Hangi Piyasa?

Piyasa ütopyasını bir kenara bıraktığımızda, toplumun gerçekliğiyle karşı karşıya geliyoruz. Bu liberalizmle, faşizmle sosyalizm arasındaki ayrımı oluşturuyor. Faşizm ve sosyalizm arasındaki fark ekonomik bir fark değil. Ahlâkî ve dinî bir fark. Aynı iktisat ilkelerine bağlı olduklarını öne sürdüklerinde bile, yalnızca farklı değil, aynı zamanda zıt ilkelerin taşıyıcılarıdır bunlar. Ve aralarındaki nihai ayrımı belirleyen yine özgürlüktür (...) Faşist, özgürlükten vazgeçilmesine razı olup, toplum gerçekliğini oluşturan gücü yüceltirken, sosyalist o gerçekliğe razı olup, ona karşı özgürlük talebine sahip çıkıyor.”

POLANYI

Günümüz dünya ekonomisinde başat olan neo-liberal ideoloji; serbest piyasa ekonomisinin diğer ekonomik örgütlenmelerden üstün olduğu ve pazarların yapay müdahaleler olmadan işlemesine olanak tanınmasının, en etkin ekonomik sonuçları doğuracağı fikrini savunuyor. Müdahale deyince kastedilen, işgücü, mal ve para piyasalarını düzenlemek için devletlerin ulusal ekonomileri içinde uyguladıkları politikalar...

Neo-liberal ideolojinin son çeyrek yüzyıldaki başarısı birkaç unsura bağlı. Başta ABD olmak üzere egemen kapitalist devletlerin dayatmaları, çokuluslu şirketlerin söz konusu devletlerin de katkılarıyla ulusal ekonomilerde at koşturması, dünya ekonomisinin uluslararası örgütler aracılığıyla (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi) yeniden şekillendirilmesi, vb., bu faktörlerin en önemlileri arasında. Ancak bu başarıda, sözünü ettiğim dayatmaların yanı sıra, kavramsal kelime oyunlarının da bir payı var. Örneğin “piyasa” kavramını ele alalım. Neo-liberalizmin çok beceriklice yaptığı işlerden birisi, bu kavramı bulanıklaştırmak ve sonra da bu bulanık sularda “çamura yatmak” oldu. Bu yazının amacı, neo-liberalizm çığırtkanlarının “piyasa” kavramıyla ilgili yarattığı karmaşaya parmak basmak.

Tarihsel ve çağdaş ekonomileri incelediğimizde piyasa kavramından ne anlıyoruz? Tek bir çeşit piyasadan söz edebilir miyiz? Örneğin “serbest piyasa ekonomisi uygulansın” derken, piyasa sözü ne tür bir piyasayı ifade ediyor? Küçük işletmeleri mi, holdingleri mi, orta büyüklüktekileri mi ya da hatta sokak satıcılarını ve mahalle pazarlarını mı? Bu pazarlara kim tarafından ve ne tür müdahaleler yapılıyor? Piyasalarının niteliği konusundaki bu karışıklık, sadece neo-liberalizm çığırtkanlarının ortalığı bulandırma girişiminden kaynaklanmıyor tabii ki. İktisatta ve sosyolojide, “pazar nedir” sorusuna pek çok yanıt verilmiş ve bu yanıtların bazıları birbiriyle çelişiyor. Benim maksadım, piyasa nedir sorusunu yeniden deşmek değil, bu konuda arşiv aşındırmış iki kişinin, Fransız tarihçi Fernand Braudel ile Polonya asıllı ekonomi antropologu Karl Polanyi’nin yazdıkları ışığında neo-liberal söylemin bir eleştirisine başlamak.

