Amerika'da Kampanya Finansmanı: Reformlar, Mitler ve Gerçekler

Siyasette para için rekabet etmek neredeyse yalnızca Amerika’ya özgü bir olgudur. Adaylar esas olarak sadece seçim zaferi için değil, ayrıca siyasî bağışlar için de savaşan siyasî girişimcilerdir. Siyasî yarışların büyük bölümünde finansmanlarının neredeyse tamamını sağlamak adayların üzerine düşüyor. Durum böyle olunca, siyasî adaylar zamanlarının büyük bir bölümünü finansman bulmaya harcıyorlar. Kampanyaların maliyeti arttıkça, bir adayın bağış toplama meziyeti de onun en büyük değerlerinden (asset) biri haline geliyor. Aslına bakılırsa, bir adayın siyaset yaşamı çoğu zaman onun bağış toplayan sağlam bir kuruluş yaratabilme becerisine göre belirleniyor. Siyasette bağış toplamanın öneminin gittikçe artmasına ve siyasette paranın daha da fazla önem kazanmasına rağmen, Amerikalılar ve yabancı gözlemciler kampanya finansmanına dair pek çok kalıcı miti ya da yanlış anlamayı paylaşıyorlar. Pek çok mit gibi, bu yanlış anlamalarda ufak da olsa bir gerçek payı var. İnsanların gerçeklik algıları çoğu zaman belirli somut bir temele dayanmasına rağmen, daha sonra siyasî bir skandal ve reformcuların ve tutucuların abartılı retorikleri tarafından kuvvetli bir biçimde çarpıtılıyor.

Günümüzde kampanya finansmanının özelliklerine değinmeden ya da kalıcı mitlerin bir kısmını yıkmak ya da açıklığa kavuşturmadan önce yakın geçmişteki kampanya finansmanı ve onun hukuki yollarla düzeltilmesi çabalarını aklımızda tutmamız gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, kampanya finansmanındaki değişiklikler ulusal kampanya yönetimi ve onun benimsediği teknolojiye dair değişikliklerle eş zamanlı olarak gerçekleşti. Bu makalede, kampanya finansmanının gelişiminin ve suistimalleri ortadan kaldırmak için yapılan reformların kısa bir tarihini anlatacağım. Federal sistem, Birleşik Devletler’de kamu siyasetiyle ilgili her alanda olduğu gibi, bu alanda da her türlü tartışmayı ihtiva ediyor. Eyalet kampanyası finansmanı alanında, eyalet seçimlerini ve yerel seçimleri idare eden elli farklı kampanya finansmanı biçimi var.[1] Bu farklı finansman biçimlerinin kapsamlı bir incelemesinin Birikim’in bu özel sayısının amaçlarını aşacağını söyleyebiliriz. Onun yerine, kampanya finansmanının tarihine dikkatli bir biçimde baktıktan sonra, birkaç genelgeçer yanlış anlamaya değinip halihazırdaki Başkanlık seçimleri bağlamında yapılan reformların başarısını değerlendireceğiz.

REFORM ÖNCESİ DÖNEMDE KAMPANYA FİNANSMANI

1970’lerin başlarına kadar kampanya finansmanının etkili bir biçimde reforme edilmesi adına pek az şey yapıldı. Frank Sorauf’un söylediği gibi “Amerikan kampanya finansmanındaki yeni dönemden önce (reform sonrası dönem), eski dönem diyebileceğimiz bir dönem yaşanmamıştı. Ne 1950 ya da ’60’lardaki kampanyalar, ne de onların finansmanı yüzyıl önceki kampanyalardan ve finansman biçimlerinden çok bir farklılık arzetmiyordu.”[2] İlk “modern” Başkanlık kampanyası Andrew Jackson tarafından yürütüldü. Onun dönemindeki seçimlerden önce, Başkan adayları açık kampanyalar yürütmek yerine ülke çapındaki siyasî seçkinler arasında lobi faaliyetleri gerçekleştiriyorlardı. Böylece, Başkan olma emellerinin Seçiciler Kurulu’ndakiler (electoral college) tarafından dikkate alınacağını umuyorlardı. Jackson 1823 yılındaki Başkanlık yarışında doğrudan halk iradesine seslenerek kampanya tarihinde yeni bir çığır açtı ama kendisi doğrudan ülke çapında kampanyalara katılmadı.[3] O, daha çok Demokrat Parti[4] çekirdeği içindeki vekillerinin ve partizanlarının gazeteler aracılığıyla mesajını yaymalarına güvendi. Başkan adayları çoğu zaman memleketlerinde oturup, bütün kampanya boyunca insanların ya da basının kendilerine gelmelerinden hoşnut olurlardı. Bu durum hiçbir şekilde kampanyaların tatlı biçimde rekabetten uzak geçtiği anlamına gelmiyordu. Tam tersine, ondokuzuncu yüzyılın ortası ile sonu arasında partilerin ‘altın dönemi’nde seçimler oldukça münakaşalı olurdu ve ortalama seçmen hem partiye hem de seçim sürecine derin bir biçimde dahil olurdu. 1896 yılı Başkanlık kampanyalarında büyük bir geçişe tanıklık etti. William McKinley ofis için seçim dönemini kelimenin gerçek anlamıyla evinin verandasında geçirirken, William Jennings Bryan ulus çapında ateşli konuşmalar yaptı. Her ne kadar McKinley seçimleri rahat bir biçimde kazansa da, vekiller üzerinden yürütülen seçim kampanyalarıyla özdeşleşen eski dönem kapanmıştı. Hem ulaşım, hem de iletişim alanındaki yeni teknolojiler sayesinde, “veranda” kampanyaları sona erdi. Yurttaşlar artık adayların oyların peşinde koştuğu daha kişiselleşmiş kampanyalar bekliyorlardı. Yeni kampanya biçimi daha fazla örgütlenmeyi, seyahat etmeyi ve parayı gerektiriyordu.

