Sadece bizim değil dünyanın hafızası da çok zayıfladı. Çok değil bundan 12 yıl önce yine aynı umut ve şüphelerle yola çıkılmış; Madrid-Oslo çizgisinden yürüyerek neredeyse İsrail-Filistin “barışı” için son aşamaya gelinmişti. Ancak hayatın ve Filistin topraklarının gerçekliği masalarda konuşulanlara, kameralar önünde sarf edilen parlak sözlere, çizilen haritalara uymamıştı.
O zamanlar bugünkü “yol haritasının” yerine “Oslo Süreci” vardı. Zaten Ortadoğu’nun ve özellikle Filistin-İsrail meselesinin yakın tarihi başlangıcından itibaren sonu gelmeyeceği bilinen süreçler ve haritalarla dolu değil miydi?
Bu sefere de barış için yola çıkıyoruz. Umutlu muyuz? Tabiî ki. Ancak bizim umutlu olmamız yetmiyor. Bırakalım 55 yıllık işgâli, 2. intifadanın başladığı 2000 yılının Eylül ayından bu yana her iki taraftan da, ama çoğunluğu Filistinli olmak üzere öldürülen ve yaralananlar, enkaza çevrilen kentler ve kasabalar, aylarca sokağa çıkma yasaklarıyla yaşayanlar, her sabah tank paletlerinin sesleriyle uyanan, kendi topraklarında, kendi evine ancak kontrol noktasından geçerek gidebilenler, işgâli yeni işgâllerle perçinleyen bir sömürge zihniyetinin davranışlarını unutmuş değil. Diğer yandan artık sokağa bile çıkmaktan korkan, çocuklarını intihar bombacılarına kurban vermek istemeyen ve bu korkunun gittikçe sağa kaydırıp radikalleştirdiği ve hattâ Şaron gibi “kasap”tan medet umma noktasına getirdiği İsrail toplumu. Yukarıda sorduğumuz sorunun muhatabı onlar. Onlara sormak gerekiyor, umutlu olup olmadıklarını?
Özellikle 11 Eylül sonrasında Filistin meselesinin dünyadaki benzer meseleler gibi dünyanın gündeminden düşeceğini, unutturulacağını; 11 Eylül’ün yarattığı terör “paranoyası”nı kullanarak İsrail saldırılarını meşrû kılacağını, Filistinli örgütlerin daha kanlı eylemlere girişeceğini ve Yaser Arafat’ın da tarih dışına itilmeye çalışılacağını yazdık.[1] Filistin meselesini basit bir terör-güvenlik parantezi içine alan, parantezin böyle algılanması için yoğun çaba harcayan Bush-Şaron yönetimleri böyle bir ortamda gündemi rahatlıkla Irak’a çevirmiştir. Çünkü geriye dönüp arşivlere kısaca bir göz attığımızda Irak’ın işgâline giden süreçte Filistin meselesinin kendi içeriğinden koparılıp; bir işgâl sorunu olmaktan çıkarılıp sadece ve sadece İsrail’in güvenliği bazına indirildiğini, dolayısıyla İsrail’in devlet terörü ile Filistinli bazı örgütlerin bireysel terörü arasındaki şiddet sarmalı olarak sıradanlaştığını görürüz. Bu sıradanlaştırma, yabancılaştırma ve unutturma sürecinde bile İsrail’in güvenlik gerekçesiyle başvurduğu terörist yöntemler, Filistinli örgütlerin terör eylemleri yanında daha yumuşak geçiştirilmiştir. Yine Irak savaşının tozu dumanı arasında -aslında Irak savaşı öncesi Filistin meselesinin bilinçli olarak gündemden düşürülmüştür-, zaman zaman yerleri değişse bile saldırgan ve mağdurun kim olduğu tam anlaşılmamış; İsrail “güvenlik” tezi üzerinden hem Filistin toplumunu tamamiyle esir almış hem de Batı Şeria’da işgâli derinleştirmiş; hattâ bu süreçteki işgâl Oslo Antlaşmasıyla Filistin’e verilen toprakların büyük bölümünde fiilî işgâl gerçekleştirerek anlaşmanın kim tarafından öldürüldüğünü ortaya koymuştur.