Braudel, 15. ve 18. Yüzyıllar Arasında Uygarlık ve Kapitalizm[1] başlıklı üç ciltlik eserinde, Avrupa’yı merkez alarak ve Doğu, Güney ve Batı Asya’daki medeniyetlerden de örnekler vererek, ekonomik hayatın nasıl işlediğini ve zamanla nasıl dönüştüğünü anlatır. Braudel’e göre modern çağa girildiğinde Avrupa ekonomisi, çok katmanlı bir yapıya sahipti. Bu yapıyı bir binaya benzeten tarihçi, en alt kata maddi hayat, orta kata piyasa ve en üst kata da karşı-piyasa (contre-marche) isimlerini vermiş. Maddi hayat, yeme-içme, giyinme vb. gibi ihtiyaçların günlük hayatın içinde karşılandığı, en temel ekonomik düzeyi ifade ediyor. Bunun üzerinde yer alan piyasa[2] ise kasaba ve kentlerdeki pazaryerleri, panayırlar, küçük ölçekli üretim ve küçük ölçekli ticaretin birbiriyle ilişki içinde olduğu bir bütün. Piyasa, faaliyet ölçeklerinin küçük, rekabetin çok yoğun, dolayısıyla kârlılık oranlarının da düşük olduğu bir ekonomik alan. Piyasa ekonomisi, kapitalizm doğmadan önce yüzyıllardan beri hem Avrupa’da hem de Asya’da mevcuttu. Hattâ Braudel’e göre, Avrupa ekonomisinde 15. ve 17. yüzyıllarda yaşanan canlanmanın müsebbibi, panayırlar, pazarlar, küçük dükkânlar ve seyyar satıcılardan müteşekkil piyasa ekonomisinin ta kendisiydi. Fransız tarihçinin “gerçek” anlamda kapitalizm olarak tanımladığı karşı-piyasa ise, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’da hakimiyetini kurmaya başladı. Kapitalizmin özelliği, yüksek kârlılık, yoğun sermaye birikimi, temerküz ve tekelleşme olgularıydı. Bu haliyle karşı-piyasanın gelişmesi, devlet desteği olmadan söz konusu olamazdı.[3] Diğer bir deyişle, Batı Avrupa devletleri, kapitalist dünya ekonomisinin gelişmesi sürecinde, tekelci koşulların oluşturulması ve devam ettirilmesi işlevini yerine getirdiler. Braudel’in bu şekilde tanımladığı kapitalizm, piyasa ve günlük hayat üzerinde hakimiyet kurdu. Buna rağmen piyasa, varlığını günümüze dek sürdürdü.

Braudel’in iktisadî hayatla ilgili tahlilleri, neo-liberalizmi eleştirirken bize nasıl yardımcı olabilir? Neo-liberal ideologlar, rekabetçi piyasanın yararlarından dem vuruyorlar. Halbuki Braudel’in gözlüğünden baktığımızda, günümüzdeki “serbest pazar” anlayışıyla tarihsel olarak piyasanın gelişimi arasında dağlar kadar fark olduğunu görüyoruz. Nedir bu fark? Söz konusu pazar ekonomisinin, devletlerin inisyatifi olmadan serpilmesi düşünülemezdi bile. Başka deyişle, neo-liberallerin söz ettiği pazar, piyasaya değil, Braudel’in karşı-piyasa veya kapitalizm diye tanımladığı iktisadî alana tekabül ediyor. Bu savı, çağdaş bir örnekten yola çıkarak açıklamaya çalışayım. Günümüzde birçok çokuluslu ilaç ve gıda firması, belirli ürünlerin hammadde, üretim süreci ve dağıtımı üzerinde tekelimsi konuma sahip olmak için çaba gösteriyor. Bu süreçte, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) zihinsel ürünlerin mülkiyet hakları ve/veya hizmetlerin ticareti konusundaki düzenlemelerinden destek buluyorlar. Örneğin A şirketi, B mamulünü üretmek için kullandığı, dünyanın bir köşesinde yetişen C bitkisinin biyolojik özelliklerinin mülkiyet haklarını ele geçirebiliyor. Bu mantık devam ederse, günün birinde, dünyanın o köşesindeki insanların C bitkisini pazarda satmaları ya da ondan bir gıda ya da ilaç elde etmeleri, A şirketi tarafından engellenebilir veya denetlenebilir. Neo-liberal düşünceye göre, yeni dünya düzeninde bir devletin veya bireylerin, A şirketinin bu faaliyetlerine müdahale etmeye hakkı olmamalı; çünkü o zaman piyasa ekonomisi etkin olarak işleyemiyor! Halbuki A şirketine C bitkisi üzerindeki haklar - Adam Smith’in liberallerin kötü emellerine alet ve dillerine pelesenk olmuş tabiriyle -“piyasanın görünmez eli” veya İlahi Takdir tarafından verilmiyor. Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) çerçevesinde yıllarca süren görüşmeler sonucunda 1995’te kurulan DTÖ, ABD ve diğer Batılı ülkeler ile çokuluslu şirket temsilcilerinin kapalı kapılar ardında yaptıkları müzakereler sonucunda söz konusu ticaret kurallarını ve yaptırımlarını oluşturuyor. Ortaya çıkan sonuca da “serbest piyasa ekonomisi” deniliyor! Braudel’in gözlükleriyle bakarsak, aslında gözlemlediğimiz olgu, kapitalizmin piyasayı ve maddi hayatı (yeme-içme, hastalıklara karşı korunma, vb.) tahakkümü altına almaya çalışmasından başka bir şey değil. Kısacası, neo-liberal piyasa, piyasayı öldürmeye kararlı. Burada anlatılanlardan, egemen kapitalist devletleri eleştirirken, gelişmekte olan ülkelerin devletlerine göz kırpıldığı da sanılmasın. Çünkü gelişmekte olan birçok ülkede hükümetler, serbest pazar ekonomisi oluşturulması kisvesi altında çokuluslu şirketlerin ekmeğine yağ sürme faaliyetlerine, “kalkınma politikası” adını veriyorlar. Bir yandan da, ulusal ekonomi içinde belirli çıkar gruplarını kayırıcı politikalar yürütüyorlar. Yani, piyasayı hem dünya ekonomisindeki egemen devletler ile onların hakimiyetindeki uluslararası örgütler ve çokuluslu şirketler, hem de çevre devletleri sıkıştırıyor.

