Filistin’de son aylarda yaşanan gelişmeleri Amerika’nın öncülüğünde hazırlanan ve Ortadoğu sorununa “çözüm” olarak ileri sürülen “Yol Haritası” çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olur. Çünkü ilân edildiği 30 Nisan’dan sonra yaşanan gelişmeler, ya Yol Haritası’na “destek” ya da Yol Haritası’na “engel” olma yönünde cereyan etti.
ABD’nin öncülüğünde hazırlanan Yol Haritası, ana hatlarıyla üç aşamada Filistin sorununa çözüm öneriyor. Birinci aşamada Filistin yönetimi “güvenlik” önlemleriyle “terör”ü durduracak, hayat normalleşecek. İsrail, 2000’de işgâl ettiği kentlerden geri çekilecek, 2001’den sonraki yerleşim birimleri yıkılacak.
İkinci aşamada Filistin’de seçimlere gidilecek ve Filistin bağımsız devlet olabilme sürecine girecek.
Üçüncü aşamada ise 2004 ve 2005 yıllarında uluslararası bir konferansla Kudüs kentinin statüsü, mülteciler ve Yahudi yerleşim birimlerinin durumunun ele alınacağı süreç başlayacak. Ardından da İsrail, Suriye ve Lübnan arasında Ortadoğu barışı için harekete geçilecek.
Aslında Filistinlilere çözüm olarak sunulan Yol Haritası, bundan önceki diğer çözüm planları gibi kendi içinde bir takım yeni sorunları barındırıyordu. Çünkü Filistin’in kendi özel şartları, genel kabul görmüş bazı ifadeleri pratikte anlamsız kılmıştır. Örneğin Yol Haritası’nda “şiddet” ve “terörizm”in ortadan kalkması gerektiği vurgusu yapılıyor. Halbuki, bu iki kavram, Filistin pratiğinde Filistinlilerin İsrail işgâline karşı direnmeleri anlamına gelir. Çünkü İsrail ve Amerikalıların “şiddet” ve “terörizm” dedikleri şey Filistinli grupların Batı Şeria’da ve Gazze’de İsrail işgâline karşı verdikleri mücadelenin adı. Yani İsrail ve Amerika, Filistin yönetiminden, “terörizmi ve şiddeti” engellemesini isterken “Filistinli direnişçi gruplar”ın tasfiyesini istiyordu. Bundan dolayı da “Yol Haritası” Filistin yönetimi tarafından kabul edildiğinde herkesin aklına yine Filistinliler arasında bir iç savaş endişesi doğdu.
Bir diğer açıdan Yol Haritasının hayata geçirilmesi için Filistin Başbakanı Mahmut Abbas’ın (Ebu Mazin) elinin güçlendirilmesi gerekiyordu. Eğer Abbas bunu başarabilirse ve Filistin’de sükûneti sağlarsa, bu kendisi için büyük bir kazanım olacak ve aynı zamanda da Filistin’de Arafat’ın dışında yeni bir liderlik oluşması anlamına da gelecekti. Aslında Amerika ve İsrail bunun gerçekleşebilmesi için Abbas’a tam destek verdi. Bu çerçevede İsrail, hapishanelerindeki 6 binden fazla mahkûm arasından 443 mahkûmu serbest bıraktı.
ÖNCE İŞGÂL SONRA PAZARLIK
İsrail’in Filistinlilerle pazarlığa oturduğunda uyguladığı bir politika var. O da şu. İsrail önce 5 adım ilerliyor sonra da iki adım üzerinde pazarlık yapıyor. Bunu pratikten bir örnekle açıklamak gerekirse örneğin Ramallah’ı tamamen işgâl ediyor. Sonra da Ramallah’ın bir mahallesinden geri çekilmeyi pazarlık konusu yapıyor. Geri çekildiğinde de kendini “barış yanlısı” gibi lanse etmeye çalışıyor. Bundan dolayı da İsrail’in zaman zaman barış yolunda attığı adımlar olarak görülen “olumlu uygulamalar” Filistinli gruplar tarafından reddediliyor. Mahkûmların serbest bırakılmasında da aynı durum yaşandı. İsrail’in, 6 binden fazla mahkûm arasından sadece 443 mahkûmu serbest bırakması Filistinli grupları tatmin etmedi. Çünkü Filistinliler hem İsrail’in elindeki tüm esirleri serbest bırakmasını istiyor ve hem de İsrail’in istediği an aynı kişileri yeniden tutuklama gücüne sahip olduğunu biliyorlar.
