Terör Çağında Siyaset

ABD’nin 21. yüzyılın ilk on yıllarının bir “terörizmle mücadele dönemi” olacağını ilân eden devlet politikasının, ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirmek, olabildiğince kalıcılaştırmak, bir postmodern imparatorluk, bir Pax-Americana düzeni tesis etmek amacına matûf olduğu noktası -ve gerçeği- üzerinde yeterince duruldu.

Ama sanırız en az bunun kadar ilgi ve kaygı konusu olması gereken bir noktaya çoğunlukla sadece değinilmekle yetinildi. Bu, “terörizm” ve “terörizmle mücadele” konseptini ABD hegemonyasına dahil edilmek istenen ülkelerin iç düzenlerine, siyasal hayatlarına yönlendirici bir ilke, kural olarak entegre etmek olarak özetlenebilir. Bununla sırf güvenlik önlemlerinin arttırılması, istihbarat ve polis örgütlerinin güçlendirilmesi, yaygınlaştırılması gibi; temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sonucunu doğursa bile yine de “teknik” denilebilecek bir uygulamalar serisi kasdedilmiyor sadece. Bilinen tüm siyasal ideolojilerin şiddeti kategorik olarak reddetmedikleri, o akımlara mensup birilerinin, ideolojinin dünya-toplum durumu veya statükosuna ilişkin tez veya argümanlarına dayanarak şiddet eylemlerine başvurabileceği ve ayrıca hemen her şeyin bir şiddet ve dehşet aracı ya da malzemesi olarak kullanılabileceği ortadayken; ABD’nin özellikle “önleyici savaş” mantığıyla yürütülmesini empoze ettiği “terörizmle mücadele” programını, kendisi statükoya itiraz eden ve elinde nükleer santral, kimyevi tesis olan -dolayısıyla potansiyel terörist sayılan- devletlere karşı yürürlüğe koyacakken; ABD hegemonyasına biat eden devletlerde de statükoya ciddi itirazı olan her akım veya hareketi potansiyel terörist sayan bir ortam oluşturulabilecektir.

Bu, siyasetin, onu anlamlı kılan fikirler, inançlar görüşler dünyasının tepesine bir Demokles kılıcının asılmasıdır. 1980’lerden beri temellerindeki erozyonu önleyemeyen, giderek derinleşen yapısal bir krizi dünya ölçeğinde yaşamakta olan modern siyaset için bir coup de grace’dır bu. Siyaseti yönetime, en fazla “yönetişim”e indirgemek zaten “özü”nde ve ideali olan postmodernizmin, neo-liberalizmin yönlendirdiği bir dünya-toplum tasarımında “teröre”, terorizmle mücadele”ye verilen işlev de budur.

11 Eylül’den sonra ABD’nin kendi iç düzeninde bu süreç hızla işle(til)mektedir. Olayın hemen ertesinden itibaren peşpeşe çıkarılan yasalar ve düzenlemeler ile olmadık detaylara kadar inebilen gayet yaygın bir gözetim, veri toplama, değerlendirme şebekesi oluşturulmakta, milyonlarca ABD yurttaşı potansiyel suçlu/şüpheli arşivlerinde fişlenmektedir. Modern siyasetin yapısal krizine bağlı olarak, post-endüstriyel-modern toplumlarda siyasal partilerin birer yönetim şirketi gibi olmaya doğru “evrilmesi”nin zaten en açık biçimde izlenebildiği ABD’de, söz konusu düzenlemelerin bu süreci daha da hızlandırması, bu partilerin tabanındaki popüler siyaset etkinlik ve kanalları üzerinde bir tıkaç etkisi yaratması kaçınılmazdır.

ABD’nin dünya üzerindeki hemen tüm haberleşmeyi dinleyip kaydedebilen ve gezegenimizin her noktasını gözetleyebilen bir denetim ağı oluşturduğu zaten bilinmekteydi. Gelen haberler bu ağın tüm ülkelerin yurttaşlarını kapsayacak bir fişleme mekanizmasıyla takviye edildiği yönündedir.