11 Eylül ve Amerika’nın Irak’ı işgâlinden en karlı çıkan ülke kuşkusuz İsrail’dir.[2]
İsrail, Irak savaşı boyunca sessiz kalmayı tercih etmiş, ama savaşın hemen arkasından müttefiki Amerika’dan önce, bir bölümünü işgâl ettiği Suriye’yi suçlama, İran’ı hedef gösterme cesaretini bulmuştur. Araplar da Irak yenilgisinden sonra askerî olarak hangi noktada olduklarını görmüş, moral olarak çöküşe geçmiş, ama hepsinden önemlisi Arap diktatörlükleri Filistin meselesi üzerinden ve de Filistin meselesini kullanarak İsrail’e karşı politika yapamayacakları noktasına gelmiştir ki, belki de bu süreçteki en hayırlı gelişmedir. Ancak Irak savaşı sonrası İsrail 55 yıllık tarihi boyunca bölgede en güçlü dönemini yaşamaktadır; hattâ Golan Tepelerini işgâl ettiği 1967’deki 6 gün ve 1973’teki Yom Kipur savaşlarında bizzat savaşarak yenilgiye uğrattığı Arapları bu kez kolunu kıpırdatmadan sahnenin dışına itmiştir. Bu yüzden Irak’ın işgâli İsrail için adını saydığımız iki savaş kadar önemli bir “zafer”dir. Üstelik, tehdit olarak algıladığı, Filistinli örgütlere maddi destek sağlayan Saddam Hüseyin yönetimi de yoktur artık. Ayrıca, Şam yönetimi her ne kadar reddetse bile Amerikan ve İsrail tehditleri karşısında Suriye’deki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Ahmet Cibril’in önderliğindeki Filistin Halk Cephesi-Genel Komutanlık gibi örgütlerin bürolarını kapatmak zorunda kalmış, Lübnan’daki Hizbullah’a verdiği desteği çekmiştir. Ürdün hükümeti ise Amman’daki Baas partisinin bürolarına “bütçe yetersizliği” gerekçesiyle kilit vurdu. Tüm bu gelişmelerin ardında Irak savaşından sonra Amerika’nın doğal olarak İsrail’in çıkarları doğrultusunda Ortadoğu haritasını yeniden çizilmesi yönünde açıklanan planlara boyun eğmekten başka çare göremeyen Araplar derin bir başarısızlık ve yenilgisi duygusu içindedir.[3]
İkinci intifadanın başlangıcından yani Oslo Antlaşması’nın rafa kaldırılmasından bu yana bölge tarihi açısından 2 yıl gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, yaklaşık 12 yıllık bir yapı enkaz haline getirilmiştir. Oslo sürecinde kurulan tüm kurumsal ve insan altyapısı yine terör bahanesi ile yok edilirken İsrail’in güvenliği gerekçe gösterilmiştir. Ama hepsinden önemlisi, İsrail halkının psikolojisidir; İzak Rabin ile başlayan ve zor da olsa barışa inanan, kendisini barışa pamuk ipliğiyle bağlamış bir kitle yıllar boyu çok zor oluşturduğu inancını yitirdiği gibi, tarihin önünde işlediği suçlar apaçık ortada olan “gerçek barış”ın hep karşısında olmuş, Ariel Şaron gibi bir figüre umut bağlamıştır. Yine bu süreçte ve hâlâ Batı Şeria’daki tüm Filistin kentleri işgâl altına alınmış, intihar eylemi düzenleyen militanların yakınlarının evleri yıkılmak suretiyle yıldırılmak istenmiş aynı bölgede 1.5 yıl önce başlanan duvar inşaatı da bitme aşamasına gelmiştir. İsrail güvenliğini sağlamak için işgâl ettiği toprakları bile ikiye bölmüş, Filistin toprakları içinde bir kısmı 30 metre yüksekliğinde beton blokların, dikenli tellerin ve güvenlik kameralarının oluşturduğu 150 mil uzunluğunda