Siyasî kampanyalara dair bu dönüşüm gerçekleşmeden önce bile, Kongre kampanya finansmanındaki yolsuzlukların görünümünden endişe duymaya başlamıştı. İlk reformlar Başkan Garfield’ın trajik ölümünden kısa bir süre sonra yapıldı.[5] Onun suikastinden sonra, 1883 tarihli Pendleton Kamu Hizmeti Yasası, siyasî görevlere atananlar ve bu tarz görevlerde çalışanlar tarafından yapılan zorunlu yardımları yasakladı. Bununla birlikte, yüzyılın bitimindeki Progressive (ilerici) döneminin başlamasıyla kampanya finansmanına dair daha kapsamlı bir düzenleyici rejimin yürürlüğe konması için ilk gerçek adımlar atıldı. Şeffaflık ve mesuliyet, yasamadan bağımsız olarak Progressive dönemin tutarlı bir biçimde kullanılan temalarındandı ve kampanya finansmanı da buna bir istisna teşkil etmiyordu. 1907’de şirketlerin ve bankaların bağış yapması yasaklandı. 1911’de, Kongre Meclis ve Senato seçimleri için yapılan harcamalara sınırlamalar getirdi (buna rağmen, sonuç olarak Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir dizi kararla bu sınırlamalar kaldırıldı). 1925’te o güne kadar görülmüş en iddialı kampanya finansmanı düzenleme paketi oluşturuldu. Eski reformların birçoğu, özellikle de harcamaları sınırlayanlar, düzenlendi ve yeni yasaya eklendi. Siyasî partilerin finans kaynaklarını bildirmesi zorunlu kılındı. Franklin Roosevelt yönetimi döneminde de partilerin “yolsuz” faaliyetlerinin önüne geçmek için birtakım çabalarda bulunuldu. 1939 tarihli Hatch Yasası federal çalışanların partizan faaliyetlere katılmasını yasaklayarak patronaj sisteminin ipini çekti. Daha sonraki tasarılar, federal adaylara yapılacak ilk para yardımını 5000 dolarla sınırladı ve sendikaların finansal katkılarda bulunmasını yasakladı.[6]

Her şeye rağmen, bu reformların ortak noktası etkisiz olmalarıydı. Uygulama en büyük sorundu. Bu yeni yasaları uygulayacak hiçbir kontrol otoritesi kurulmamıştı. Bütün raporlar, bu yasaları ihlal edenleri kovuşturacak personelden ve otoriteden aciz Temsilciler Meclisi Memuriyeti’ne gönderiliyordu. Çağdaş bir gözlemci olarak Loise Overacker 1930 yılında şöyle yazıyordu: “Bu yasaların bazıları iş uygulamaya gelince o kadar havada kalıyor ki insan onları hazırlayanların bunların kitap üzerinden kalan işe yaramaz belgeler olmalarını umduklarından kuşkulanıyor.”[7] Ayrıca bu yasalarda suistimale açık büyük boşluklar vardı. Seçim zamanının dışındaki dönemlerde neredeyse sınırsız miktarda bağış toplamak mümkündü. Bu durum, mevki sahiplerinin, partilerin ve diğer muhtemel adayların kampanyalarına resmi olarak başlamadan bağış toplamalarını olanaklı kılıyordu. Richard Nixon’ın 1972’de yeniden seçilmesinden sonra[8] yapılan Watergate soruşturmasında ortaya çıkan ve kamuoyunun dikkatine sunulan muazzam suistimaller, Amerikalıların ve daha önemlisi Kongre’nin etkili reformlara dair taleplerini yeniden gözden geçirmelerine neden oldu.

KAMPANYA FİNANSMANI REFORMUNDA MODERN DÖNEM

1972 seçimlerindeki suistimaller ortaya çıkmadan önce bile, Kongre reformun doğrultusu konusunda “bebek adımları” atmaya başlamıştı. Cumhuriyetçi Başkan Nixon tarafından veto edilen 1971 Federal Seçim Kampanyası Yasası (FECA) bir yıl sonra Demokratlar tarafından kontrol edilen Kongre’den geçirildi. Jeffrey Birnbaum’un gösterdiği gibi bu “esas olarak maliyeti gittikçe artan kampanyalara karşı bir tepkiydi”[9] ama aynı zamanda kampanya finansmanının kapsamlı bir biçimde düzenlenmesi adına önemli bir adımdı. Başlıca tedbirler, malî katkıların ve harcamaların daha düzgün bir biçimde ve zamanında bildirilmesini, kampanya harcamalarının kısıtlanmasını ve zengin adayların kendi kampanyalarına yaptıkları katkıların sınırlandırılmasını içeriyordu. Bu reformlar hakikaten kapsamlı olsa da, Sorauf’un belirttiği gibi aslında Demokratlara hizmet ediyordu, zira Demokratlar televizyon döneminin modern ve yüksek harcamalı kampanyalarında Cumhuriyetçilerle rekabet edemiyorlardı.[10] Yüzyılın başında teknolojinin daha yüksek maliyetli kampanyalar yaratması gibi, televizyonun tam olarak benimsenmesi de 1960’lardaki kampanyalar üzerinde benzer bir etki yarattı.

Watergate’de yaşanan suistimaller herkes tarafından öğrenildikten sonra, Kongre hemen FECA’da bir dizi yasa değişikliğine gitti. 1974 FECA yasası Amerikan kampanya finansmanı rejiminde önemli sıçramalar yarattı. Bu paket içindeki en bilinen reform bireysel bağışlara getirilen dikkate değer kısıtlamalar oldu. Hiç kimse bir adaya seçim başına 1000 dolardan fazla bağış yapamıyordu. Ön seçimler de bu tanımın içinde yer aldığı için, bir kişi bir adaya en fazla 2000 dolar verip onun seçimini kazanmasını umut ediyordu.[11] Bir diğer önemli değişiklik Başkanlık seçiminin kısmen kamuoyu tarafından finanse edilmesine başlanması oldu. Kongre yarışları kamusal finansmandan muaf tutuldu. Yalnızca birkaç Kongre üyesi kendi mali kaynaklarının altüst olmasına gönüllü olduğu için, Kongre yarışlarının kamu tarafından finanse edilmesi fikri pek destek bulmadı. Başkanlık seçimlerinde, belirli harcama sınırlamaları üzerinde anlaşan adaylar denk finansal yardımları (matching funds) almaya yalnızca belirli bir katkı eşiğini geçip, kendi finansal kapasitelerini ispat ettikten sonra hak kazanabiliyorlardı. 1974 yasa değişikliklerinden beri yalnızca iki aday ön seçimlerde kamusal finansman payını azalttı (2000 ve 2004’te George W. Bush, ve 2004’te John Kerry). Buna rağmen, her ikisi de genel seçimlerde denk finansal yardımları (ve dolayısıyla harcama kısıtlamalarını) kabul ettiklerini belirttiler.[12] 1974 anayasa değişikliği yeni ve daha katı bilgi verme (disclosure) ve finansal bildirim standartları getirdi.[13] Bütün bu yeni düzenlemeler yeni kurulan Federal Seçim Komisyonu (FEC) tarafından takip ediliyor ve uygulanıyordu. Daha önceki yasaların uygulanmasındaki isteksizlik büyük ölçüde düzeltilmişti.