Bizi burada ilgilendiren, bu devasa istihbarat düzeneğinin bir güvenlik önlemi olarak işlevi değil, onun ABD’ye herhangi biçimde muhalif kişi, grup ve akımlar üzerindeki caydırıcı, depolitize edici etkisidir.

Devam etmeden şu noktayı hatırlatmalıyız ki, ABD’nin “terörizmle mücadele” stratejisinin bu genel olarak “siyaset”i daraltıcı, onu “merkez”e tâbi olmaya itici etkisi veya amacı, daha önce de belirttiğimiz gibi, “modern siyaset”in zaten -önlenemez- bir kriz yaşadığı, içeriğinin pörsüyüp, seçim, parlamento, parti, katılım gibi temel kurum ve kurallarının erozyona uğrayıp işlevlerinin giderek daha fazla kısmını neo-liberal “serbest piyasa” aygıtlarına ya da etnik-dinî topluluklardan fan kulüplerine kadar uzanan yeni cemaatçi oluşumlara fiilen bıraktığı koşullarda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla terörizmle mücadele stratejisi, yükselen bir siyasallaşma dalgasına karşı değil, tam aksine modern siyasetin çöküş sürecine uygulanmakta, bunu “sürekli bir durum haline” getirmeyi amaçlamaktadır.

Bir diğer nokta; ABD’nin niyetlerinden bağımsız olarak ortada gerçekten de bir “terör sorunu”nun var olduğudur. Şüphesiz şu anda ABD’yi yöneten zihniyet ne bu sorunun kökenlerine inerek çözümünü, ne de içeriğini netleştirmeyi düşünmektedir. El-Kaide gibi terör örgütlerinin varlığı, ABD’nin bu tür örgütleri yok etmenin ötesinde ve dışında olan aslî -düzen- hedefi için son derece elverişli bir gerekçedir ve bu hedefe epeyce yaklaşılıncaya kadar varlığına “ihtiyaç” duyulacaktır.

Hemen belirtilmelidir ki; bu “terör sorunu” da modern siyasetin çöküşünün sonuçlarından biri veya bu çöküş ortamının “hayat verdiği” olgulardan biridir. O nedenle ABD’nin hegemonyasını pekiştirme stratejisine karşı sadece “direnmeyi” değil, onun karşısına alternatif bir perspektifi yerleştirmeye çalışmayı düşünenler, öncelikle şu “modern siyaset”in çöküşü olgusunun derinlikli bir analizini yapmış olmak ve bu verilerden hareketle yeni bir siyaset konsepti oluşturmak zorundadır.

Bu zorunluluk özellikle Türkiye’nin odağında yer aldığı bölge için hayatî önemdedir. Çünkü Türkiye siyasetin çöküşünün modern toplumlardaki -apolitikleşme gibi- sonuçlarını olduğu kadar bu sürece modernleşmenin eşiğinde/öncesinde -modern esinli hareket veya rejimlerin yarattığı derin hayal kırıklıklarıyla- muhatap olan toplumlarda ortaya çıkan nihilizan “silâhlı mücadele”ci örgütleri de “besleyebilen” bir durum içindedir. Ayrıca unutmamak gerekir ki; Türkiye, dünya ölçeğinde ister dinsel -Hıristiyan/Müslüman ve bunların büyük mezhepleri- ister sosyo kültürel -Doğu/Batı- ve isterse ekonomik siyasal -Kuzey/Güney- kıstaslarla çizilen sınır, cephe(leşme) hatlarının tümünün de üzerinden geçtiği bir coğrafî-tarihsel-kültürel konuma sahiptir. Kendini bu cepheleşmelerden herhangi birinin ifadesi sayan bir şiddet/terör eylemi için en etkin “teşhir mekânları”ndan biridir. “Düşmanı”nı kendi toprağında vurmaya gücü, imkânları yetmeyenler için en “ses getirici” eylem yeridir.