Dolayısıyla Yol Haritasında yer alan “İsrail’in 2000’de işgâl ettiği topraklardan geri çekilmesini” öngören madde Filistinli gruplar tarafından şiddetle reddediliyordu. Çünkü direnişçi gruplar, İsrail’in 1967’de işgâl ettiği toprakların tamamından geri çekilmesinden yanalar. Hattâ Hamas, 1948’de işgâl ettiği topraklardan bile çekilmesini istiyor.
Bu gerçeğe rağmen Filistin’de geçen Haziran ayında önemli bir gelişme yaşandı. Başbakan Mahmut Abbas, İsrail’e karşı direnen gruplarla ve özellikle de Hamas ve İslami Cihad mensuplarıyla görüşerek İsrail’le ateşkesi önerdi. Son yıllarda İsrail’e yönelik saldırılarda ön plana çıkan ve Filistin topraklarının kurtuluşu için silâhlı mücadeleyi savunan ve bundan taviz vermeyen bu iki grup hiç de beklenmedik bir tavırla bu öneriyi kabul etti. Hamas ve İslami Cihad, 29 Haziran’da İsrail’e karşı geçici ateşkes ilân ettiklerini kamuoyuna açıkladı.
Hamas ve İslami Cihad’ın bu tavrı, aslında, 2000 Eylül ayından bu tarafa devam eden El Aksa İntifadası süresince hızından bir şey kaybetmeyen İsrail saldırıları nedeniyle günlük yaşamları iyice zora giren Filistin halkının nefes almasına neden olabilecekti. Ancak gerek Hamas gerek İslami Cihad ve ve gerekse de El-Fetih’in askerî kanadı olan El-Aksa Tugayları ve hattâ Filistin Yönetimi İsrail’in saldırılarını durduracağına kuşkuyla baktı. Çünkü her münasebette Filistinlilerin söyledikleri bir söz vardır: “İsrail hiçbir zaman hiçbir anlaşmaya sadık kalmamıştır”. Bundan dolayı da ilân edilen ateşkese olumlu cevap vereceğine hep kuşku ile baktı Filistinliler. Özelliklede İsrail’de başbakanlık koltuğunda Şaron‘un bulunması bu kuşkuları arttıran bir neden.
Yaklaşık 40 gün süren ateşkes süresine baktığımız zaman gerçekten de Filistinli örgütlerin İsrail’e yönelik ciddi bir eylemini göremiyoruz. Ancak aynı süre içerisinde İsrail Batı Şeria’ya “güvenlik” gerekçesiyle “güvenlik duvarı” örmeye başladı. Filistinliler, yıkılan Berlin duvarını andırmasından dolayı “utanç duvarı” adını verdikleri duvarın inşâsına sert tepki gösterdi. Ama bu tepki, protesto gösterileri yapmak ve uluslararası güçleri harekete geçmeye çağırmakla sınırlı kaldı.
Bu arada İsrail askerlerinin Batı Şeria’nın değişik yerlerinde operasyonlarını sürdürmesi ateşkesin her an tehlikede olduğu anlamına geliyordu. Ateşkesten tam 40 gün sonra İsrail askerlerinin Nablus’ta Hamas liderlerine yönelik operasyonu Ortadoğu’da yeniden hareketli günlere geçişin ilk kıvılcımı oldu. Operasyonda İsrail askerlerinin 2’si Hamaslı 4 Filistinliyi öldürmesinin ardından Hamas intikam alınacağını duyurdu. Ve Kudüs’te 20 kişinin öldüğü intihar saldırısı gerçekleştirdi. Hamas bu saldırıyı gerçekleştirirken İsrail tarafına, hâlâ istediği zaman çaplı bir eylem yapabilecek güçte olduğu mesajını veriyor ve İsrail‘in Batı Şeria’ya yönelik saldırılarını durdurmasını istiyordu. Ama İsrail’in bu saldırıya yanıtı sert oldu. İsrail apaçi helikopterleri Gazze’de Hamas liderlerinden İsmail Ebu Şeneb’in bindiği araca tam 5 füze fırlattı ve Ebu Şeneb’le birlikte iki koruması hayatını kaybetti.