güvenlik bariyeri örülmüş ve örülmeye devam etmektedir. Ha’aretz gazetesinden Gideon Levy bu duvara İsraillilerin doğal olarak daha yumuşak yaklaşıp “ayırıcı bir çit” tanımını kullandıklarını Filistinliler içinse bunun apartheid duvarı olduğunu yazıyor. Filistin haritasına dikkatli baktığımız takdirde sadece Kalkiyla değil, bir ileriki aşamada Nablus, Ramallah gibi kentlerin Beytullahim ve El Halil gibi kentlerle bağlantısı kalmayacağı görülecektir. Filistin için bu kez somut olarak Güney Afrikavari bantustanlar oluşturan İsrail, şimdilik bu sayının 3 olduğunu iddia etmektedir. Ancak duvar politikası bantustan sayısını arttıracaktır. Ve halihazırda 11 bin Filistin köylüsü duvar nedeniyle Filistin topraklarının Yeşil Hat nedeniyle de İsrail sınırları dışında kalmıştır; yani 11 bin kişi şu anda fiilî olarak no man’s land’da yaşamaktadır. Binlerce dönümlük verimli Filistin meyve ve bahçeleri ve çiftlik arazilerini çitle çevrili Filistin köylerini ve tüm Kalkilya kentini mahvedecek yeni bir ayırma duvarı da bu bariyere dahildir. Bu süreç içinde İsrail Filistin köylerini birbirlerinden ve kendi topraklarından ayırmaya devam eden yerleşimleri, güvenlik yolları ve kestirme yolları güvenlik çitleriyle çevirmiş, Batı Şeria’nın yarısına Yahudi yerleşim yerlerini yaymıştır.[4]
Oslo Antlaşması’nın çökmesinin en önemli nedenlerinden biri, İsrail’in yıkmayı vaat edip yerine getirmediği Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimleriydi. Oslo sürecinde dahi bu koşullara uymayan Netanyahu ve Barak hükümetlerinin ardından Şaron hükümeti yerleşimleri genişleterek işgâli derinleştirmişti.
2001’den sonra 60’dan fazla yerleşim birimi açarak yerleşim sayısını 116’ya çıkarmıştır ve bugün Kudüs’ten Batı Şeria’nın derinliklerine kadar yayılan bu yerleşimlerde yaşayan İsraillilerin sayısı 220 bini aşmıştır. Radikal Yahudi unsurları Batı Şeria’ya yerleştiren zihniyet Filistin toprağının göz göre göre çalınmasına göz yummuş ve sadece İsrail’in açık farkla üstün askeri gücü sayesinde bir hırsızlık yapmıştır.[5]
Ama İsrail avantajlı olduğunun bilincindedir; dünya ve bölge konjonktürü hiç olmadığı kadar kendi lehine işlemektedir. Güçlülerin haksız da olsa istediklerini alabildiği bir vahşi dünyada Filistin’in ne kadar şansı olduğunu bilmekte ve “barış olmayan bir barış” için masaya oturmak için acele etmektedir. İsrail, barış isteyen rolünü iyi oynayarak Filistin’in bir adım önüne geçmiştir. Çünkü güçlünün sesinin daha yüksek çıktığı bir sistemde, yıllardır dünyanın gözünün önünde süren koca bir işgâli bile meşrûlaştırmayı “başarmıştır.”
İşte bu yüzden Ariel Şaron elini hayli güçlendirdiği Irak işgâli ile “yol haritası” denen “yeni bir “barış sürecini” işleme koymuştur. Oslo Antlaşması’ndan bu yana toprak ve güvenlik konularında gözle görülür avantaj elde eden Şaron rahatlamış ve aslında İsrail’deki aşırı sağcıların iddialarının aksine tavizsiz bir şekilde masaya oturmuştur; yol haritası denen belgede İsrail’in kaybedeceği hiçbir nokta olmadığını hattâ İsrail için çok ileri anlaşma olduğunu bilmektedir.