Bu bakımdan Kasım ayında İstanbul’da peşpeşe gerçekleştirilen intihar saldırıları aslında bekleniliyor olmalıydı. Gerçi failler kısa sürede yakalandı ama bu, yetkililerin iddia ettiği gibi “örgütün tamamen çökertildiği” anlamına gelmiyor. Her ne kadar söz konusu saldırıları düzenleyen -ve El-Kaide ile bağlantılı olduğu öne sürülen- bir grup insan yakalanmış ise de; bu, en azından kısa vadede intihar saldırıları ile karşılaşmayacağız anlamına gelmiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, yetkililerimiz, ortada Afganistan ya da Çeçenistan’daki savaş veya kamplarda eğitilmiş bir kadronun birimlerinin çekirdeğinde yer aldığı, bir iç hiyerarşiye ve haberleşme kanallarına sahip klasik bir “gizli örgüt” farz ediyorlar El-Kaide’yi. Herhalde 11 Eylül “miladı”na kadar El-Kaide böyle bir şey idi. Belki de Türkiye’de Kasım’daki saldırıların failleri bunun uzantılarıdır. Ama öyle görünüyor ki 11 Eylül’le bu ilk “aşama”sını tamamlayan El-Kaide, bu son derece çarpıcı, örnek eylemiyle, teşkilatlanmaya, bildik teşkilat ağına artık ihtiyacı olmayan bir “örgüt”e dönüşmüştür. El-Kaide, eylemi mümkün kılan, onun önşartı olan örgütlenme değil, bizatihi eylemin kendisidir.

1960-70’lerde kimi sol-sosyalist akımlar, “silâhlı mücadele, devrimci hareketin tezlerini açıklamak, propagandasını yapabilmek için bir araçtır” şeklindeki klasik yaklaşımın bir adım ötesine geçerek silâhlı mücadelenin bizatihi kendisinin propaganda olduğunu, dolayısıyla ayrı bir propaganda faaliyetine gerek olmadığını, silâhlı eylemin o işlevi de göreceğini öne sürerek, tamamen silâhlı eyleme teksif olmuş örgütler haline gelmişlerdi. El-Kaide bu yaklaşımı en uç noktasına vardıran adımı atmış ve eylem -intihar saldırıları- bir örgütsel ağ gerektirmeyen, yani icrası ile başka bir intihar saldırısını teşvik edecek, tetikleyecek bir “mekanizma”dır mantığına yaslanmış, bu işleyişi temsil ediyor görünmektedir.

El-Kaide, -İslamî- bir dünya-toplum tasarımı olmayan, sözde olsa ve hayalini kursa dahi, bunun bugünün dünyasında hatta uzak dahi olsa bir gelecekte mümkün olamayacağını kabullenmiş, yıkıcı enerjisini bu kabullenmenin öfkesinden sağlayan bir tavrın ifadesidir. Kabullendiği imkânsızlığın bir ayağı İslam düşmanlarının baş edilemez görünen güçlülüğü, diğeri ise Müslüman dünyanın toplum ve devletler olarak sergilediği onulmaz acizliklerdir. Müslüman bir-toplum olarak var olmanın koşullarının yok olduğu bu dünyada, bu cenderede, Müslüman bireyler veya topluluklar olarak var olduğunu kanıtlamanın tek biçimi, o imkânsızlığın bilgisi ve öfkesiyle girişilen bir “Cihad”dır. Ve bu bağlamda, ancak bir intihar eylemi-saldırısı ya da bunun türevleri olabilir. Var olduğunu İslâma ve Allah’ına sadık olduğunu kendini düşmanıyla birlikte ya da onun bir sembolünü tahrip ederek yok etmek süretiyle ancak kanıtlamış olabileceğini düşünen, buna inanma noktasına gelmiş -itilmiş- bir Müslüman tipidir El-Kaideci. Olumsal/yapıcı yanının ağır basması şart olan ümmetin cihadının yerine ikâme edilen bu yok etme -ve öbür dünya inancıyla telafi edilmiş- yok olmaya yoğunlaşmış enerjinin zayiat bilançosu yüksek tezahürleri, hiç şüphe edilmemelidir ki; neo-liberal, küresel “yeni dünya düzeninin umutsuzluk ve acizlik duygusunu bir kat daha arttırdığını milyarlık İslam dünyasında birer örnek “kılavuz” olarak peşlerine takılacak hayli insan, hayli genç Müslüman bulacaktır. El-Kaide’nin “teşkilatçılar”ı bu eylemlerdir. Filipin ormanlarından Atlantik kıyısı Batı kentlerinin varoşlarına, Afrika savanlarından Afgan dağlarına kadar uzanan coğrafyada El-Kaide ve Usame bin Ladin bir mitos ve idol olarak, teşkilat ve liderin kat be kat üzerinde bir işleve sahiptir ve öyle ki maddi olarak varoluşları bile gerekli değildir artık.


