini algılamaya ve yeni taktik ve stratejiler geliştirerek kendini yeniden üretmeye yetmedi, yetemedi. Yeni süreç ile birlikte mücadele içindeki sosyalistler “ilk kez” dönüp kendi tarihlerine bakma şansı elde ettiler. Ve dönem boyunca çok elverişsiz koşullarda hem kavramlarını hem de pratiklerini temize çekme çabasına giriştiler. Bu örgütlerin içinde ve dışında, kendini ben ya da biz diye tanımlayanların yeni bir iç yolculuğa çıkması demekti. Nazım Hikmet’in, yirmi dört ayar sosyalizm tanımı veren “Bir ağaç gibi tek ve hür/ Bir orman gibi kardeşçesine” dizelerine hiç mi hiç benzemeyen bir süreçti bu. Ağaçlardan ormanların, ormanlardan ağaçların görünmez olduğu dönem bitmiş, Cunta’dan hem ağaçlar hem de ormanlar görünmez olmuştu. Nurdan Gürbilek’in, Vitrinde Yaşamak kitabında,

“Türkiye’de 1980’lerin kültürel iklimini tanımlayacak ilk kavram ‘sözün bastırılması’ysa, ikincisi mutlaka ‘sözün patlaması olmalı. Çünkü ’80’lerin ortasında Türkiye’de neredeyse baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir söz, imge ve görüntü patlaması yaşandı”

saptadığı dönemin başlangıcıydı. Sözün ve eylemin düne ait her şeyin bastırıldığı bir dönem... (“Sözün patlaması” 1985’lerden sonraya denk gelecekti...)

Şöyle de söylenebilir; 1974-80 döneminde ben ile biz arasında oluşmuş siyasal-örgütsel yanılsama 12 Eylül’ün ilk aylarında ortaya çıktı. Ne ki, bunu yeni bir yanılsama izledi: Cunta’nın uyguladığı çıplak zor, gizlilik, kaçaklık-korunma koşullarının ortaya çıkardığı yeni bir biz/örgüt fetişizmi de yarattı. Cunta’ya karşı daha çok örgütlü olmanın, korunmanın, örgütlü mücadele etmenin gereğiydi bu: Örgütten ayrılanı Cunta kapardı! O günlerde (ve şimdi) örgütlü olmanın ne denli gerekli olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ne ki bu karmaşık sürecin, ben ile biz ilişkileri bakımından temelde zıt iki yönde işlediği söylenebilir: Birincisi; ben ile biz ilişkilerinde merkezî kadrolardan başlayarak devasa bir teorik, politik, örgütsel ve moral çözülme ve giderek bağlı merkezden, biz’den uzaklaşma... İkincisi, paradoksal bir biçimde biz’e “kayıtlanıp” ya da ilişkilenerek yeni bir “sahiplenme”, tabulaştırma dönemi. Yani bir yandan merkezileşme eğilimleri, diğer yandan merkezkaç eğilimler... Hızla merkezî/yerel kadrolarını yitiren kollektiflerin, tarihimizin o en zor koşullarında yeni insan/militan devşirme ihtiyacı, bu psikolojinin ortaya çıkardığı kişiliklerle de tamamlandı ve dönem boyunca “biz”in açığı sürekli olarak ihtiyaca binaen devşirilenlerce giderildi! Bütün kollektifler bu tür sorunlu/zorunlu keyfe keder “kayıt”lanmaların ortaya çıkardığı psikolojik, siyasî ve polisiye sorunları fazlasıyla yaşadı.

EFSANENİN BİTİŞİ VE HAYAL KIRIKLIĞI

“Bir de ’80’lerin ruhundan, döneme damgasını vuran bir kültürel iklimden söz edeceksek eğer, bunun kendisini her şeyden önce yeni bir dille, yeni bir dil olarak ifade ettiğini vurgulamak gerekiyor. Kuşkusuz dilin her zaman hayali bir yönü vardır, her dönemde bazı kavramlar önem kazanırken diğerleri gözden düşer. Ama ’80’lerin farkı, bunu yaparken dille olan ilişkimizi de kökünden değiştirmeyi başarması, tanıdıklığı ya da yaşanmışlığı tümüyle dışlayan keyfi bir dili yaşar kılabilmesi, dille hakikat arasındaki ilişkiyi koparırken hayali bir dili sahiciymiş gibi gösterebilmesiydi.”

Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak

Evet, uzun bir zamandır bize ait olmayan bir dili konuşuyoruz... Bu dil ne ben ne de biz dili... Ne geçmişin biz dili ne de şimdinin ben dili... Yakın geleceğin ben ve biz dili ise henüz ortada yok. Dil ile hakikat arasındaki ilişkinin kopması meselesi, sosyalist gelenekleri de yakından ilgilendiriyor. Hayali bir dilin ötesinde hayali bir hayat sosyalistleri kuşatmış durumda. Ama bu yazı bağlamında ben, bu kuşatmanın dışımızdaki gerekçelerinin değil, teoride ve pratikte karşılıksızlık halinin “seçilmiş, istenmiş” bir durum olarak kendi “kabahatlerimiz” olduğu meselesinin altını çizmek istiyorum...

12 Eylül ile birlikte bir yanılsama bitti, demiştik. Çünkü, ben, efsaneleştirdiği mutlaklaştırdığı ve devrimi yapıp sosyalizmi kuracak biricik kurtarıcı olarak gördüğü biz’in politik, pratik hallerini en yakından sezdi, hissetti ve giderek ona yüklenen (ve kendinin bizzat yüklediği) sıfatların birer birer çöktüğünü yaşayarak gördü. Ve böylece ben ile biz ilişkilerinde sosyalizm tarihinin henüz yeterince ele alınmamış cankırıkları, travmalar süreci başladı... Bir düş kırıklığı, iç kanama... Biz’i oluşturan merkezî/yerel önder kadroların yetmezliğinin ayan-beyan ortaya çıkışı, bugünden bakıldığında önemsiz gibi gelebilir. Ama, o koşullarda, dünyanın ortasında yapayalnız kalan, “ben” olma kültürü de olmayan, dahası ben/birey olmanın yasak, kötü hallerden olduğu bir siyasal ilişkiler ikliminden gelen binlerce militanın öncekilerle kıyaslanmayacak “ilk” kırılmasıydı bu. İçe kapanış, içe bakış ve devasa bir sükûnet süreci! 12 Eylül öncesinde pratik çok kıymetliydi... Artık içinden konuşmanın, iç sözün kıymetli olduğu zamanlar başlamıştı. İçten içe kendi dilini, kişi/birey dilini aramanın ama bir türlü “bulamamanın!” sancıları. Çoğalmanın etiği bitmiş, bitirilmiş, artık az ve öz, “Cunta’ya teslim olmadan” yaşamanın etiği gündeme gelmişti. Yıllarca süren sıcak zamanlardan sonra zamanın, yüreğin ve bilincin soğutmaya bırakıldığı bir süreç... Öte yandan bilinçaltının, bastırılmışların işlemeye başlaması. Dışa doğru, hayata doğru eksilme, Eylül öncesindeki karşılıkların birer birer yitmesi ama aynı zamanda militanın birey olma, kendi olma sürecini özendiren, öneren koşullar. Daha imgesel bir dille ifade edersek, o dönemde, militanın görünmezliği, teoride ve pratikte yerinin olmayışı onun yeridir. Bu süreç aynı zamanda, sadece siyasal bir varlık olarak tanımlanan ve siyasete indirgenen (sayıları çok az da olsa...) tek boyutlu militanın, hayatın diğer boyutlarını keşfetmeye çalıştığı, yeni okumalar, anlamalar, anlamlandırmalar sürecine girdiği ve “birey” olmaya çalıştığı bir zaman dilimidir. Efsaneleşmiş önder örgütlerin ve kişilerin gerçekte, (ve açığa çıktığı oranda kitlelerin ve kadroların gözünde...) tabu katından “normal insan” katına inme süreci... Başka bir söylemle hayat, kadrolarla ile sempatizanları, merkez ile çevreyi genel anlamda eşitlemiş ve bir önceki dönemin yanılsamasını ortaya çıkarmıştı. (11 Eylül 1980 ile 12 Eylül 1980 günleri neredeyse özde ayrı iki ayrı ilişkilere işaret eder. Ben/biz ilişkilerinin örgüt içi hayatlar [dikey] ve örgüt ile kitle ilişkileri [yatay] bakımından sanki iki ayrı tarih iki ayrı ilişki zemini...) Yatay ve dikey mutsuzluklar zemininde, ben ile biz’in, kitle ile kadronun, merkez ile çevrenin, metropol ile taşranın bir çırpıda “eşitlenmesi” Cunta’nın tasarladığı çıplak şiddetin ve baskının ortaya çıkardığı bir marifetti. Bu somut ve yakıcı gerçeğe karşın kollektifler, dönem boyunca zaman zaman böyle bir durum yokmuş gibi davrandılar. Kimi zaman da, bu durumdan kısmî dersler çıkararak ben ile biz ilişkilerinde reformlar yapmayı denediler. Ama, gerek zor koşulların kendi iç mantığı gerekse de dönemin bilgisi, bilinci ve pratiği, örgüt teorisinde (ben biz ilişkilerinde) ve politika teorisinde,“devrim kıymetinde” radikal ve işlevsel bir değişiklikleri gündeme getirmedi, getiremedi. Esas olarak eski sosyalizm yorumunun bağlamı olarak, verili örgüt/parti teorisi ile durum idare edildi. (Yani bir bakıma, statüye ve zaman zar atılarak, durum tarihe havale edildi...)