Ancak piyasa inatçıdır ve insanlar yaşamlarını idame ettirmeye çalıştıkları sürece, birçok farklı ekonomik alanda, kendini yeniden üretmeye devam eder. Bizatihi neo-liberal düzenin dayatmaları sonucunda ortada kalan gruplar - işsizler, topraklarından olanlar, küçük çapta yaptıkları üretimle büyük şirketlerle rekabet edemeyenler, vs. - yerel pazaryerlerinde, seyyar satıcı tezgâhlarında, bodrum katlarındaki küçük konfeksiyon atölyelerinde karşımıza çıkan, piyasanın tezahürleridir. Ancak piyasa, koruma ve kayırma anlamında devlet “müdahalesinden” uzakta olduğu için, hem resmi kurumlar hem de gemisini yürüten büyük şirketler tarafından sürekli hırpalanır. Bir bakıma, neo-liberalizmin sözcülerinin arzusu tam da bu alanda vücut bulur. Küçük üretim, küçük ticaret, kentsel kayıtdışı sektör, devletin “müdahalesinden,” yani düzenleme, koruma ve mali desteğinden uzakta, yaşam mücadelesini “serbestçe” sürdürür. Maksadımın “küçük güzeldir” türünden saf bir romantizmle iştigal etmek olduğu sanılmasın. Aksine, neo-liberalizmin başat olduğu bir ortamda “serbest” bırakılan piyasada, yolsuz büyüklerin gariban küçüklere karşı iktisadî ve hatta fiziksel olarak zor kullanması, hırslı küçüklerin de hırsız büyüklere özenmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.

Lafı, yaşam mücadelesi ve var olma gibi temel konulara getirmiş bulunuyorum. Neo-liberalizm, ekonominin etkin ve verimli işlemesi için serbest piyasalar gerektiğini savunurken, bu temel konulara ilişkin belirli bir tavır takınıyor. Kâğıt üzerinde hakkaniyetli görünen bir tavır bu: İddia, bireylerin ve işletmelerin serbest bir pazar içinde, arz-talep dengeleri çerçevesinde faaliyet göstermeleri durumunda, en çok sayıda kişi ve firma için en iyi (optimum) ekonomik sonucun elde edileceği şeklinde. Gelgelelim neo-liberalizm, gerçek hayatta şişede durduğu gibi durmuyor! Liberal ekonomik düzen, tarihsel olarak hep, bir tarafta küçük bir “kazananlar” zümresi ve diğer tarafta da “kaybeden” yoksul ve yoksun yığınlar oluşturuyor. Karl Polanyi, Britanya İmparatorluğu’nun başat olduğu 19. yüzyıl dünya ekonomisinin niteliklerini tartıştığı Büyük Dönüşüm[4] adlı kitabında, bu noktayı gözler önüne sermişti. Polanyi, söz konusu kitapta ve başka eserlerinde, neoklasik iktisatçıların pazar dedikleri ekonomik kurumun devletin yardımı olmadan kendiliğinden ortaya çıkmadığını ve kapitalist düzende değişim ilişkilerinin, belirli kurumsal yapılar ve toplumsal düzenlemeler olmadan gerçekleşemeyeceğini vurgulamıştı. Bu kısa yazıda, Polanyi’nin pazar kavramını fazla deşmek istemiyorum. Çünkü aslında Polanyi ve Braudel’in piyasa kavramlaştırmaları birbirinden çok farklı. Üstelik, bir tarihçi ile antropolojik araştırmalara dayanarak ekonomik hayata dair genellemeler yapan bir düşünür yan yana gelselerdi, muhtemelen pek anlaşamayacaklardı. Yine de belirtmeliyim ki, Braudel’in karşı-piyasa adı altında, Polanyi’nin ise “pazar” kavramı çerçevesinde yaptıkları kapitalizm tahlilleri, devletlerin vazgeçilmez rolüne verdikleri önem açısından birbirine paraleldir.