Buraya kadar söylenenlerin toparlanması üzerinden devam edelim. ABD’nin kendi hegemonyası altında küresel bir piyasa ekonomisi tasarımını yürürlüğe sokmak için başlattığı “terörizmle mücadele” programının aslî -stratejik- amacı, siyaseti -orta sınıflar destekli- egemenlerin yönetim alternatiflerine -ki şirketleri de diyebiliriz- indirgeyen, böylece geniş yığınların fiilen depolitize edildikleri bir duruma varmaktır. Bu duruma varış süreci, daima önü açık bir süreç olacaktır ve bastırılan “taban”dan gelecek sürekli patlamalar zaten öngörülmüştür ve bu patlamaların “yukardaki düzen”i yıkamayacağına dair kesin, aşırı bir güvenle birliktedir. Ayrıca bu öngörü ve güven, o patlamaların “işleyiş” için bir gerekçe ve yakıt işlevi göreceğini düşünmektedir. Neo-liberalizmin “küçülen”, salt güvenliğe yoğunlaşmış “devlet”i bunun içindir.

Geniş yığınların fiili depolitizasyonu, zaten küresel düzeyde gözlemlenen apolitikleşme olgusunun “terörizmle mücadele” politikaları ile akutlaştırılmasından başka bir şey değildir esasta. O nedenle de depolitizasyon amaçlı “önlem”lere karşı çıkmanın yanısıra ve daha da ağırlıklı olarak apolitikleşme olgusunun nedenleri üzerinde durulmalıdır. Siyasetin yeniden tanımlanması ve bu içeriğiyle “taban”a mensup insanların bireysel varoluşunun çok daha köklü bir boyutu olabilmesi için, apolitikleşmenin, yani modern siyasetin çöküşünün bu en önemli ve görünür kanıtının derinliğine analizi şarttır.

Bu şartın getirilmesine bir giriş olarak önce şu çok bilinen noktadan başlayabiliriz: Kapitalizm ve modern siyaset eşanlı, hatta aynı batında doğmuş sayılabilirler ama ayrı yumurta ikizleri olarak. Bu nedenle onların “çocukluk” ve “ilk gençlik” yıllarında gelişme trendlerinin paralel gözükmesine aldanmamak gerekir. Nitekim, yaklaşık bir tarih vermek gerekirse 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra kapitalizmin kendi mantığı doğrultusunda her gelişmesi, modern siyasetin kendi mantıki doğrultusunda bir gerilemeye karşılık düşmüş; ya da tersinden ifade edilirse modern siyasetin gelişme mantığı ilişki ve davranışlara egemen olabildiği ölçüde kapitalizmin “tıkanması”ndan söz edilir olmuştur.