“Şaron’un yol haritasını kabul etmesindeki itici güç taktik ve stratejiktir. Çünkü Şaron yol haritası konusunda Bush yönetimi ile karşı karşıya gelip, stratejik ortalığını tehlikeye sokmak istememektedir. Ayrıca İsrail’in siyasî bir ufuk yaratmadan intifada ile başlayan ekonomik krizden çıkamayacağının da bilincindedir. Diplomasi ile ekonomi arasında direk bağlantı olmadığını söylemiştir, ama diplomatik olarak ilerleme kaydederse, ekonomik olarak daha rahat olacağını da söylemiştir. Stratejik olarak yol haritasının kabûlü de bölgesel bir Filistin devletini içerdiği için 1967’de başlayan işgâlin sona ermesi anlamına gelmektedir.”[6] Dikkat edilirse artık 1967 sınırlarına geri dönüş ve 1967 ile başlayan işgâl haritası gündeme gelmemekte; Usher’in sözünü ettiği işgâlin sona ermesi, işgâlin meşrûlaştırılmasından öte bugüne kadar onlarca kez çıkarılan Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararlarının ve 242 nolu kararla 1967’de işgâl edilen topraklardan çekilmeyi içeren maddenin tarihin tozlu sayfalarına terk edilmesi anlamına gelmektedir. Hattâ, birçok kişinin ilginç bir yaklaşımla Ariel Şaron’un “3.5 milyon Filistinliyi İşgâl altında tutamayız” sözlerini bile bir dönüm noktası sayabilmişlerdir. 55 yıllık işgâlin Şaron’un ağzından çıkan sözlerle tasdik edilmesine ihtiyaç yoktur.
Filistin cephesine gelince, maalesef 2 yıllık süreçte Filistin de kaybedenler safında yer almaya devam etmiş; Irak’ın işgâli, Ortadoğu ve dünyanın aldığı yeni biçim, Oslo süreci ve 2. intifada ile Filistin’in keskinleşen iç çelişkileri de bu süreci hızlandırmıştır. Filistin tarafı birçok noktada haklı olmakla birlikte asıl fark edemediği Ortadoğu’da değişen paradigmadır. Oslo sürecinden bu yana İsrail’in geliştirdiği taktikleri iyi okuyamayan Filistin tarafı ki buna Filistin Yönetimi (FY), yönetime muhalif ( Hamas, İslâmi Cihad) yönetim yanlısı gruplar ( El Fetih’e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı) hem süreci ve şiddeti keskinleştirmekten öteye gidememiş, intifadayı hem toplumun tabanına yayamamış hem de dünya kamuoyu nezdinde İsrail’e karşı geliştirilen direnişi ve işgâle karşı direnişi meşrûlaştıramamıştır. Bunda İsrail’in dünya kamuoyundaki gücü, medya manipülasyonu, dünyanın işgâli algılayış tarzı, 11 Eylülden sonra artan anti-Arap histeri ve “terörizmi algılama” biçimi de etkili olmuştur. Ayrıca son 12 yıllık süreçte Filistin Ulusal Hareketinin belli bir stratejiye sahip olmadığı da görülmüştür. Filistin ulusal hareketinin aynı topraklar üzerinde hak iddia ettiği Siyonist hareketin tarihine bakıldığında anakronizme kaçmadan ders alması gereken olgular vardır. Siyonist hareket uzun vadeli strateji ve planlama ile Filistin ulusal hareketinin devletleşememesinde başarı sahibidir.[7]
Hareketin genel tarihi için doğru olan bu tespit son 2 yılı göz önüne aldığımızda haksızlıkları da içinde barındırmaktadır. Çünkü son 2 yılda Filistin toplumu ileriye yönelik bir projeksiyon şöyle dursun sadece ayakta kalma ve yaşabilme mücadelesi vermektedir. Filistin topraklarındaki işgâl koşulları neredeyse 1. intifada öncesine dönmüş Oslo sürecinde kazanılan tüm haklar geri alınmış, Filistin toprakları katlamalı bir işgâl ve baskı yaşamıştır. Arafat yönetiminin hem kendi hataları hem de İsrail