Yeni reformlar her ne kadar işleri yoluna koysa da, kampanya finansmanı rejiminde büyük sorunlar belirmeye başladı. Amerikan Anayasa Mahkemesi 1976 tarihli Buckley v. Valeo davasında aldığı kararlarla, FECA ve 1974 yasa değişikliğindeki iki kilit koşulu reddetti: Kongre seçimleri için yapılan kampanyalara harcama sınırlamaları getirilmesi (federal denk finansal yardımları kabul eden Başkan adayları, bu yardımları kamu yardımı koşulları altında aldıkları için hala harcama sınırlamalarına tâbi idiler) ve adayların kendi kendilerini finanse ettikleri ve milyonerlerin yarış boyunca kendi servetlerinden sınırsız para harcadıkları kampanyaların yasaklanması. Mahkeme esasen ifade özgürlüğünü para harcamayla eş tuttu. Bireylerin kendi kendilerini finanse etmelerine sınırlamalar getirilmesi ya da kampanya harcamalarının kısıtlanması, Anayasa Mahkemesi’ne göre ifade özgürlüğünün anayasaya aykırı bir biçimde sınırlandırılması anlamına geliyordu. Buna rağmen, mahkeme FECA ve 1974 yasa değişikliklerinin geri kalanına, en önemlisi de bağışlara getirilen sınırlamalara dokunmayarak Kongre’nin bu katkıları kısıtlayarak gerçek ve şeklen (in appearance) yolsuzlukları önleyecek güce sahip olduğuna hükmetti. Mahkeme tutanaklarına göre bu önlemler “adayların büyük finansal yardımlara olan bağlılığının doğurabileceği uygun olmayan sonuçlara karşı lüzumlu yasal silahlar”dı. Buckley davası reformcular tarafından büyük ölçüde yenilgi olarak görülse de, en önemli yasa değişikliklerine dokunulmamıştı.

Reformlar her ne kadar iyi düşünülmüş olsalar da, yetersizliklerin ortaya çıkması için on yıl yetti. Bu açıklardan en göz önünde olanı “değersiz para” olarak tabir edilen kavramdı. Dışarıdan bakan birisi için “değersiz” (soft) ve “değerli” (hard) para arasındaki ayrım modası geçmiş hatta aptalca görünebilir. Buna rağmen, yasal ayrım oldukça gerçekçi ve önemli. Değersiz para, FECA ve 1974 yasa değişikliklerine bir tepki olarak ortaya çıktı. FECA tarafından bağışlar üzerine getirilen sınırlamalar ulusal parti örgütlerinin çirkefe yatıp (cry foul) neticede haksız bir biçimde cezalandırıldıklarını iddia etmelerine neden oldu. Onların korkusu hayatî demokratik kurumların finansal kaynaklarını kaybedip zayıflayacağı yönündeydi. 1979’da partileri güçlendirmek adına FECA’da yapılan değişiklikler iki tür siyasî para (currency) yarattı. Değerli para, kampanyalara ya da doğrudan adaylara yapılan yardımları kapsıyordu ve bu fonlar (fund) üzerinde güçlü sınırlamalar vardı. Değersiz para ise “parti organı”nın yardımlar üzerindeki bu kısıtlamalardan muaf tutulan faaliyetlerinin harcamalarını karşılama amacını taşıyordu. Muaf tutulan bu faaliyetlere örnek olarak seçmen kayıtları ve seferberliği, kitlelere gönderilen postalar, ve genel idari işler sayılabilir. Değersiz para yardımları ve harcamaları sınırsızdı.

Son üç başkanlık seçimi döneminde her iki partinin de topladığı değersiz para miktarının ne kadar ciddi bir biçimde arttığı açıkça görülebiliyor (bkz. tablo).[14] Toplanılan bağışların miktarına baktığınızda, bu tarz yardımların üzerine kısıtlama getirilmediğini görüyorsunuz. Her iki partide bu yardımları toplamak için etkin ve yaratıcı yöntemler geliştirdiler. Her ikisi de siyasî seçkinlerle sık sık “açık arttırma usûlü” ile (auction off) biraraya geldi. Clinton, kahve içmeye ya da yatıya kalmaya Beyaz Saray’a gelenlerden büyük meblağlarda bağış kabûl ettiği için ağır bir biçimde eleştirilmişti. Tamamen objektif olarak söyleyebiliriz ki, eğer o dönemde yönetimde Cumhuriyetçiler olsaydı aynı şeyi muhtemelen onlar da yaparlardı. Demokratlar bu açık arttırma usûlünü kendi liderlikleri içinde de uyguladılar ama Parti Sözcüsü ile öğlen yemeği yemek, Başkan ile akşamüstü geçirmekten daha az prestije sahipti ve bu yüzden daha az tercih ediliyordu.

Adının da sezdirdiği gibi, değerli para bağışlarının FECA’nın koyduğu sınırlamalar nedeniyle toplanması daha zordu. Bu durum partileri değerli paracıklarını değersiz para kullanabilecekleri etkinlik alanlarını olabildiğince arttırarak desteklemeye teşvik ediyordu. Son üç başkanlık seçimi döneminde, değersiz para yardımlarının parti ve adaylar için toplanması ve harcanmasında Thomas Edison’a yakışır yeniliklere tanık olduk. Partiler, Buckley kararında tanımlandığı biçimiyle “sarih yandaşlık”ta (express advocacy) bulunan belirli bir dil kullanarak öteki partinin adayına karşı, ama teknik olarak kendi amaçlarını gözetmeyen ilanlar yayımlamaya başladı.[15] Değersiz para yardımları korkunç boyutlara ulaştıkça, hem adaylar hem de parti örgütleri bu paranın örgütlerin içindeki dağıtımı konusunda daha yaratıcı hale geldiler. Partilerin değersiz para hesaplarına ne kadar ciddi bir biçimde bağımlı hale geldiğini görmek için değersiz para ile değerli para makbuzlarının oranına bakmamız yeterli olur. 1992 yılında Demokratların değerli para yardımları toplamının değersiz para yardımları toplamına oranı 4.5’e 1 iken, 2000 başkanlık seçimi döneminde bu oran neredeyse eşit hale geldi. Benzer bir biçimde (he ne kadar Cumhuriyetçiler değerli para yardımları toplama bakımından Demokratlara göre daha iyi bir iş çıkarsalar da) Büyük Kadim Parti’de bu oran 1992’de 5’e 1 iken 2000 yılında 2’ye 1 haline geldi.