Bu asla paradoksal olmayıp aksine kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizm bir üretim ve mübadele tarzı olarak eşit olmayan konumları öngerektir. Oysa modern siyaset, eşit haklara sahip bireyler, topluluklar arasında cereyan eden bir ilişki ve etkinlik olma varsayımından hatta inancından yola çıktığı gibi; diğer etkinlik-ilişki alanlarına da bu niteliğini -olabildiğince- yansıtabileceği fikir ve umudundan da beslenir. Şüphesiz bu bahsedilen fikir ve umut, modern siyasetin aktığı iki ana mecradan birinde, kapitalizmin ekonomik-toplumsal eşitsizlik düzeninin alt sınıflarını oluşturan kesimleri temsil ettiği -edildiği- mecrada sahip olduğu özgüven ve inanç ölçüsünde var ve etkindir. Genel olarak “sol” dediğimiz bu mecranın en azından özerk bir siyasal alternatif olabilmesinin ön koşulu, zemini de budur. Modern siyaset hemen tüm gelişimini, onunla özdeş sayılan tüm kurucu ve kurallarının şekillenişini ve yetkinleşmesini bu dinamik önkoşulun var olma derecesine borçlu sayılabilir. Modern siyasetin, her türden eşitlik karşıtı akımın liberalizmle yan yana veya harmanlanarak yer aldığı öbür ana mecrası, bu gelişme ve dinamizmi kendi kabul sınırlarının berisinde tutabilmenin uğraşını vermiştir “doğal olarak”.

Apolitikleşme “sol” siyasal mecranın sosyo/ekonomik tabanı olan alt sınıfların “eşitliği azamileştirme” hedefine yönelik bir siyasal alternatif olma iddia, özgüven, inanç ve gayretinden adım adım uzaklaşmaları ve nihayet neredeyse tamamen vazgeçmelerinin sonucudur asıl olarak. Bu süreç geniş kesimler halinde tam tersine savrulmalarla (faşizm-nazizm) da bezeli inişli çıkışlı bir tarihin “durulduğu” 1970’li yıllarla birlikte artık bir “veri” sayılır hale gelmiş; sol siyaset, ya uzaklaşan “tabanı”nı izleyerek siyasal alternatif olma iddiasını yönetim alternatifi olmaya indirgemiş ya da -bir süre sonra- aynı iddiayı -beyaz veya altın yakalı “ücretliler”in yer aldığı- orta sınıf kesimleri üzerinden sürdürmeye çalışan -Britanya İşçi Partisi başta olmak üzere Avrupa’nın hemen tüm Sosyalist, Sosyal Demokrat partileri gibi merkez sol partilere dönüşmüşlerdir.

Modern siyasetin eşitliği güçlendirip daha da yaygınlaştırmayı -demokrasinin gelişip derinleştirilmesini- hedefleyen yorumunu temsil eden sosyalist siyasetin, sözü edilen o apolitikleşmeyi, inanç, özgüven yitimini -en azından- önleyemeyen içsel zaaflarından bahsedebiliriz. Ancak asli neden bu değildir. “Doğa”sı gereği eşitliği reddeden, eşitsizliği empoze eden kadim gerekçe ve görüşleri de kullanmakla birlikte, onu nesnel/bilimsel bir zorunluluk gibi içselleştirebilecek bir “üretim tarzı”na yaslanan kapitalizm, bu üretim tarzını geliştirdiği ölçüde eşitlik idealini ve ona bağlı -kardeşlik, dayanışma ... gibi- değerleri tahrip eder. Eşitsizliğin köklerini kapitalizmle birlikte “iş”in, iş bağlamında insan-insan, insan-araç ürün ilişkilerinin aldığı yeni biçimler ve içeriğin dokusunda -bunların nesnel, bilimsel gerekler, veri ya da zorunluluklar olduğu kabulüyle- arayıp keşfetmek yerine, kapitalizmin kırmızı şalına, onun mülkiyet ve bölüşüm düzenindeki bariz eşitsizliğe saldırmak, o şalın gerisindeki kılıcı görememenin bedelini de öder.

Kapitalizmin “iş” bağlamında insanın kendisiyle, ürünüyle, diğer insanlar, eşya ve tabiatla ilişkilerine, eyleyiş ve davranış tarzına doğrudan veya dolaylı olarak empoze ettiği, bilimlere verdiği yönle de karşı konulamaz biçimde pekiştirdiği ve sonuçta içselleştirdiği içerik ve bu “çekirdek”ten türeyen anlama, anlamlandırma dünyası; insana türsel özelliğini kazandıran “çalışma” etkinliğiyle, yani onun yapma-yaratma yeteneği, kapasitesi ile, türsel varoluşunun bu “özü”yle ilgilidir. Dolayısıyla kapitalizme karşı alternatifin, özellikle de onu eşitlik ideali doğrultusunda aşacak bir alternatif arayışının bu “öz”e odaklanması mutlak koşuldur.