Burada aslında, Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’ündeki diğer önemli analizine değinmek istiyorum. Yazar, Britanya’nın kurduğu “serbest” ticarete dayalı düzeni anlatırken, 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan bir “çifte hareket” olduğunu iddia eder. Bu hareketlerin ilki, liberalizmin her alana nüfuz etmesiydi. Bir yanda İngiltere’de, yok pahasına çalışan işçi sınıfı hastalığa, yoksulluğa ve erken ölüme mahkûm olurken, diğer yanda Hindistan’da halk, iklim değişimleri yüzünden düzenli aralıklarla meydana gelen kuraklıklar süresince, serbest ticaret şiarı altında açlığa ve ölüme terk edilmişti.[5] İşte Polanyi’nin betimlediği ikinci hareket, bu ortamda oluştu. Kitlelerin bekası söz konusu olunca, liberal düzene “biraz yavaşla” denilmesi gerekiyordu. İngiltere’de bu hareket, yoksulluğun yaygınlaşmasını önlemek için yasal ve kurumsal önlemler alınması şeklinde gerçekleşti. (Sömürge ve yarı-sömürgelerde ise, bu süreç daha dolaylı şekilde, anti-emperyalist ve milliyetçi mücadeleler bağlamında daha sonra gerçekleşecekti.) 20. yüzyılın ikinci yarısında Batılı ülkelerde yaşanan refah devleti deneyimi de aynı sürecin doğal uzantısıydı.

Son 25 yılda yükselen neo-liberal ideoloji, şimdi bize, “tarih tekerrür mü ediyor?” dedirtiyor. Çünkü 21. yüzyılın başında hâlâ, dünyanın her yanında (neo)liberal kapitalist düzene karşı yaşam mücadeleleri veriliyor. Bu konuda iki güncel örnek verebilirim. Günümüzde gıda üretiminin toplam dünya nüfusunun ihtiyaçlarından fazla olmasına rağmen, kıtlık, açlık ve kötü beslenme hâlâ en temel sorunların başında geliyor. Tabii ki bu meselenin temelinde pek çok unsur yatıyor. Ancak bu faktörlerden biri, neo-liberalizmin bize “ödülü”... Örneğin Zimbabwe, son on yılda iki kez kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldi. IMF’in ısrarıyla, dış borç ödemek için ihracata zorlanan ülke, tahıl fazlasını olası kuraklıklara karşı stoklamak yerine dünya piyasasında satmak zorunda bırakıldı. Öte yandan, iklim koşullarının iyi gittiği senelerde ise, tahıl üreticileri, dünya piyasasında daha ucuz olan ürünlere karşı rekabet edemedikleri için zor durumda kaldılar.[6] İkinci örnek ise, şu sıralarda DTÖ görüşmelerinde hâlâ tartışılmakta olan, AIDS/HIV’e karşı etkin olan ilaçların üretimine ilişkin. Hastaları iyileştirmeyen, ama yaşam kalitelerini bir nebze yükselten bu ilaçların patentlerini elinde bulunduran Amerikan ilaç sanayii ile ABD hükümeti, Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan gibi ülkelerin, aynı ilaçların çok daha ucuz olan “jenerik” versiyonlarını imal etmesini engellemişti. Nüfuslarının üçte birine yakını HİV’li olan ve önümüzdeki yıllarda çalışabilir yaştaki nüfusunun önemli bir bölümünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Güney ve Doğu Afrika ülkeleri, “ulusal felaket” koşulları yüzünden, jenerik ilaç üretimine ve ticaretine izin verilmesi gerektiğini savunuyorlar. Washington Yönetimi güdümündeki DTÖ ise, jenerik ilaç üretiminin uluslararası “rekabet” ve “serbest ticaret” koşullarını hiçe sayacağını ve Amerikan firmalarını “zarara” sokacağını iddia etti.[7] Bu yıl içinde bir ara soruna kısmen çözüm bulunur gibi oldu. ABD nihayet, jenerik markalı ilaçların üretimine yeşil ışık yaktı; ancak bu sefer de “üçüncü ülkelerin” üretici ülkelerden (örneğin Brezilya’dan) ilaç ithal etmelerine izin vermeyeceğini duyurdu.