İSMAİL EBU ŞENEB’E SUİKAST!
İsrail saldırısının önemini anlayabilmek için Ebu Şeneb’in kim olduğunu bilmekte fayda var. İsmail Ebu Şeneb Hamas’ın ilk kurucu kadrosundan. İsrail devletinin ilân edilmesinden iki yıl sonra, 1950 yılında Gazze’de doğdu. Üniversiteyi Mısır’da okudu, Colorado Üniversitesi’nde ise mühendislik üzerine doktora tezini verdi. Daha sonra Gazze’ye dönerek Gazze Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. 1987 yılı sonlarında Şeyh Ahmet Yasin‘le birlikte Hamas’ı kurdu. İki yıl sonrada İsrail tarafından tutuklandı. 10 yıl İsrail hapishanelerinde kaldı.
İsmail Ebu Şeneb Gazze’de gazetecilerin en çok görüştüğü kişilerden biri. Siyasî kişiliği ve örgütteki ağırlığı nedeniyle çok tanınan biriydi. Kendisiyle ilk röportajımı yaptığım 1998 yılında, merkezi Gazze’de olan Filistin Mühendisler Sendikası’nın da başkanlığını yapıyordu. Siyasî bir kişilikti. Filistinli örgütlerin yaptığı ortak toplantılarda Hamas’ı temsil ederdi. Herkesle temas halinde olduğu için diğer taraflarca da sevilir, takdir edilirdi. En son Gazze Üniversitesi’nde fakültelerden birinin dekanı olarak görev yapıyordu. Askeri alandaki görüşlerinden çok siyasî analizleriyle ön plana çıktı. Öldürüldükten sonra Hamas’tan başka İslami Cihad ve El-Aksa Tugayları gibi örgütler de intikamının alınacağı yönünde açıklamalar yaptı. Hattâ El-Fetih’e bağlı El-Aksa tugayları bundan sonra başta İsrail başbakanı Şaron olmak üzere tüm İsrailli bakanların hedef alındığını açıkladı. Filistinli örgütleri böylesine kızdıran temel neden, bir süredir Filistinli şahsiyetlere yönelik süikastler düzenleme yolunu takip eden İsrail’in, işi daha da tırmandırarak Ebu Şeneb gibi “askeri” değil, tamamen “siyasî bir kişiliği öldürmesiydi. Bunun içindir ki, Hamas olayın ardından “İsrail ateşkesi” öldürdü açıklaması yaptı.
HAREM-Ü ŞERİF MESELESİ
Aynı günler gerginliği tırmandırıcı bir önemli gelişme daha yaşandı. O da İsrail’in Harem-ü Şerif’i gayrı Müslimlerin ziyaretine açması.
Harem-ü Şerif, içerisinde Müslümanlarca Mekke ve Medine’den sonra en kutsal mekân olarak kabul edilen Mescid’i Aksa’nın bulunduğu yerin adı. Filistinliler buranın Müslümanların malı olduğu gerçeğinden hareket ederek Yahudilerin, “kutsal” mekân üzerinde herhangi bir egemenlik iddiasını asla kabul etmiyor. Likud Partisi başkanı Ariel Şaron, İsrail’in kutsal mekân üzerindeki hâkimiyetini göstermek için Eylül 2000’de polis gücüyle buraya girdiğinde, kan dökülmüş çok sayıda Filistinli İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetmiş ve Şaron’un o girişiminden sonra da El Aksa İntifadası başlamıştı. Yani Filistinliler nezdinde “Harem-ü Şerif”, aşılmaması gereken kırmızı çizgidir. O tarihten sonra da Harem-ü Şerif, gayrimüslimlerin ziyaretine kapatıldı.