Modern siyasetin kökensel zaafı bu “özü” kendi uğraş alanının dışında addederek, perspektifini, dil, araç, kurum ve yöntemlerini onun sonuçları üzerinden kurmuş olmasıdır. O nedenle de kapitalizm post-endüstriyel safhaya yaklaştıkça, yani hızlanan bilimsel teknik gelişme, işbölümünün nitelikli emek kategorisindekilere bile işlerini kaybedebilecekleri endişesini yaratacak ölçüde ivmelendikçe, eşitlik idealinin kalıntıları dahi savrulmaya başlar ve yerini sisteme tutunabilme telaşı alır. Sunduğu emeğin, göreceği işin hiçbir değeri olmayan, veya niteliksiz emeğin giderek küçülen istihdam hacminde bir yer kapabilmek için uğraşıp boğuşan yığınlarca insan, bu telaş içinde “modern öncesi”nin korunma formlarına, etnik, mezhepsel aidiyetlere, kabile hatta sürü içgüdülerine savrulur, teslim eder kendini. Modern siyasetin ıssızlaşan, erozyona uğramış alanını bunlar doldurur.


Modern siyasetin -şeklen de olsa olsa- kurumlarının hâlâ işler gözüktüğü -Türkiye de dahil- ülkelerde, bu görüntüyü ayakta tutan, -neredeyse yönetime indirgenmiş de olsa- siyasal alternatiflerle ilgilenen asıl olarak orta sınıflardır. Alt sınıflar, ellerindeki oy gücüne rağmen çoğunluğu ile özerk bir siyasal tutum izleyemeyecek ölçüde dağılmış ve orta sınıf içindeki eğilimlere tâbi hale gelmişlerdir. Bu durum alt sınıf tabanı üzerinde durmaya çalışan Batı Avrupa Komünist Partileri gibi siyasal örgütlerin önlenemez bir oy kaybı içinde oluşlarıyla ve yine vaktiyle o taban üzerine kurulmuş sosyalist-sosyal demokrat partilerin bir orta sınıf kesiminde dayanak orayan bir yöne “evrilmeleri” ile kendini göstermektedir.

Türkiye’deki durum, şüphesiz bununla kısmen açıklanabilir. Ama esasta, yani siyasetin orta sınıf eksenli hale geliş trendi burada da geçerlidir. Ancak Türkiye’de alt sınıfların çoğunluğunun desteğine sahip, o taban üzerinden vücut bulmuş bir sol siyasal hareket geleneği yaşanmadığı ve onlarca yıllık “çok partili düzen”imizde sol siyaset CHP tarafından ikame edildiği için; bu trend hem CHP’nin hem de onun dayanmaya çalıştığı orta sınıfların özellikleriyle yüklü, biçimlenmiştir.

Avrupa’daki merkez-sol partilerin hayat düzeyleri ve işlevsel nitelikleri ile orta sınıf kategorisine giren “beyaz, -hattâ- altın yakalı” ücretliler kesiminden sağlamaya çalıştığı ve edinebildiği siyasal-toplumsal desteği, CHP, devlet aygıtının asker- bürokrat zümrenin kaleleri addedilen kuruluşlarının mensupları ile bu zümrenin kanatları altında uygulanan modernleş(tir)me politikalarının kendilerine bir tür imtiyaz bahşettiğine inanan “çağdaş yaşam”ı benimsemiş ve bunu “muhafazakâr-dinî yaşam”lar karşısında bir üstünlük duygusuyla sergilemeye alışmış kesimlerinde bulabilmiştir. CHP’nin dayandığı, ona en istikrarlı biçimde oy veren kesim budur. Alevi orta alt sınıf mensupları da buna eklenebilir.