Değersiz para yardımının sistem içinde yarattığı boşluğu kapatmak için reform yapılması 1990’ların başlarına kadar gündeme gelmedi. Daha önce belirtildiği gibi, partiler Başkanlık seçimlerinde değersiz para harcamalarının sahip olduğu gücü 1992’ye kadar tam olarak kavrayamamışlardı. Basitçe söylersek, o zamana kadar değersiz para yardımı 1979 yasa değişikliğinde belirtilen amaçlar için kullanılıyordu. Buna rağmen, partilerin 1990’lar boyunca yasanın tek bir satırını bile değil ama, ruhunu ihlâl ettiği, ortaya çıkar çıkmaz yeni bir reform ihtiyacı gündeme geldi. Her iki parti de 1996 seçimlerinde muazzam suistimallerle suçlandı. Şüpheli kaynaklardan gelen milyonlarca doları geri iade etmek zorunda kaldılar. Özellikle Çin hükümetinden gelen yabancı yardımlar (ki bunlar ciddi anlamda yasadışıydı) söylenenlere göre hem Cumhuriyetçilerin hem de Demokratların kasalarına akıtılmıştı. Reformcuların başını Senatör John McCain (Cumhuriyetçi-Arizona)[16] ve Senatör Russell Feingold (Demokrat-Wisconsin) çekiyordu. Onların değersiz para yardımlarını yasaklamayı öngören oldukça iddialı yasa tasarıları, tamamen gözden kaçan şartların yeni bir döneme yol açmasına kadar Senato’da neredeyse on yıl boyunca gidip geldi.

Enron’un çöküşü tabiri caizse “fitili ateşleyen son kıvılcım” oldu. McCain-Feingold tasarısına verilen destek, değersiz para yardımlarının kötüye kullanımıyla ilgili sorunlar belirginleştikçe her yıl daha da arttı. Yirmi yıldan fazla bir süredir kampanya finansmanı konusunda sessiz kalan kamuoyu, Enron ve diğer büyük şirketlerdeki düzenbazlara özel muamelede bulunulduğuna dair şüpheler arttıkça reformcuların tarafını tutmaya başladı. Sonuç olarak, bu şirketlerin birçoğundan avanta sağlayanların önde gelenlerinden olan ve bu nedenle tasarıya muhalefet eden Cumhuriyetçiler yavaşça bertaraf edildi.[17] Bu durum tasarının her iki meclisten de geçmesi için ancak yeterli oldu. Başkan Bush, kendisinin en büyük siyasî destekçisi olan Enron’un vekili gibi görünmemek için, 2002 yılı İki Partili Kampanya Reformu Yasası’nı (BCRA) Mart 2002’de sessiz sedasız imzaladı.

BCRA’da (ya da siyaset erbaplarının deyimiyle “Bikra”) üç önemli değişiklik gündeme getirilmişti. İlk olarak, değersiz para yardımları tamamen yasaklandı. Artık bireylerin, şirketlerin, sendikaların ya da herhangi bir grubun ulusal partilere sınırsız meblağlarda yardım yapmasına izin verilmiyordu. İkinci olarak, kendi paralarından istedikleri kadar harcama yapmakta serbest olan (ve ayrıca sınırsız bağışlarla beslenen) çıkar grupları kendi siyasî faaliyet komitelerini (PAC) kurana kadar ilân veremiyorlardı, ki bu komitelerin yardım toplama faaliyetleri sıkı sınırlamalara tâbi idi.[18] Bunun istisnası, Dahili Gelir Hizmetleri (federal vergi toplama teşkilatı) tarafından katı kurallarla idare edilen “527 grupları” denilen kar amacı gütmeyen örgütlerdi. Bu durum ileride ciddi boşluklar doğurabilir, ama bütün bunları zaman gösterecek. Üçüncü olarak, FECA’dan neredeyse otuz yıl sonra enflasyon oranını ve tüm değersiz para gelir akışı kaybını düzenlemek adına bireysel bağış sınırı seçim dönemi başına (hem ön seçim hem de genel seçimler) 4.000 dolara yükseltildi. Sonuç olarak, reformlar tam anlamıyla bir bütün oluşturdu ve geçen yıl McConnell v FEC davasıyla gündeme gelen anayasal itiraza, mahkemenin hükümsüz kıldığı birkaç ufak değişiklik dışında, güçlü bir biçimde karşı koydu.[19] Bu anlamda, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin tüm para toplama aygıtları ve adayları oyunun yeni kurallarına uyum sağlamaya zorlanmış oldu.

KAMPANYA FİNANSINA DAİR KALICI MİTLER

Kampanya finansmanının bu kısa tarihini aklımızda tutarak, bugün de sürmeye devam eden sayısız yanlış anlamayı düzeltmeye başlayabiliriz. Görüldüğü gibi, Amerikan kampanya finansmanı rejimi aslında her tür seçim harcamasının FECA ya da BCRA ve FEC tarafından oldukça sıkı bir biçimde düzenlendiği bir sistem. Halihazırdaki BCRA reformlarına gösterilen ilgiye ve onun icra edilişine dair tartışmalara rağmen, pek çok Amerikalının hâlâ kampanya finansmanı ve finans düzenlemelerine dair birçok yanlış inanışa sahip olması oldukça dikkat çekici. Ben günlük hayatta insanlarla yaptığım konuşmalarda tekrar tekrar duyduğum bu yanlış inanışları kısa bir liste haline getirdim. Bu kısa listedeki maddeleri tartışmanın, Amerikan sisteminin nüanslarına yabancı olanlara bizim kampanya finansmanımızı anlatmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum.

“ŞİRKETLER VE SENDİKALAR KAMPANYA YARDIMLARINA HÜKMEDİYORLAR”

Bu yanlış inanışın BCRA’dan önce bile hiçbir temeli olmadığını söyleyebiliriz. Başkan adayları için bireyler ve karşılıksız federal fonlar tarafından yapılan değerli para yardımları, seçim giderlerinin en büyük kaynaklarını oluşturuyordu. Tekrar tabloya bakalım. Bireyler tarafından yapılan değerli para bağışları değersiz para yardımlarını sürekli olarak aşıyor. Değersiz paranın kendisi de aslında tam olarak şirketlerin ya da sendikaların parası anlamına gelmiyor. Her iki parti de değişik düzeylerdeki değersiz para bağışçıları için “kulüpler” kurdular. Üyelik “menfaati” (siyasetçilere olan yakınlık) bağış çeklerindeki sıfırların sayısıyla doğru orantılıydı. Hem Demokratlar, hem de Cumhuriyetçiler 100.000 dolarlık kulüplerine (Jefferson Trust ve Team 100) yüzlerce üye kaydettiler. Bu durum, her yıl on milyonlarca dolarlık “moda düşkünü” (high roller) birey bağışı anlamına geliyordu. Yine de, toplanan onca değersiz para yardımına rağmen, değerli para her iki partiye de yapılan finansal yardımların daha büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Değersiz para faaliyetlerinin artık bir bilim dalına dönüştüğü 2000 yılında bile her iki partinin topladığı değerli para değersiz paradan daha fazlaydı. Bireysel yardımlar FECA’dan beri siyasî kampanyaların “balı ve kaymağı” oldu. Şirket ve sendika katkıları, önemli bir gelir kaynağı olsalar da, insanların düşündüğünden çok daha küçük bir etkiye sahip oldu. “KENDİNİ BİR GRUP OLARAK