politikaları nedeniyle toplumu karşısında inanırlığını yitirdiği gibi Arafat bile sorgulanır hale gelmiştir. Toplumun çoğunluğundaki umutsuzluk ve geleceksizlik hali, dini motiflerle süslü ölme-öldürme sürecini normalleştirmiş, hattâ destek alır hale getirmiştir. Bu umutsuzluk süreci İsrail’in Filistin toplumunu bilinçli olarak seçeneksiz bırakma gayretinin sonucudur. Ancak, Filistin toplumu çaresizliğini yeni politikalar üreterek aşmak yerine İsrail’in terörizm tuzağına, bireysel terörle düşmüştür. Bu yüzdendir ki dünya kamuoyunda Filistin “terörü”nden İsrail’in ise “şiddet”inden söz edilmektedir. Yol Haritası’na karşı çıkanların başında geldiği için İsrail helikopterleri tarafından atılan füze ile öldürülmek istenen Hamas’ın sözcüsü Abdülaziz Rantisi “vatanın bekaasının daha önce geldiğini bu noktadan hareketle şehitlerin vatanı koruma gücüne sahip olduğunu öne sürüyor ve kendilerine seçenek bırakılmadığını söyleyerek hem İsrail hem de Filistin yönetimini sorguluyor: “Bizi bu tuzağa sürükleyenin ne olduğunu sorgulayarak içinde bulunduğumuz korkunç durumu irdeliyorum”. Ama yol haritasına uzanan süreçte İsrail’in işgâli ve işgâlde uyguladığı insanlık dışı yöntemler tüm saydığımız nedenlerin en üstünde, hiçbir gerekçe ve “ama” kabul etmez biçimde hâlâ durmaktadır.[8]
Yol haritası denen belgenin üzerinde yaklaşık 10 yıl boyunca çalışılan ve pratikte belli bir noktaya gelen Madrid-Oslo sürecinden çok geride olduğu şüphe götürmez. Yani Filistin tarafının biraz da çaresizlikten kabul ettiği taslak belge bir süre sonra karşılarına engel olarak çıkacak olan birçok maddeyle doludur. Özellikle, metine daha sonra görüşülmesi kaydı ile konulan maddeler zaten Oslo anlaşmasının sonuca ulaşamamasının nedenleridir. Birinci aşama olarak daha çok Filistin tarafından kaynaklanan “şiddete son verilmesini” buna bağlı olarak İsrail’in 28 Eylül 2000 tarihinde nbu yana yeniden işgâl ettiği topraklardan çekilmesini öngörüyor. İsrail’in güvenliğinin ön plana çıkarıldığı bu madde ayrıca İsrail’in tüm yerleşim birimlerini durdurması şartını da içeriyor. Oysa şimdi sayıları 60’ı aşan yerleşim birimleri durdurulsa-yıkılsa bile Oslo’nun gündemden düşmesinden bu yana İsrail zaten Batı Şeria’da yeni topraklar kazanmış, bu yerleşimleri meşrûlaştırmıştır ki işte bu yerleşimler Yol haritasında söz konusu bile edilmemektedir. Yani Oslo’da Filistin’e verilen Batı Şeria’nın sadece yüzde 22’si üzerinden pazarlık yapılırken bu oran hali hazırda çok düşüktür. İsrail’deki radikal Yahudi unsurlar da Batı Şeria’daki yerleşimlerin yıkılmasına karşıdır. Şaron hükümetinin önündeki en büyük engel de budur zaten. Kendilerine vaat edildiği iddiası ile işgâli meşrû gören ve kaynaklarını kutsal kitaba kadar götüren bu anlayış Şaron politikasının da temelini oluşturur. Daha birinci basamakta bir hükümet krizine yol açabilecek bir nokta olan yerleşimlerin sökülmesi konusundaki Şaron’un ikna olmuş gibi görünmesi ise daha önceden işgâl edilen toprakların doygunluğu ve Filistin’e verilecek toprakların yukarıda sözünü ettiğimiz yüzde 22’den çok daha aşağıda olmasındandır. Ancak radikal Yahudiler’in bu “geri adımı” kabul etmeyeceklerini hattâ İsrail derin devletinin Şaron’u Rabin tarzı bir suikastla ortadan kaldırabileceğinden söz edilmektedir.