Filistin tarafı ve Harem-ü Şerif üzerinde Filistin adına yetki sahibi olan Vakıflar, temel itibariyle gayrimüslimlerin ziyaretine karşı değil. Hattâ Şaron’un buraya zorla girişine kadar gayrimüslimler, Müslümanların ibadet saatleri dışında burayı rahatlıkla ziyaret ederlerdi. Filistinliler sadece İsrail’in burası üzerinde hak iddiasına neden olabilecek her türlü girişime şiddetle karşı çıkıyor. Kudüs’ün en büyük dinî otoritesi olan Kudüs Müftüsü İkrime Sabri, telefonla sorularıma yanıt verirken bu noktaya değiniyordu:
“Şaron, buraya girip kutsallarımız üzerinde gövde gösterisi yapmaya kalkıştığı güne kadar yabancıların girişine izin veriliyordu. Ancak burada Filistinlilerin dışında birilerinin hak iddiası anlamına gelen hiçbir girişimi onaylamayız. İsrail hükümeti burayı böylesine gergin bir dönemde gayrı Müslimlerin ziyaretine açarak tansiyonu tırmandırmayı amaçlıyor. Çünkü İsrail hükümeti, turist olarak buraya Yahudi yerleşimcileri getirerek burada ibadet etmelerine imkân tanımaya çalışıyor. Buraya kimsenin girmesine karşı değiliz. Ama Yahudi yerleşimcilerin burada ibadet etmelerine izin vermeyiz. Eğer ibadet eden olursa buna müdahale edilir.”
Yani “yangına körükle gitme” politikası izleyen Şaron, bu kararıyla Kudüs’te gerginliği daha da tırmandırdı.
ARAFAT ATAKTA
Bu arada Arafat’ın Ebu Şeneb’in öldürülmesinden sonra ortaya çıkan durumu değerlendirdiğini görüyoruz. Yol Haritası’yla birlikte gücü elinden alınmaya çalışılan Arafat, karşı atağa geçti. Arafat, daha önce Batı Şeria’da güvenlik şefi olarak görev yapan Cibril Recub’u kendisine Ulusal güvenlik şefi olarak atadı. Bu atama doğrudan Amerika’ya verilmiş bir mesajdır. Çünkü ABD ve İsrail, direnişçi gruplara karşı sert tutumuyla bilinen Muhammed Dahlan’ı güvenlik alanında tek yetkili olarak görme çalışmalarına karşın, Arafat bu atama ile “Filistin’de güvenlik alanında kendisinin söz sahibi olacağını” ilân etmiş bulunuyor.
Bütün bu gelişmeleri üst üste koyduğumuz zaman son olayların Filistin iç siyasetini de etkileyeceği açıktır. Artık Filistin liderliğinde Arafat’a alternatif olarak sunulan Başbakan Mahmut Abbas’ın ne kadar zorda kaldığını rahatlıkla görebiliriz. Abbas’ın zayıflaması, diğer açıdan Arafat’ın yeniden güçlenmesi anlamına da gelir. İsrail hükümetinin “barışın önündeki engel” olduğunu defalarca belirttiği Arafat’ın tekrar güç kazanması da Yol Haritası’nın nasıl uygulamaya sokulacağının sil baştan gözden geçirilmesini gerekli kılar. Çünkü bütün hesaplar, başkanlık yetkileri azaltılmış bir Arafat’ın varlığında “güçlendirilmiş” Başbakan Abbas’ın etkin olduğu bir Filistin için planlanmıştı. Ancak planlar hiç de belirlendiği gibi gitmedi. Bunun da manası, Yol Haritası’nın, yolun sonuna geldiğidir.
İsrail hükümeti ise bugün direnişte isimleri ön plana çıkan üç grubu bitirmeye ısrarlı görünüyor: Hamas, El-Aksa Tugayları ve İslami Cihad. Muhtemelen İsrail bir süredir uyguladığı nokta atış politikasını bundan sonrada sürdürecektir. Yani liderlere yönelik suikastlere devam edecektir. Adı geçen örgütler ise pes etmekten öte Ebu Şeneb’in intikamının alınacağı yönünde söz verdiler.