12 Eylül yanılsamayı yeniden üretti, çünkü örgütlerin illegal koşullara geçişi, devrimcilere, sosyalizme ve genel anlamda sola bulaşmış herkesin aranır oluşu (kaçak duruma düşmesi) bir taraftan devasa bir var olma, hayatta tutunmak için dişe diş direnme, öte yandan zorunluluk ve gönüllülük karışımı yeni bir yanılsama dönemini başlattı. Başarılabildiği kadarıyla illegal hayata geri çekiliş, ilişkileri yeniden organize etme, yani bir tür “görünmezlik hali” yeni bir efsane/biz kültünün ve yanılsamasının yeniden üretimi için uygun koşullar yaratmıştı. Kendini bütün zamanların cevap anahtarı olarak kuran kollektifler içinde, esasa ve usûle dair sorular sorulmaya başlanmıştı bile. Ama ne bireyler/kadrolar ne de biz’ler, ne soruya ne de cevaplarına hazırdı. Bu nedenle de bazen sorular, bazen verildiği kadarıyla yanıtlar ve hattâ yüksek sesle düşünmeler bile hem ormanı (örgüt/biz) hem de ağacı (ben/kadro) her iki tarafı da ürküttü. Ve bu nedenle sorular ya geri çekildi, ya da dönem boyunca, bilinçaltında düşuykusu’na bırakıldı. (Zamanı gelince sorulmak ve cevaplanmak üzere... Ama o zaman hiçbir zaman geleneklerde ya da örgütlerde çoğunluğun eğilimi olarak gündeme gelmedi. Yanıp söndü... Örgütlerin “muhasebe!” süreçleri, soruları ve cevapları idare etmenin kanıtlarıyla doludur...)

12 Eylül’ün ilk yıllarında “reel sosyalizm”ler henüz model olarak ortada duruyordu ve o model ben’in bize neredeyse mutlak itaatini öneriyordu. Bireyin partiye karşı sorumluluklarını öneren ve hukuka bağlayan, partinin bireye karşı sorumluluklarının hukuku olmayan bir parti teorisi ve pratiği. Her derde deva bir demokratik merkeziyetçilik tanımı içinde, “aşağıdan” sözünün hiçleştiği bir dikey hiyerarşi ortamında, bireylerin gerek örgüt içinde gerek örgüt dışında yeni bir ben/biz ilişkileri kurmaları beklenemezdi ve öyle de oldu. Biz, bir cevaptı ama cevap olmadığı açığa çıktıkça, biz içinde örgütlü, hiyerarşi içinde yer alan kadrolar, ben’lerini, birey/kişi olarak kendilerini keşfetme sürecine girdi. Ne ki, bütün dönem boyunca bu “keşif”in olumlu gelişmediğini ve tek tek kişiler bir kenara, yeni bir birey teorisine ve yeni birey pratiğine bir katkı yapamadığını ve sadece bir “eğilim” olarak geliştiğini belirtmeliyim.