İkinci aşama geçici sınırlara sahip ve egemenlik unsurları taşıyan bir Filistin devletinin kurulmasıdır. Filistin devletinin kurulması ilk kez telaffuz edilmesi bakımından anlamlı ve önemlidir. Üstelik bunun aşırı sağcı bir hükümetin dile getirmesi de Oslo anlaşması ile karşılaştırıldığında ileri bir adımdır. Ancak bu devletin sınırlarının ve statüsünün geçici olması, sürecin sonunun belirsizliği birçok soru işaretini de beraberinde getirmektedir. Oslo sürecinde Filistin Yönetimine verilen A bölgeleri yani yönetim ve güvenliğin Filistinlilerde olduğu topraklarda bile şu anda egemenlik yoktur. Ayrıca bu devletin çizilen sınırları ile Filistin kent ve kasabaları birbirleriyle nasıl bağlantı kuracak, yerleşim birimleri nasıl bypass edilecek, Batı Şeria’da bütünlüklü bir sınır olacak mı sorularının yanıtı yoktur. Sınırları olan bir Filistin devleti derken birbirinden bağımsız bantustanlar mı kastedilmektedir?
Üçüncü aşamada Filistin’de reform, seçimler, kurumların stabilizasyonu ile 2005’te daimi statü anlaşmasıyla imzalanacak nihai sınırlarına kavuşmuş bir Filistin devleti öngörülmektedir.
İsrail anlaşmaya “evet” dese bile daha başlangıç olarak 14 maddelik koşul oluşturmuş, özellikle Yahudi yerleşimlerinin birçoğununun görüşme konusu bile olmaması, Yahudi devletinin varlığının tanınması ve Filistinli mültecilerin dönüş haklarından vazgeçilmesi bu koşullar içinde yer almıştır. Ortadoğu coğrafyası yayılan 3.5 milyon mülteciden birçoğunun Filistin topraklarına dönemeyeceği açıktır. Zaten 1948’de İsrail’in kuruluşu döneminde topraklarında kovulan Filistinli mültecilerin geri dönmesi de mantıklı ve gerçekçi değildir. Ama en baştan tüm mültecilerin dönüşünün engellenmesi de kabul edilmez. Zaten İsrail’in tanınmasını isteği başkenti Kudüs olan Yahudi devleti esprisinin altında da bu yatmakta, mültecilerin kabulü demografik olarak intiharla eşdeğer olarak algılanmaktadır. İsrail Yahudi devleti olarak kabul görmeyi isterken, toplumu Araplardan arındırıp safkan bir devlet kurmayı dolayısıyla, mültecilerin dönüşünü yasal olarak geçersiz kılmayı planlamaktadır. İsrail vatandaşı olan 1 milyon Filistinli Arap’ın durumu ise belirsizdir. Tabiî ki Oslo’da olduğu gibi yol haritasının metinde de en sona bırakılan şimdilik görmemezlikten gelinen Kudüs’ün statüsünün zamanı gelince nasıl bir tartışmaya yol açacağını tahmin etmeye bile gerek yoktur.
İsrail yönetiminin muhalefetle karşılansa bile “evet” dediği yol haritasına Amerikan yönetiminden gelen baskının etkisi büyüktür. Irak’ı işgâlinden sonra Ortadoğu’da “çözümün” anahtarının İsrail-Filistin meselesinde olduğunu bilen Bush yönetimi bu sorunu yumuşak bir geçişle halletmek istemekte ve önümüzdeki yılki seçimlerde Amerika’daki Yahudi oylarını ve baskı gruplarını yanına çekmeye çalışmaktadır. Hali hazırda bunu da başarmıştır. Çünkü aşırı radikaller dışında Cumhuriyetçi ve demokrat içindeki Yahudi lobileri yol haritasına onay vermiş ve Bush’un bu konuda daha atak olmasını istemişlerdir ki bu bile anlaşmanın İsrail açısından hiç de kötü olmadığının ve ne gibi avantajlar taşıdığının başka bir örneğidir.