ORTAYA KOYMAK ÇOK ZOR”

Amerika’da siyasî çıkar grupları kurmak oldukça kolay. Yapılması gereken tek şey, hangi idari düzeyde faaliyet göstermek istediğini dikkate alarak oldukça basit birtakım eyalet ve federal yasaların izini sürmek. Siyasî Faaliyet Komiteleri (PAC’lar) Amerikan siyasî çıkar gruplarının kalbini oluşturuyor ve bunlar da tam da çok sayıda siyasî soruna dikkat çekmek amacıyla kuruldular. PAC’ların seçimlere dair iki ana işlevi var: İlk olarak, adaylara ya da partilere mali yardımlarda bulunmak, ikincisi belirli adaylar için ya da onların aleyhine bağımsız ilanlar yayımlamak. Bir PAC kurmak için çok sayıda yeterlilik aranmaz. Aslına bakılırsa, Grand Junction Colorado’dan Lily Thorpe isimli on yaşındaki küçük bir kız, Başkan Bush’un “Yasanın Erişmediği Hiçbir Çocuk Kalmayacak” isimli etkili ama tartışmalı eğitim paketi için fon bulamamasını sorun edip, “Çocuk Kampanyası” ismiyle kendi siyasî faaliyet komitesini kurdu. Bildiğim bir başka örnekte, Massachusetts Üniversitesi’nden bir öğrenci sağlık sigortası kriziyle ilgili bir dersten sonra heyecana kapılıp gidip kendi PAC’ını kurdu. Tabiî ki, bu iki PAC’ın sesleri diğer grupların arasında kaybolabilir ama yine de PAC’lar yalnızca liderliklerinin etkin bir siyasî şebeke ve bağış toplama aygıtı yaratabilmesine bağlı olarak kısıtlanabilir.

BCRA’dan önce, değerli para bağışları PAC aracılığıyla toplanırken, herhangi bir grup siyasî partilere büyük miktarlarda değersiz para bağışı yapabiliyordu. BCRA’dan sonra siyasî bir oyuncu olmak isteyen her çıkar grubu kendi PAC’ını kurmaya zorlandı ve hem PAC’a yapılan yardımlara getirilen sınırlamalara, hem de PAC’ın siyasî partilere yaptığı bağışlara getirilen kısıtlamalara tabi oldu. Halihazırdaki kısıtlamalara göre bir PAC bir bireyden yılda en fazla 5.000 dolar bağış alabiliyor ve bir adaya verebileceği en yüksek miktar 5.000 dolar, bir partiye yapacağı en yüksek bağış ise 15.000 dolarla sınırlandırılıyor. BCRA’nın daha önce bahsedilen bağımsız giderlerle ilgili olarak yürürlüğe koyduğu yeni değersiz para bağışı yasağını aklımızda tutarsak, seçim sürecinde çıkar gruplarının güçlerinin “vasata düşmesini” (middling) bekleyebiliriz. Bundan sonra artık hiçbir şirket ya da sendika istedikleri aday için ilanlara istedikleri kadar para harcamakta özgür olamayacaklar. Aslında, bu yeni düzenlemelerle birlikte, hiçbir grubun sesi diğer grupları tek başına bastıramayacak. Daha önce, yalnızca malî açıdan güçlü birkaç çıkar grubunun sesi duyuluyordu.

“SONUÇTA, ADAYLAR SEÇİMİ ‘SATIN ALABİLİR’”

Belki de hiçbir mit paranın bir seçimin sonucunu belirleyen tek etken olduğuna dair inanış kadar kalıcı ve yanlış değil. Bu inanışın neden bu kadar güçlü olduğunu anlamak hiç zor değil. Kaliforniya Eyalet Meclisi eski sözcüsü Jess Unruh, bir defasında “Para siyasetin anne sütüdür” demişti. Bu popüler his, geçen yıllarda sayısız kampanya finansmanı skandalıyla ve bir mevki için aday olmanın gerektirdiği bariz harcamalarla birleşti ve bir insanın kazanması için yapması gereken tek şeyin rakibinden fazla para harcamak olduğuna dair yaygın inanışa yol açtı. Buna rağmen, rakipten fazla para harcamanın zaferi garanti altına aldığına dair hiçbir ampirik kanıt yok. Bu, paranın önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Şu açık ki, para siyasî zaferi güvence altına almak için hayatî derecede önemli ama diğer etkenler de eşit derecede öneme sahip.

Ulus çapında, kendi kendilerini finanse ederek devletin her alanındaki mevkiler için yarışan bir düzine adayın durumu bu noktayı iyi bir şekilde kanıtlıyor. Bu gibi durumlarda kazanan adaylar olsa da, genel durum aslında pek de iç açıcı görünmüyor. 1998 ABD Kongresi seçimlerinde kendi kendilerini finanse eden yirmi en üst düzey adaydan, dört tanesi koltuk kazandı ve on tanesi de genel seçimlere girmeyi başardı. 2000’de, bu tarz adaylar bir parça daha başarılı oldular. Maria Cantwell Washington eyaletinde bir önceki senatör Slade Gorton’u yenilgiye uğratırken, Mark Dayton aynı işi Minnesota’da Senatör Rod Gramms’a karşı başardı. Kendi parasından 60 milyon dolar harcayan John Corzine ise (bu sefer karşısında bu görevi halihazırda yürüten birisi yoktu) açık koltuğu kazandı. Buna rağmen, daha önceki seçim dönemlerindeki gibi, kendilerini finanse eden adayların büyük bölümü kaybetti. Bu tarz adayların adaylığının sınırlarını çizen en iyi örnek belki de H. Ross Perot’un 1992’de başına gelenlerdir. Teksaslı bir milyarder olan Perot, sınırsız servetini birçok büyük televizyon kanalında prime time’da yarım saatlik reklamlar göstermeye harcamasına rağmen (bu, bölüm başına milyonlarca dolar demek!), pek bir başarı elde edemedi. Her ne kadar serveti onun tanınmasını sağlasa da, tek bir eyalette bile seçim kazanamadı.