Şöyle de söylenebilir; kollektiflerin mumu Cunta’ya kadar yanmıştı. Kollektifler içinde, değişik biçimlerde ama eşzamanlı yaşanan bu yeni örgütsel yaşam biçimi gerçek anlamda bir kişilik bölünmesi de yarattı. Ben ile biz arasında, “büyük ev örgüt” ile “küçük ev aile” (kişinin kendi evi ve özel yaşamı) ilişkilerinin giderek yeniden üretilen ve yeni anlamlar verilen bir yarılmaya evrilmesi. Öte yandan da, toplumla örgütlü birey arasında yaşanan sosyal, insanî, moral bölünmenin bu yarılmaya sürekli olarak eklemlenmesi... Gerçekte, örgütlü olanlarla, sisteme teslim olmadan örgütsüz yaşayanlar (tek kişilik devrim...) olmayanlar ayrı gibi görünseler de benzer hayatları, kaderleri ve kederleri yaşadılar. Koşullar onları giderek, verili bizlerden kopmaya ve el yordamı içinde kendi kaderlerini/kederlerini tayin etmeye, ve kendileri olmaya zorluyordu. Ama, her nedense kazanan hep çözümsüzlük oluyordu. (“Hep sen kazanırsın ey çözümsüzlük...”)

“DIŞIMIZDAN BİRİ” OLAN BİREYİN KEDERİNİ/KADERİNİ TAYİN HAKKI!

12 Eylül’ün hemen ilk yılı, binlerce militanın “örgütü”nü arama çabalarıyla geçti... 12 Eylül’de ilk hayal kırıklığı, kendilerini bir geleneğin parçası zanneden, ve anti-faşist mücadele başta olmak üzere “profesyonel devrimcilik” de dahil dönemin bütün yükünü omuzlayan ve geleneklerin esas/kurucu gücünü oluşturan binlerce militanın “kadro” olmadıklarını ve örgüt/gelenek sınırları içinde hiç olmadıklarını anladıkları anda koptu. Yıllarca, il, bölge, semt örgütlenmelerinde yer alan militanların, örgüt edebiyatında “içimizden biri!” olarak değil, tersine şimdilik, ya da uzun zaman “dışımızdan biri!” konumuna evrilmeleri ilk günlerin en çarpıcı trajedisiydi. 12 Eylül öncesinde anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-şovenist mücadelenin militanı olanların kendi kaderlerini/kederlerini tayin etme (kendi başlarının çaresine bakma politikası!) durumu ile karşı karşıya kalmalarının ortaya çıkardığı siyasî ev duygusal travmanın günümüzde bile sürdüğünü söylemek abartılı olmaz. Devrimci mücadelenin esas/kurucu kitlesini oluşturan bu siyasal kümenin, dönemin gerçek öznesi binlerce militanın, “tarihsel ve dönemsel zorunluluk”, “örgütü ve ilişkileri korumanın mantığı” ile iptal edilmesi, bir başka yanıyla, ben/biz ilişkilerinin ne denli “yalan” olduğuna dair bir yargıyı üretti. Bu gelişmenin anlamı, geleneklerin merkezlerinin, karar mekanizmalarının, nesnel ve öznel koşulların zorlamasıyla kitle ile bağlarını koparmasıydı. (Tarihe haksızlık etmemek için, aslında hareketi oluşturan “kitle”nin de var olan bağı koparmaya teşne olduğunu da söylemek gerekiyor...) Aslında siyasî ve toplumsal olarak bu sorun, elbette, Cunta’nın askerî ve politik gücüyle, örgütlerin askerî ve politik güçsüzlüğünün ortaya çıkardığı bir yanıyla “anlaşılır” bir örgütsel dramdı. Ama neden ne olursa olsun, militanlar ikili bir gözden çıkarma ile karşı karşıyaydı, bir yanda devlet, öte yanda, “halkı” değilse de, hareketi oluşturan militanları “iptal eden” ama yeni bir halk/militan seçme şansı da olmayan bir örgütlerin nesnel pratikleri. Özellikle de, o siyasal tufanda, örgüt gemisine alınmayan, alınamayan ve gözden çıkarılan yüzlerce sempatizan ve “profesyonel devrimci!” daha sonraki hayatlarının kararlarını daha “o günden” verdi. Vermek zorunda kaldı... Bir dönemin gerçek kahramanı olan binlerce militanın “açıkta kalma!” hali, önce şaşkınlık, sonra öfke, daha sonra ise hayat ile yeni bağlar kurma, daha önce terk ettiği her şeye yeniden bakıp anlamlandırma (iş, para, ev, okul vs...) dolayısıyla kendini yeniden tarif etme anlamını taşıyordu. Çünkü, teori bahsinde öğrendikleri, “tarih insankızının ve insanoğlunun önüne çözebileceği sorunları koyardı” mealinde ustanın söylediği yirmi dört ayar altın bir cümle vardı. Devrim, Kaf Dağı’nın ardındaydı. Örgütler de Kaf Dağı’nın ardındaydı... Binlerce militanın kendine taşınma, yeni yüreğine, yeni hayata başlama, teoriye ve pratiğe yeni yorumlar getirme hali dönem boyunca sürdü. Bu insanların bir kısmı, ilk tehlike savuşturulduktan sonra, küçük gözaltılar, (teslim olarak ya da yakalanarak) kısa dönemli cezaevlerinde yattıktan sonra kamusal alana tekrar çıktı. Bir kısmı ise, devlet ile doğrudan yüz göz olmadan bir zaman sonra açıkta/yasal yaşamaya başladı. Bu kitle içinde, sorunu bu şekilde çözemeyen bir kesim uzun zaman “tek kişilik örgüt” ya da “örgütsüz örgütlülük” şeklinde kendini görünmez kıldı. Militanın zorunlu görünmezliğiydi bu. Çünkü, 12 Eylül öncesi konumlarından dolayı aranıyorlardı. Böylece, bir dönem aynı gelenek içinde, “üye” olarak ya da sempatizan/kitle olarak birlikte bir tarih oluşturanlar, hayatlarını ve kaderlerini birbirlerine bağlayan militanlar iki ayrı koldan ama temelde aynı politik, insanî dramı yaşamaya başladılar.