Filistin tarafı ise Arafat’ın desteği olmadan herhangi bir anlaşmanın mümkün olmadığını bilerek yeni başbakan Mahmud Abbas ile yeni bir maceraya girmiştir. Girmiştir çünkü kaybeden taraf olmanın verdiği eziklik, yalnızlık ve çaresizlik içinde kendisine dayatılan bu haritayı en azından şimdilik kabul etmek zorunda kalmıştır. Soğuk savaşın ertesinde değişen dengelerle birlikte silahlı mücadelenin sonuna geldiğinin farkına varan Filistin yönetimi Oslo Antlaşmasına evet dediği gibi bu kez de Amerika’nın dünyaya dayattığı yeni hegemonya karşısında yol haritasını hem önceki anlaşmalara göre daha geri koşullarda olmasına rağmen kabul etmek zorunda kalmıştır. Arafat Oslo anlaşmasına evet dediği ve anlaşmanın koşullarını yerine getirmediği noktada kaybettiyse, Mahmud Abbas da yol haritasından ayrıldığı noktada kaybedecektir. Çünkü Arafat’ın Oslo’da birçok konuda tavizkâr davranıp, kendi toplumu içinde kaybetmeye başladığı zaman masadan ayrılıp intifada düğmesine bastığı unutulmamalıdır. Yani Mahmud Abbas’ın evet dediği noktadan geriye dönüşü yoktur. Yapabileceği ise masada kartlarını iyi oynayıp haklılığını iyi savunmak ve biraz daha taviz koparmaktır. Yani bu kez kurbanın sadece ismi değişmiştir; yeni kurban Mahmud Abbas’tır. Ayrıca, Filistin toplumunun hemen hiçbir kesimi yol haritasını çare olarak görmemektedir. Sadece, en baştan anlaşmaya hayır diyen Hamas, İslâmi Cihad gibi örgütler değil, itiraz biçimleri farklı olanlar da anlaşmadaki maddelerle bir yere varılmayacağını tahmin etmektedir. Mahmut Abbas bunun farkında olsa gerek “ silahlı” intifadaya son çağrısı yapmıştır. Kudüs gazetesinin yayın yönetmeni Abdülbari Atvan yol haritasını Filistinlilerin felaketi, İsraillilerin kurtuluşu olarak değerlendirmekte, Şaron’u, namlusundaki bütün şiddeti ve terörüyle intifadayı bitirmekte aciz kalıp bu görevi bizzat Filistinlilere havale etmeye çalışmakla suçlamaktadır.[9] Zaten bir adım ilerisi de Filistin’de bir iç savaştır ki bu da ihtimaller dahilindedir. Ancak, Akabe’de Bush’un baskısı ile inanmadığı bir sürece “ evet” diyen Şaron her zaman alıştığımız “terör” yüzünü göstermekte gecikmemiş, Akabe’den mahkûm bir şekilde ayrılan Abbas’a hiçbir şans tanınmayarak, bizi de çok yanıltmamıştır. Çünkü, İsrail tarafı güvenliği sağlamamakla suçladığı Filistin Yönetiminin güvenliği sağlama konusunda eli kolu bağlıdır; çünkü yönetime bağlı güvenlik birimleri 2. İntifada boyunca yok edilmiş, Akabe ile birlikte yeniden oluşturulup, çalışmasına bile fırsat tanınmamıştır. İsrail, yol haritasına karşı çıkan Hamas’ın somut bir eylemini beklemeden 2. intifadanın başlangıcında olduğu gibi provokatif bir eylemle Hamas liderlerinden Rantisi’ye saldırı düzenlemiştir. Böylece Şaron yönetimi, kanlı döngüyü yeniden işler hale sokarak Akabe’de yapılan zoraki nikahı bozmuş ve anlaşmaya hiç inanmadığını kanıtlamıştır. İsrail’deki siyasi analizcilere göre de Şaron, isteksizce imzaladığı anlaşmayı yine kendisi geçersiz kılmıştır. Şaron’un bu provokasyonu Filistin yönetimini kendi insanlarına karşı harekete geçmeyi amaçlamaktadır. Ancak Abbas’ın böyle bir konuma gelmesi yani İsrail’in yayımda Hamas’a savaş açması zor görünmektedir. Abbas, dünya kamuoyunun desteğini almıştır belki ama Akabe’deki sessiz, tavizkar, Filistinlilerin haklarını dile getirmeyen tavrı ile kendi toplumunun tepkisini çekmiştir. Yani 2 yıl önce “terörü” 100 günde bitirme sözü ile iktidara gelen Şaron, terörizmden başka bir yol bilmediğini yinelemiş; plana destek veren, Abbas’a şans tanınması gerektiğini vurgulayan ve Şaron’a açık bir mektup yazan 25 emekli generali bile çileden çıkarmıştır.