Uzun lafın kısası, yüz küsur yıl öncesinin yaşamsal sorunları, bugün de devam ediyor. Peki neo-liberalizme nasıl “dur” denilecek? 19. yüzyılın sonunda İngiltere’de olduğu gibi, yoksulluğa karşı savaşmak için hayırsever reformlara mı bel bağlamamız gerekiyor? Nitekim, neo-liberalizm şimdiden, kendi “hayır kurumlarını” yaratma uğraşında. Bundan 10-15 yıl önce gelişmekte olan ülkelere liberal ekonomik politikaları kayıtsız şartsız dayatan Dünya Bankası, son birkaç yıldır “yoksulluğa karşı savaş” nidaları atıyor. Bankanın neo-liberal küreselleşmeye fazla kafa tuttuğu için iki yıl önce istifa etmek zorunda bırakılan eski baş ekonomisti Joseph Stiglitz, Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’ünün ABD’de çıkan son baskısına önsöz yazdı! Öte yandan ülkemizde Fak-Fuk-Fon’un, Dünya Bankası projeleri çerçevesinde büyük kentlerin yoksul semtlerinde yardım dağıttığını görüyoruz.

Sonuç olarak, “neo-liberalizme nasıl dur diyelim” diye sormak aslında yeterli değil. İkinci bir soru da, “neo-liberalizme kim dur diyecek?” olmalı. Kim ve nasıl sorularına yanıt bulmaya çalışırken, piyasa içinde yer alan unsurların karşı-piyasa aleyhinde uluslararası bir düzlemde nasıl örgütlenebileceği ve bu işi yaparken kimleri yanımızda görmek istediğimiz konusunda, Braudel ve Polanyi’nin bize söyleyecekleri olabilir.

[1] Braudel, Fernand. 1979. The Structures of Everyday Life. Civilization and Capitalism 15th-18th Century. Cilt 1. New York: Harper and Row; Braudel, F. 1982. The Wheels of Commerce. Civilization and Capitalism 15th-18th Century. Cilt 2. 1984. The Perspective of the World: Civilization and Capitalism 15th-18th Century. Cilt 3.

[2] Braudel’in piyasa kavramını, aynı terimin farklı kullanımlarından ayırt etmek için italik harflerle yazacağım.

[3] Arrighi, G. 1994. The Long Twentieth Century. Londra: Verso; Wallerstein, İ. 1991. Unthinking Social Science. The Limits of Nineteenth Century Paradigms. Cambridge: Polity Press.

[4] Polanyi, Karl. 2000 [1944]. (çeviren Ayşe Buğra) Büyük Dönüşüm. Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri. İstanbul: İletişim Yayınevi.

[5] Mike Davis, Polanyi’nin sadece kısaca değindiği, 19. yüzyılın ikinci yarısında “serbest ticaret emperyalizmi”nin yarattığı açlık ve kıtlık sorunu hakkında, Geç Viktorya Dönemi Soykırımları. El Niño Kıtlıkları ve Üçüncü Dünya’nın Meydana Getirilişi başlıklı bir kitap yazdı. Bkz. Davis, Mike. 2001. The Late Victorian Holocausts. El Niño Famines and the Making of the Third World. Londra: Verso.

[6] Birçok Afrika ülkesinde kıtlık sorununun karmaşık siyasi, ekonomik ve hatta askeri nedenleri var. Bu yazıda sadece, sorunun konumuzla ilgili olan yönüne değiniyorum. Afrika’da kıtlıkla mücadele ve neo-liberalizmin rolü konusunda, bkz. Alexis de Waal. 1997. Famine Crimes. Politics and the Disaster Relief Industry in Africa. Bloomington, IN: Indiana University Press.

[7] Thomas, Caroline. 2002. “Trade Policy and the Politics of Access to Drugs,” Third World Quarterly, cilt 23, sayı 2. s. 251-264.