“Siyasî polisle mücadele sanatında ustalaşmak” meselesine bağlı olarak el yordamıyla da olsa döneme uygun olarak geliştirilmeye çalışılan “korunma” politikasının etkilerinin günümüze kadar sürdüğü söylenebilir. Militanların birbirleriyle ve aileleriyle, giderek hayat ile yatay ilişki kurma yasakları(!), nesnel koşulların etkisiyle de birleşerek bir yandan devasa bir asosyalleşmeyi gündeme getirirken, öte yandan örgütlü ya da örgütsüz ben’i iç yolculuğa sürükledi ve kişi olmanın koşullarını yarattı.

12 Eylül öncesinde, “Hız; siyah-beyaz bir resimdi” ve teorik bir hayattan, teorik militan yerine, pratik hayat, pratik militan yürürlükteydi. “Geleceği bilmekten başka suçu olmayan” asi ve aksi çocuklar dört nala politika yapıyorlardı. Teori ile pratiğin arası iyice açılmış, giderek okuma ve düşünme azalmıştı. 12 Eylül 1980 sonrasının “yaprağın bile kımıldamadığı” siyasî hareketsizlik koşulları, dönemin militanları açısından bir tefekkür, görece bir “düşünme” dönemi de oldu. Eylül öncesinin hızlandırıcısı olan anti-faşist mücadele ortamında, düşünmeye fırsatı bile olmayan/olamayan binlerce devrimci, ilk kez, duran zaman içinde, sistemli ya da sistemsiz düşünmeye, sosyalizme, devrimciliğe, içinde bulunduğu geleneğe ve buna bağlı olarak ben ve biz ilişkilerine, ailelerine, hayatlarına ve kaybedecek şeylerine dair sorular sormaya başladı. Denklem sistemden, aileden bağını koparmış, yirmi dört saatini devrime adayan, “kaybedecek şeyleri olmayan” bir militan modeli üzerine kurulmuştu. Ama 12 Eylül ile birlikte, Cunta’nın can güvenliği vaadinin toplumda ve (hattâ sosyalistlerde ve etkiledikleri kitlelerde...) gördüğü kabul kadar, devrimcileri kendilerinde ve etkiledikleri kitlelerde de karşılık bulduğu ve bunun ilk elde, “can ve mal”ın farkına varmayı gündeme getirdiğini daha 12 Eylül’ün ilk günlerinde yaşadık. Koştura koştura sistem dışına çıkmaya çalışan, devrimciliği bir “adlandırma” olarak da benimseyen binlerce kadronun ve sempatizanın (kitle), daha ilk günlerde (kitle!) koşar adım sisteme geri döndüğünü söylemek acı ama gerçek. (Pek çok merkezî ve yerel kadronun daha ilk günlerde ortadan kaybolması ve yıllar sonra bütün iddialarından vazgeçmiş, hattâ “kapitalizm ve devlet güzellemesi yapan” vatandaşlar olarak karşımızı çıktıkları gerçeğini anımsayalım...)