Kendilerini finanse eden adayların paraları en çok ön seçimlerde avantaj sağlıyor. Çoğu zaman, parasını harcamak isteyen milyoner bir adayın varlığı ya da yarattığı tehlike diğer potansiyel adayların cesaretini kırıp onları yarış dışına itiyor.[20] Buna rağmen, bu durum adaylığı garanti altına almıyor. Eski California Valisi Gray Davis kendi partisinin adaylığını, kendi parasıyla yarışan rakibinin gücüne rağmen kazanmıştı. Tek kariyeri siyaset olan Davis 9 milyon dolar toplayıp harcamıştı. Diğer iki rakibinin toplam harcaması 45 milyon doları buluyordu. Milyonerler kampanyaları için ne kadar para harcasalar da, eğer seçmen onlardan hoşlanmıyorsa kazanamazlar. Geleneksel araçlarla para toplamak popüleritenin ve siyasî etkinliliğin nezih bir yolu.

Amerikan seçimlerinde sahip olunabilecek en büyük avantaj resmî bir mevkiye sahip olmak (incumbency). Tanınıyor olmak böyleleri için en büyük avantajı teşkil ediyor. Tanınmayan adaylar, genelde siyasî deneyime sahip olmayan adaylar, seçimlerde çok ender başarı kazanıyorlar.[21] Daha önce seçim sürecinden geçen adaylar, hem seçim bölgelerine aşinalar, hem seçmenlerini, hem de oylarını ellerinde tutmanın neleri gerektirdiğini gayet iyi biliyorlar.[22] ABD Kongre üyeleri de kendilerinin hanelere her yıl bir kaç tane bedava posta göndermelerine olanak sağlayan “pullama” (franking) ayrıcalığına sahipler. Bunlar seçim propogandası için kullanılamasa da, herhangi bir rakibin karşısında adayın profilini önemli ölçüde sağlamlaştırıyor. Ve bir Kongre üyesinin kendi bölgesine sağlayabileceği siyasî patronaj elbette o siyasetçinin kamusal imajını da belirliyor.

Para tabiî ki seçimleri yeniden kazanmada önemli bir rol oynuyor. Burada da, resmi göreve sahip kişiler (incumbent) rakiplerinden çok daha avantajlı bir durumdalar. Bu gibi adayların az sayıda olması, seçmenler için olduğu kadar muhtemel bağışçılar ve PAC’lar için de önemli. Mevki sahibi bir kimseye rakip olan birisine para vermek, çoğu zaman kayıp olarak görülüyor. Toplanan bağış miktarına bakıldığında, mevki sahiplerinin rakiplerine açık bir üstünlük sağladığı görülüyor. 2002 seçim döneminde, yeniden seçilmeyi uman mevki sahipleri 379.117.215 dolar bağış toplarken, rakipleri yalnızca 96.037.295 dolarda kaldı. Senato’da ise bu durum 191.520.090 dolara karşılık 71.945.307 dolarla yine mevki sahiplerinin lehineydi.[23] Temsilciler Meclisi’ndeki bu muazzam farkı açıklamak pek zor değil. Senato seçimleri (daha az koltuk olduğu için) daha fazla rekabet içinde geçiyor, ve seçimler tüm eyaleti kapsıyor. Senato’da koltuğa sahip olmak daha prestijli olduğu için seçimler her zaman daha ciddi bir rekabeti gerektiriyor ve (genelde eski bir Temsilciler Meclisi üyesi ya da eylalet valisi olan) saygıdeğer ve alt edilmesi güç adayları yarışa çekiyor. Bağışları seçim döneminin başında toplamak mevki sahiplerinin sahip olduğu bir diğer avantaj. Kongre hizmetinde geçen uzun yıllar boyunca toplanan yüklü “savaş ganimetleri”, sık sık saygın adayları yarış dışına itebiliyor. Stratejik düşünebilen rakipler siyasî hamlelerini yapmak için koltuğun boşalmasını beklerler. Benzer bir biçimde, “çekirdek para” denen bağışları daha erken bir dönemde toplayan adaylar kampanya ivme kazanınca daha avantajlı bir konumda oluyorlar.[24]

Mevki sahiplerinin elinde bulunan bu avantajlar, böylesi bir adaya, özellikle Temsilciler Meclisi’nde rakip olan kişiler için çok daha keskin sonuçlar doğuruyor. Temsilciler Meclisi’nde yeniden seçilme oranları yüzde 90’larda gezinirken, Senato’da bu oran bir parça daha düşük kalıyor. 2002 yılı Temsilciler Meclisi’nde yüzde 98, Senato’da yüzde 85 yeniden seçilme oranlarıyla mevki sahipleri için iyi bir yıldı. Bu adayların bu tarihi rekoruna rağmen, siyaset bilimciler paranın son tahlilde kampanya hazırlamakta önemli bir rol oynamasına rağmen seçim zaferini garanti etmediğini belirtiyorlar. Gary Jacobson’ın mevki sahiplerinin harcamalarına dair hazırladığı çığır açıcı (seminal) çalışması yıllar boyunca kampanyalarda paranın önemine dair kavrayışımızı şekillendirdi ve hâlâ da şekillendirmeye devam ediyor. Jacobson’a göre harcamaları arttırmak her zaman mevki sahibinin karşısındaki rakibin lehinedir.[25] Mevki sahipleri ciddi bir rakibe cevap olarak çok daha fazla para harcamak zorunda kalır. Harcamalarla ilgili daha sonraki çalışmaların büyük bölümü hem mevki sahiplerinin hem de rakiplerinin daha yüksek harcamalardan avantaj sağladığını ortaya koysa da, mevki sahipleri bu harcamaların dezavantaja dönüştüğü noktaya rakiplerinden daha kısa bir sürede ulaşıyorlar. Bununla ilgili olarak, mevki sahiplerinin yüksek harcamaları her ne kadar bazı menfaatler sağlasa da, bu menfaatler toplam harcamalar arttıkça rakiplerinin menfaatlerine oranla azalıyorlar.[26] Mevki sahibi bir aday için başarı genelde düşük kalitede olduğu zaman garanti edilmiş oluyor.