Evet, yol haritası kana bulanmış ve süreç daha başında İsrail tarafından baltalanmıştır. Böylesine karmaşık ve detayları olan meselenin 2 yıl gibi kısa bir sürede halledilmesi konusunda iyimser olmak biraz da naifliği gerektirmektedir. Hattâ İsrail, Akabe’den çıkan metnin hemen tüm yönleriyle kendisine avantaj sağladığının bilincinde olmasına rağmen yine de oyunu kanla oynamayı tercih etmiştir. Çünkü Filistin’in daha da kaybedeceğini bilmektedir. Filistin içinse kaybetmeye devam ettiği, çok dolambaçlı ve geri maddeler içeren bir süreç daha başlamıştır. Anlaşmaya baktığımızda sadece 1990’ların sona erdiğini değil, 1980’lere geri dönüldüğü görülecektir. Ama hiç olmazsa 1960 veya ’70’lere dönmüş değiliz. Acı olan birkaç yıl önce 1967’de işgâl edilen topraklardan geri çekilmeyi tartışırken, şimdi İsrail’in 2 yıl önceki sınırlara çekilmesini bile ileri bir adım olarak görme noktasına gelmemizdir.
Yol haritasının bölgeye huzur getirmesini beklemek fazla iyimser bir bakış gibi görünüyor.
Bölgenin ve insanların asıl ihtiyacı, büyük laflar ve törenlerle yola çıkılan barış anlaşmalarından önce İsrail işgâlinin sona ermesine, Filistinlilerin insan gibi yaşamaya başlayarak rahat bir nefes almasına, İsraillilerin de Kudüs, Tel Aviv sokaklarında ölüm korkusu olmadan dolaşmasına bağlıdır. İsrail helikopterlerinin ölüm yağdırdığı ve intihar bombacılarının kana buladığı bir ortam, düşmanlıkları körüklemekten başka bir noktaya hizmet etmez. Ama Şaron gibi hayatını sadece öldürmeye adamış bir politikacı ile gerçek barış hiçbir zaman olmaz.
METE ÇUBUKÇU
[1] Mete Çubukçu, Bizim Filistin Bir Direnişin Tarihçesi, sayfa 47, Metis Yayınları.
[2] Mete Çubukçu, Pax Americana ya da İntifada, Birikim dergisi, Mayıs 2003.
[3] Edward Said, Radikal, Al Ahram’dan çeviri, 4 Haziran 2003.
[4] Henry Siegman, Herald Tribune, 3 Haziran 2003.
[5] Henry Siegman, Herald Tribune, 3 Haziran 2003.
[6] Graham Usher, Al Ahram Weekly, 29 Mayıs - 4 Haziran 2003.
[7] Erhan Keleşoğlu, Filistin’de İktidar ve Muhalefet, yayınlanmamış master tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002.
[8] Abdulaziz Rantisi, Radikal, Kudüs Gazetesi’nden çeviri, 31 Mayıs 2003.
[9] Abdülbari Atvan, Radikal, Kudüs gazetesinden ceviri, 5 Haziran 2003.