Ancak, daha önce de birçok kez belirtildiği üzre, Türkiye orta sınıflarının büyük çoğunluğu doğal olarak oy ve desteklerini verdikleri merkez-sağı bundan böyle AKP’de kurumlaştırmaya kararlı olduklarını göstermişlerdir. Bu kararlılığın belli olmaya başladığı 2002 genel seçimleri öncesinde CHP, lideri Baykal’ın tantanalı uslubuyla ortaya “Anadolu Sol”u gibi bir slogan atmış bunu da “-geleneksel olarak Sünni muhafazakâr kesimin sahiplendiği-” Edebali’den aldığı ilhama bağlamıştı. Bununla merkez-sağa meyilli orta sınıftan “pay kapmaya” çalışan CHP ve Baykal, şüphesiz bu rol kesme/çalmadan umduğunu bulamamış ve partinin geleneksel tabanı olan “laik” çevrelerden topladığı tepkiyle kalmıştı.

AKP’nin tek başına iktidara gelişinden sonra “ana muhalefet” CHP o “Anadolu Sol”undan çark ederek, partinin kuruluşundan beri yerleştiği “irtica tehdidi”ne karşı siperlere mevzilendi. AKP’nin bu “yükseliş”i karşısında Ordu’nun “irtica tehdidi” sopasını daha sıkı kavrayacağı hesabıyla yerleşilen o mevzilerden yapılan destek atışları, AKP’nin bundan önceki sayılarımızda detaylı biçimde açıklanan, analiz edilen tavrı, politikaları karşısında boşa gittiği gibi, AKP’nin toplumsal desteğini arttırıp pekiştirmesine de yaradı.

Ancak bunu söylemek CHP’yi eleştirmek anlamına kesinlikle gelmiyor. CHP yapabileceğini yapmaktadır. Kapitalizmin bir ölçüde geliştiği ve postmodern evreye girildiği bu çağda; eğer siyaset orta sınıflar bazına oturmuş ve merkez sağ ve sol, bu sınıfların arasındaki siyasileşmiş ayrımlar üzerinden konuşmak zorunda iseler; Türkiye’de CHP’nin sözcülüğünü yaptığı “Atatürk milliyetçi”si “devleti”ne sadık ve bu devlet milliyetçiliği ile inşâ edilmiş Cuhuriyet’in geleneksel kurum ve politikalarını kendi “imtiyazlı” varoluşu için elzem sayan bir ortasınıf kesimi de vardır. Dolayısıyla CHP’nin bu kesimin varlık ve konumunu koruma politikasını sürdürmesi asla yadırganacak, eleştirilecek bir şey değildir.

Yadırgatıcı olan, sol adına siyaset alanına duhul etmeye çalışan birilerinin tutumudur. Solun kökenindeki değer ve idealleri şu içinden geçtiğimiz dönem koşullarında yeniden tarihsel işlev ve iddiasına layık bir “yeni siyaset”e tahvil etmenin çetin sorunları vardır ve bu tutum ancak bu ortamda marjinal bir destek bulabiliyor olabilir. “Çölden geçmek” diye bir deyim vardır. Çölleşen bir ortamda bulabildiği ufacık izlerle kurtuluş doğrultusunu çizerek, doğrultusunu yitirmeden kurtuluşuna doğru yürümek şüphesiz yoğun sabır, dikkat, ilgi ve özgüven gerektirir.