YENİ BİR DİL OLARAK EV!

“Bin dereden bir kendimi getirdim”

Can Yücel

Birikim’de yayımlanan bir yazımda, 12 Eylül ile birlikte sosyalistlerin sokaktan/hayattan eve dönmesinin (Altını çizdiğim “ev” imgesi hem düz/yalın olarak “ev”i hem de örgütsel hayatların “eve” dönüşümünü imliyordu: Örgütün ev ve devlet hali!) günümüzde ortaya çıkardığı sorunlara değinmiştim. Ben ile biz arasındaki ilişkilerin, sosyal hayattan ve siyasal mücadele zemininden kopuk, neredeyse randevulara indirgenen bir örgütsel trafik, bilgi alışverişi biçiminde sürmesi ve giderek zorunlu/sorunlu olarak evlere kapanma süreci, kollektiflerin bütün savlarına karşın, kapitalist sistemin karşı çıktığımız alışkanlıklarını evlerde de yeniden üretmeye başladı. Aslında bir başka yanıyla sistem, hegemonya mücadelesini kerte, kerte, gizlilik koşullarında evlerdeki mahremiyet içinde felsefi ve ideolojik olarak kazanmaya başlamıştı bile. Program ve tüzük dolayımıyla “aritmetik olarak” birbirine bağlı olan biz/örgüt, sürecin diyalektiği gereği, organik olarak çözülüp eriyor, teorik ve düzlemde nitel ve nicel olarak küçülüyordu. (Operasyonlar bu küçülme ve çürümeyi hızlandıran ve açığa çıkaran bir etmendi. Özellikle, örgütten ayrılmalar yoluyla yaşanan küçülmeler, kalanların sağlamlığına, burjuva ve küçük burjuva “hastalıklı” ögelerin gidişinin hayra alamet olduğuna ve bu arınmayla çelik çekirdeğin daha da güçlendiğine veriliyordu. Şimdilerde ise, bu tür ayrılıklarda yeni bir kabahat olarak gidenlerin, ayrılanların ardından, “revizyonist, oportünist” sözcüklerine “postmodernist” sözcüğü de ekleniyor. Ama her durumda gidenlerin “biz” olamadıkları, bireyci, birey oldukları ve örgüttü terk etmekle eşzamanlı olarak devrimi ve devrimciliği de terk ettiklerin yapılan vurgu, “ayrılık” ya da “ihraç” metinlerinin temel argümanıdır.) İç ve dış koşullar örgütleri, iç ajitasyona dayalı dile bağlanarak süreci tersine çevirmeye yöneltti. 12 Eylül öncesinde “hayatın her alanında” yeniden üretilen naif, popüler, romantik, hayatta belli bir karşılığı ve sahiciliği olan “biz dili” de giderek içe döndü, salt örgüt dili olarak bürokratlaştı, kendini belli periyotlarda “mevcut durum ve vazifelerimiz” başlıklarıyla ifade eden a sosyal bir niteliğe dönüşerek önce hayatta ve daha sonra da örgütsel hayat içinde gerçek anlamını/değerini ve karşılığını yitirmeye başladı. Sosyalizm dilinin kamusal alandan çekilerek, örgüt içi hamasete dönüşmesi, giderek kutsallaşması sonucu politik dil, kendini korumanın aracı olarak politik pratikten ve hayattan koparak katılaştı. Bu durumun halen sürdüğünü görmek, bastırılmış olanın, “dar alanda paslaşmayı” aşamadığının göstergesi olsa gerek.