Başkanlık yarışlarında ise daha fazla para harcamak hiçbir şekilde yarışın sonunda daha fazla oy anlamına gelmiyor. On yıllardan beri bağış toplamakta ve harcamalarda her zaman geride kalan Demokratlar 1992, 1996, 2000 seçimlerinde toplam seçmen oylarını kazanmayı bildiler. Kongre yarışlarının tersine, mevki sahibi olarak yarışa girmek Başkanlık koltuğuna oturmak için pek bir avantaj sağlamıyor. Geçtiğimiz otuz yılda yalnızca iki aday, Ronald Reagan ve Bill Clinton seçimleri yeniden kazanmayı başardı. Başkanların bedavaya haberlere konu olma miktarı rakiplerine göre daha fazla olsa da, bu fark Kongre seçimlerinde olduğu kadar fazla değil. Ön seçimlerden, parti kongresinden ve genel seçim kampanyasından haftalar sonra seçmen nüfusu isimleri tam anlamıyla tanır hale geliyor. Ayrıca, mevkinin ihtişamı yüzünden, rakibin kalitesine dair sorunlar, Green ve Kranso’nun Kongre seçimleri üzerindeki mükemmel araştırmalarının tersine, Başkanlık seçimlerinde fark yaratmıyor. Ön seçimler adaylık için kusursuz bir seçme yöntemi olmasa da, bu sürecin tam anlamıyla “seçilemez” bir aday ürettiğine çok ender rastlanıyor. Kendi becerilerini ulus çapında siyasî şebekeler yaratmak için kullanan adaylar, Başkanlık adaylıklarını güvence altına almak için genellikle mücadelelere ve kampanyalardaki sertliklere karşı iyi hazırlanıyorlar.

“REFORMLAR TABİÎ İŞLEMİYOR”

Son olarak, kampanya finansmanı reformlarını eleştirenlerin endişelerine değinip, FECA’nın, yapılan değişikliklerin ve BCRA’nın finans suistimallerini engellemede ne kadar başarılı olduğunu değerlendirmeliyiz. Hiçbir siyasî reform paketi tam anlamıyla başarılı olamaz. McCain-Feingold’u eleştirenler, Birleşik Devletler kamuoyuna sürekli olarak FECA’nın 1970’ler kampanya finansmanındaki kötülüklere çare bulmakta yetersiz kaldığını ve McCain-Feingold’un da benzer bir kaderi paylaşacağını hatırlattılar. Bu eleştirilerde bulunanların reformların istemeden de olsa doğurduğu sonuçlara, yani değersiz para yardımlarına parmak basmaları doğruydu, zira bu nokta 1970’lerdeki reformların apaçık gözden kaçırdığı bir sorundu. Bununla birlikte, FECA reformları kampanya finansmanında o dönemden sonra yaşanan büyük dönüşümü göz önüne aldığımızda olduça başarılı oldu. Değersiz para bağışıyla ilgili olarak yaşanan sorunlar, reformcular için bile 1990’lara kadar bir “krize” dönüşmedi. Her yasa örneği, daha sonra Kongreler tarafından düzeltilmesi icap eden, istenmeyen sonuçlar doğurur. BCRA da muhtemelen bu duruma bir istisna teşkil etmiyor ve önümüzdeki birkaç yılda bir dizi yasa değişikliğinin gündeme getirileceğine emin olabiliriz.

Bu eleştirilerin belki de en sert olanı ve özellikle üzerinde durmamızı gerektireni önemli siyasî kurumların BCRA’nın sonucu olarak muhtemel zarara uğrayacağı ile ilgili olan itirazdır. Senatör McConnel’ın bu yasaya karşı olan başlıca muhalefeti, değersiz para bağışlarının yasaklanmasının siyasî partiler üzerinde potansiyel hasar yaratacağına dairdi.[27] Siyasî partiler, hemen herkesin kabul ettiği gibi, çıkarları birleştirmeleri, ifade etmeleri ve seferber etmeleri açısından demokrasinin devamı için eleştirel hayati bir role sahipler. Amerikan parti sisteminin zayıflaması 20. yüzyılın başındaki Progressive dönemden beri siyaset bilimcilerin sürekli olarak kaygılandıkları bir durumdu. Partiler o dönemden beri seçimlerde sürekli olarak mevzi kaybediyorlar. Partilerin son on beş yılda yeniden kazandıkları alanlar büyük ölçüde değersiz para bağışı akışıyla ilgili. Kısaca, değersiz para bağışları partilerin menfaatine olan ve demokrasi adına sağlıklı olarak gördüğümüz pek çok faaliyetin finanse edilmesini sağlıyor. Seçim yasasının görünürde açıkça ihlâl edilmesini durdurma gayretlerine rağmen reformcular tekrar istenmeyen sonuçlara tutsak olup partilerle ilgili reformların geri tepmesiyle uğraşmak zorunda kalabilirler. Bu geri tepme durumu tam da partilerin zayıf olmalarından dolayı sendeledikleri bu zamana denk gelebilir. Yine de, BCRA’nın doğuracağı sonuçların erken bir değerlendirmesi bu ciddi ve dikkatli endişelerin haksız olduğunu düşündürüyor.

FECA, FECA’da yapılan yasa değişiklikleri ve BCRA tümden ele alındığında, halihazırdaki kampanya finansmanı düzenleme rejminin bütünlüğü oldukça dikkate değer görünüyor. Amerika’da seçim kampanyası yürütme biçimleri, değersiz para bağışı kanallarının kapanması ve daha önce dokunulmayan bağımsız kampanya biçimlerinin kısıtlanması ile birlikte oldukça dikkatli bir biçimde sınırlandırıldı, şeffaflaştı ve federal düzeyde gayet yakından takip edilmeye başlandı. Hem ulusal parti örgütlerinin hem de adayların bağış toplama yöntemlerindeki değişiklikler oldukça belirgin. Değersiz para bağışlarının kaybedilmesiyle ve bağımsız harcamalara getirilen kısıtlamalarla birlikte bireysel kampanya bağışları her zamankinden daha fazla önem kazandı. Adaylar bağışları çekebilmek için mümkün olan en geniş şebekeyi oluşturmak adına “taban” örgütleri (grass roots organizations) kurmaya zorlandılar. Birçok gözlemci için bir bakıma şaşırtıcı olan nokta, 200 dolardan düşük küçük miktarlardaki bağışların, göreceli öneminin bu seçim döneminde şimdiye kadar hiç olmadığı kadar önem kazanması. Şu ana kadar yapılan en son malî beyanlara göre hem Başkan Bush, hem de Senatör Kerry küçük bağışlardan kişi başına 60 dolardan fazla topladılar. 1000 dolardan az bağışların toplamı, tüm seçim dönemi boyunca toplanan bağışların yüzde 47’sini oluşturuyordu. Ön seçimlerde iddialı adaylardan biri olan Howard Dean (Vermont-Demokrat) küçük bağışlara dayanma stratejisini kendi popülist kampanyasının ana teması haline getirdi. Açıkça bu “demokratikleşme”, reformcuların niyetleriyle aynı doğrultuda. Ve şu ana kadar rekor düzeydeki bağış miktarlarına baktığımızda (Kerry 186 milyon dolar, Bush 228 milyon dolar), adayların yeni kurallar altında oldukça başarılı olduğunu görüyoruz!