Bazı “sol” etiketlilerin böylesi bir çölden geçişin kaçınılmazlığı belirir belirmez, rotalarını çevirdikleri, birtakım siyasal hareket veya güçlerin kanatları altına sığındıkları malumdur. Bunlar sığındıkları o kanatların altından, kanat sahiplerinin davalarını daha da yüksek sesle, daha şirret bir uslupla seslendikçe palazlanacaklarını sanırlar, sanmaktadırlar. Bunun son ve tiksindirici bir örneği, Alemdaroğlu vakasının Aralık ayındaki perdesinde yaşandı. Malum, Bay Alemdaroğlu laik-Atatürkçü cephenin pek mümtaz simalarından biridir. İlginç olan bu Prof. ünvanlı beyin, bu ünvanını borçlu olduğu bir kitabın “aşırma” olduğunun bir iki yıl önce açığa çıkmasına rağmen, görevinden alınmamasıdır. Öyle anlaşılıyor ki bu utanç verici akademik suç ile laik cephenin Alemdarı olmanın pekala bağdaşabileceği zimnen kabul edilmektedir. Ama haklarını yemeyelim, bu cephenin “doğal” mensupları en azından duymamış, görmemiş gibi yaparak konuyu geçiştirmeye çalışmaktan başka bir şey de yapmadılar.

Oysa, epey üyesini birtakım “sol” etiketlilerin, bu etiketli bir parti mensuplarının oluşturduğu Tabipler Odası’nın bir önceki Onur Kurulu, önlerine getirilen cürmü meşhut niteliğindeki Alemdaroğlu dosyasını hasır altı etmeleri yetmiyormuş gibi; yeni yönetimin Onur Kurulu bu dosyayı işleme koyup Bay Alemdaroğlu’na iki ay meslekten men cezası verdiğinde Alemdaroğlu’nu öylesine şirret bir uslupla savundular ki sanırız laik cephenin doğal, namuslu mensupları bile utanç içinde kalmışlardır.

O baylar, yayımladıkları bildiride “aşırma” suçlusu Alemdaroğlu’nun bu suçu işleyip işlemediğine kesinlikle değinmeyip -suçun işlendiğini biliyorlar çünkü- ona verilen cezanın “TC’nin kendini savunma iradesine” ve üstelik de bu iradenin “önderliği”ne yönelik bir saldırı olduğunu ilân etmektedirler.

Üyelerinin -altını iki kez çiziyorum- en azından sol değer ve ideallere saygılı hekimler olduğunu bildiğimiz Tabipler Odası Onur Kurulu’nu, bu, laiklik adına da pespaye bildiri ile istifaya davet etme şirretliğini gösteren bu baylar aynı bildiride Alemdaroğlu’na verilen cezayı “Kuzey Irak’ta Mehmetçiğin başına çuval geçirmek”le, Kasım ayındaki intihar saldırıları ile aynı kefeye koymakta ve bunların tümünün “Türkiye’yi teslim almaya yönelik” operasyonun parçaları olduğunu iddia etmekteler.

Türkiye’ye eğer bu kafalar yön verebilirse, Türkiye’yi teslim almak değil, hacir altına almak, karantina altına almak gerekiyor demektir.


Türkiye’de sol, sosyalizm akımı, bu kafalarla, uzak-yakın ilişkisinin kurulamayacağı biçimde bir kendini yeni baştan tanımlama sürecine acilen girmek zorundadır. Geçmişe, kapitalizm ve modernizmin ilk, yükseliş çağlarına özgü olgulardan hareketle yorumlanmış, içeriklendirilmiş ve böylece “gelenek”selleştirilmiş, asli değer ve ideallerini, bugünden karakteristik çizgileri belirginleşen geleceğin koşulları, olguları bağlamında yeniden içeriklendirebilmelidir. Genel olarak siyaseti yeniden canlandırabilecek, özel olarak da küreselleşen dünyadaki milyarlarca “alt/aşağı” konuma itilmiş insanda yeniden eşitlik/eşdeğerlik inancı ve özgüvenini yeşertebilecek ve onları sadece siyasetin özgül mekanizmlarını ele geçirmekle sınırlı olmayıp, o hiçbir geleneksel sosyalist/sol iktidarın dokunamadığı, devraldığı “gerçek hayat”ların örüldüğü her alan ve ilişkiyi de kapsayan bir “siyaset”in yani fiilen bir yeni hayat kuruculuğunun öznesi olmaya teşvik edebilmenin yegane umudu buradadır. Neo-liberal küreselleşmenin siyasetsizleştirme stratejisine karşı alternatif siyaset ancak bu olabilir.