Eve, çekilme hali, bir başka anlamda “uyuduk mu eşit oluruz” haliydi. Ama süreç geliştikçe, “uyurken yüreğimizi düzeltemeyiz” hali de bir gerçeklik oldu. Çünkü, bazı cevaplarımızın öldüğü, bazıların ağır bazılarının hafif yaralarla kurtulduğu, bazılarının ise zamana ve tarihe uygun olarak yoluna devam ettiği bir sürecin başında, “gizliliğin” bir otomotizm olarak “esas devrimcilik” sayıldığı bir başka biz/ben kültürünün geliştiğini de söylemeliyiz. “Gizlilik” dışındaki tüm politika yapma biçimlerinin değersizleştirildiği bazı alanların çıkarlara uygun birer “kullanım aracı”na dönüştürüldüğü oranda kıymetlendirildiği bir üstünlük, ayrıcalık kültürü ve dili. (İllegalitenin, ya da toplumsal hayatın dışında kalmanın yarattığı alışkanlıkların devasa bir tutuculuk olarak süreç içinde açık alana da taşındığı bir başka vakıa...) İşte bu ayrıcalık, “biz”i iyice tabulaştırdı ve biz’in mücavir alanında olmayan her şey hiçleştirildi.

Öte yandan, paradoksal bir biçimde, biz’e kurgulu ve kayıtlı bireyler içinde “denizde katre” denebilecek tek tek kişiler (hiçbir zaman örgüt içinde ve dışında anlamlı bir azınlık olamadılar!) süreç içinde önce kendilerini keşfetmeye, sonra yavaş yavaş kendilerini biriktirmeye başladılar. Ama bu durum, hiçbir zaman süreci belirleyen ya da tanımlayan bir olgu olarak gelişmedi. Gizli ya da açık, ama sonuçta biriktirme süreci nesnel koşulların militanları sürüklediği bir kendiliğinden siyasal ortamda uç verdi. Kendini tanımaya ve yeniden tanımlamaya başlayan birey, giderek biz’e daha bir “birey” olarak dahil olmaya çalıştıysa da, verili amaç-araç mantığı, ben-biz ilişkilerinin geleneksel tanımı bu tür çabaları her seferinde ya dışına attı ya da “ıslah ederek!” sorunu çözdü. Örgüt dışına çıkanlar ise ne “birey” olabildiler ve hattâ ne de “bireyselleşebildiler...” Pek çoğunun değişik evrelerden geçerek “tutunamayanlar” haline geldikleri bile söylenebilir. Bunun anlamı, biz’lerin (örgüt) çürümesine koşut olarak ben’lerin çürümesidir. 1989’da ise reel sosyalizmlerdeki ben ve biz çöküşleri ile bizdeki ben ve biz çöküşleri yeni bir eşikte çakıştı.

12 Eylül öncesinin görece açık mücadele koşullarında kendini ifade olanağı bulamayan bir militanın, gizlilik koşullarında kendini gizli/açık biriktirme çabası başlı başına bir inceleme konusudur. Çünkü bu sorun sadece politik-örgütsel bir sorun değildir. 12 Eylül öncesinin ve sonrasının birbirine bağlı sorumluluklarını; ölümlerin, işkencelerin, cezaevlerindeki özel baskı süreçlerinin ortaya çıkardığı ortak veballerin etik ve moral birer baskı oluşturduğu atlanarak ben ve biz’in hem bağımlılığı hem de ayrılığı ele alınamaz.

Birey olamamanın ortaya çıkardığı bir başka dramatik sorun ise, sürecin uzamasıyla birlikte, bir dönemin militanlarının “kaybolan yıllardan ve hayattan” intikam olma sürecine girmeleri ve böyle bir tipoloji oluşturmalarıdır. Çok genç yaşta, dünyayı değiştirme sorumluluğunu üzerine almış, geleneklerin dikey veya yatay örgütlenmeleri içinde, “profesyonel devrimcilik” ya da önemli sorumluluklar üstlenmiş militanların gerek cezaevlerinden çıktıktan sonra gerekse de “maişet derdi” ile birlikte, yeniden hayata başlama gücünü kendilerinde bulamamaları, giderek “rantiye bir hayatı” kendilerine hak görmeleri sürecin en önemli “birey” manzaralarından birini oluşturdu. Bu figür, ilk fırsatta en yakın arkadaşını “kazıklamak”, kısa zamanda paranın emrine girerek büyük işadamı/işkadını olmak muradıyla, önündeki engelleri kapitalist etiğin bile kabul edemeyeceği bir biçimde aşarak şekillendi. Yitirilen zamanı ve parayı kazanmak için “her yol mübahtı...” Çöküntünün büyüklüğü, değişime ve değiştirmeye güvensizlik, kendini mutlak haklı ve mağdur, örgütü/biz’i mutlak haksız ve zalim gören bir yaklaşım sonucu bu figür doğal bile görülmeye başlandı. Genel ve özel umutsuzluk içinde, “bu halk, proletarya, ezilenler için hiçbir şey yapmamak” gerektiğine dair şartlı refleksler ve demagojiyi teorileştirmek sonucu devasa bir “intikam” paradigmasıydı bu. (Geleneklerle dirsek teması içinde olan, “parasız sosyalistlik olamayacağı”, önce ‘bir şekilde’ parayı bulmak gerektiği, söylemlerinin giderek daha çok kabul görmesi...Örgütsel ve kişisel “harçlık” gereksiniminin ortaya çıkardığı karşılıklı uzlaşmalar ve “paran kadar sosyalistsin” geleneğinin her ilişkiye sızması...) Bu durum, bir dönem örgüte/partiye “kayıtlı” olanların, artık, sistemin bile kabul edemeyeceği bir deformasyon içinde “paraya” kayıtlı olmaları meselesidir. “Memleketimden sosyalist manzaraları” olarak da niteleyebileceğimiz bu halin, zaman zaman sosyalizmin ihtiyaçlarını gerekçe göstermesi, zaman zamanda “kişisel mağduriyetlerini” böyle bir hakkın ve yaşam tarzının nedeni ilân etmesinden çok bu durumun “idare edilmesi”dir sorun.

SONUÇ YERİNE

“1. Parşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve

2. kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç!”

Ece Ayhan

Bu yaz yitirdiğimiz şair Ece Ayhan, bir zamanlar böyle bir şiir yazmıştı. Şiire çok değişik kapılardan girilebileceği ve çok katmanlı okunacağı bilinir. Ne ki bu şiir, benim okumalarıma göre şairinin “tarih teorisi”nin şiirsel özeti, ana fikri gibidir. Bu nedenle, hem ben/biz ilişkilerine şiir yoluyla sonsöz eklemek hem de, iki dizelik çok özel bir şiir üzerinden koro ve solo düşünmemizi sağlayacak bir tartışmayı aktarmak istiyorum. Hem insanlık tarihinin geldiği dramatik nokta, neredeyse bir karınca boyu yol alınamaması, savaşların hâlâ kader/keder olması gerçeği, hem de sosyalizm alanında, bizim mahallede, yeni bir sosyalizm tahayyülüne dair kayda değer bir ilerleme sağlanamaması şair Ece Ayhan ile şair Cemal Süreya arasında geçen şu diyalogu sonsöz yerine sizlerle paylaşma isteği uyandırdı:

“Ece Ayhan: Bana göre, 1839’dan bu yana toplumsal yapımızda değil bir gelişme, ufak bir gelişme bile olmamıştır gerçekte. (...) Kadavranın içi bile tıp öğrencileri için 1841-42’lere kadar açılmamıştır. İnsanın içinin açılması ise ancak (ve bence) 1955-56’dan sonra biraz şiir eliyle olmuştur, oldu gibi geliyor bana. Yani ‘uç’ta olmakla başlıyor!

Cemal Süreya: Bence de kadavranın açılmadan insanın içi açılamaz. 1955-56 demeyeceğim. 1940’lardan önce ‘insan’ bir okul teriminden ibaretti. İnsanın içi 1940’larda aralandı. 1950’li yıllarda da açılıverdi. Marx’ın bir sözü vardır: ‘Herkes nasılsa insan öyledir,” şiirdeki ‘imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyi açarsan, sadece mesleki istatistikler çıkar.” (Güvercin Curnatası, Cemal Süreya ile konuşmalar)

Evet, şiirin ve insan insanın içi açılmamıştır... Devrimin ve sosyalizmin için açılmamıştır... Ben ile biz’in içi açılmamıştır... Hangi vakitleri beyhude yaşadığımızı, hangi vakitleri doldurduğumuzu en iyi tanımlayacak şeylerden biridir “insanın insanın” içinin açılmaması meselesi...

Kadavra ortada duruyor...