Partiler ayrıca bu yeni kurallara düzgün bir biçimde uyum sağlamış görünüyorlar. Bireysel katkılar adaylara yapılan bağışların büyük bölümünü oluşturduğu kadar, partilere de önemli ölçüde destek sağlıyor. 2003 yılı FECA beyanlarına göre Cumhuriyetçi parti komitesi makbuzlarının yüzde 93’ü, Demokratların yüzde 83’ü bireysel katkılara kesilmiş. Toplam makbuzlara bakıldığında, Cumhuriyetçilerin açıkça BCRA sonrası yeni düzene pürüzsüz bir biçimde geçtiği görülüyor. Bu durum şaşırtıcı olmamalı, zira Cumhuriyetçiler değersiz para bağışlarına her zaman Demokratlardan daha az ihtiyaç duymuşlardır. 2003 yılında Cumhuriyetçilerin kestiği toplam makbuz 182 milyon dolarla, 1999 seçimlerindeki 154 milyonu rahatça geçmiş vaziyette. Demokratlar, tahmin edilebileceği gibi, reformlardan sonra çok daha kötü bir duruma düştüler. 2003 yılında Demokrat Parti tarafından kesilen makbuzların toplamı 95 milyon dolar civarındayken, bu miktar onları 1999 yılındaki 109 milyon dolarlık çabanın gerisine düşürmüş görünüyor.

Kerry ayrıca “527 grupları” harcamalarında da daha iyi bir konumda. Daha önce belirtildiği gibi, bunlar “sarih yandaşlık”tan kaçınıldığı sürece bağımsız harcamalara dair BCRA değişikliklerinden muaf tutulan kar amacı gütmeyen gruplar. O yüzden şu ana kadar üç ana 527 grubu, Move On, Media Fund ve America Coming Together Başkan’ı eleştiren neredeyse 69 milyon dolarlık reklam harcaması yaptılar. Cumhuriyetçi 527’ler geride kaldı. Bu durum, Başkan’ın şu ana kadar olan olağanüstü bağış toplama performansı düşünüldüğünde muhtemelen acil ihtiyaçları görememekten kaynaklanmakta. Buna rağmen, liberal 527’lere cevap verme amacını taşıyan pek çok grup var ve Bush’un Cumhuriyetçi Parti Kongresi’nden sonra genel seçimlere girmesiyle bu gruplar aktif olarak çalışmaya başladılar. Eğer yeni kampanya finansmanı rejiminin geri tepmesi gibi bir olasılık belirecekse bu muhtemelen 527’lerle ilgili olacak. Reformcuların kanını donduracak herhangi bir “suistimal”e muhtemelen bunlar yol açacak.

Reformculara baktığımızda, BCRA’yı hâlâ daha kapsayıcı bir reform paketinin başlangıcı olarak görenler olduğuna tanık oluyoruz. Bu reformcular genelde Amerikan siyasî yelpazesinin en solunu oluşturuyorlar ve kampanya finansmanı reformu onların tüm siyasî sistemi reformdan geçirmeye dair radikal planlarının yalnızca bir bölümünü oluşturuyor.[28] Bu planların radikal doğasına rağmen, on dört eyalette finans sistemlerinin reforme edilmesini sağlayarak ilerici hamleler atılmasına yol açtılar. Sübvansiyon düzeyleri (levels of subsidy) farklılık gösteriyor ama yine de birçok eyalette adaylar kendi finansmanlarının büyük kısmını kendileri karşılıyorlar. Sonuç olarak, kampanyalara yapılan sübvansiyonlar özellikle federal düzeyde oldukça düşük kalıyor. Bireysel vergi mükelleflerinin kendi vergilerinden sisteme aktarmayı onayladıkları fon oranı bunun iyi bir ölçüsü. Vergi beyannamesinde sorulan ilk sorulardan birisi Başkanlık kampanyasına üç dolar bağışta bulunmayı kabul edip etmediğiniz oluyor. Formdaki kutucuğu işaretlemenin vergileri yükseltmeyeceği çok açık bir biçimde belirtiliyor. Yine de, programın 1976’da başlatılmasından beri, bu seçeneği kabul edenlerin oranı muntazaman yüzde 27.5’den 11.3’e geriledi. Bu düşük katılım oranı programın pek fazla taraftar bulmadığına işaret etmesi bir yana, fonların üzerinde de aşırı bir gerilim yarattı. Eğer sistemin ayakta durması isteniyorsa, katılım miktarı birkaç dolar yükseltilmeli.

Reformların geleceği oldukça belirsiz görünüyor. Eğer geçmiş bir ölçüyse, yeni bir yasal gündem oluşturmak önemli ölçüde etki yaratacak bir avuç skandalın patlamasını ya da BCRA’daki birtakım kusurların ortaya çıkmasını gerektirecek. Genel olarak konuşursak, yasama ve yürütme organlarının ayrılığından dolayı reformlar sisteme her zaman parça parça ve ağır bir biçimde eklemleniyor. Şu anda durum bu olmasa da, parti kontrolünün bölünmesi geçen otuz beş yılda norm olarak kabul edilmişti. Bu durum da reformcu bir siyasetçi için bariz bir felaket anlamına geliyor. Senatör McConnel ve başka pekçok siyaset bilimcinin partilerin işleyişine dair dile getirdikleri endişeler şu anda su yüzüne çıkmamış görünüyor. Yine de bu partilerin oyunun yeni kurallarına uydukları ilk seçim. Ne olacağını yalnızca zaman gösterecek ama tutucuların en fena korkuları, partilerin ve adayların gösterdikleri uyum göz önüne alındığında abartılı görünüyor. Umut edelim ki, Amerikan demokrasisi sonuç olarak daha da güçlensin.

[1] Genel olarak, eyalet düzeyinde yürütülen kampanyaların finansmalarına dair yapılan düzenlemeler federal hükümet için yapılanlarla benzerlik teşkil etse de, eyaletler arasında önemli farklılıklar var.

[2] Frank J. Sorauf, Money in American Election (Glenview, IL: Scott, Foresman, and Co., 1988) s.16.

[3] 1787 Anayasası’nın kabulünden sonra, Amerikan siyasî sisteminin üzerinde hiç kimse Andrew Jackson kadar etkili olmamıştır. Jackson’in yeniden yarattığı biçimiyle Demokrat Parti Amerika’daki (bazılarına göre dünyadaki) ilk kitle temelli siyasî partiydi. ‘Orjinal’ Başkanlık seçim sistemi, Jackson tarafından ciddi bir biçimde değişikliğe uğratıldı ve kitleselleştirildi (orijinal Seçiciler Kurulu hiçbir biçimde kitle oyunu yansıtmayı amaçlamamıştı) ve oy kullanma hakkı dikkate değer bir biçimde neredeyse her özgür erkeğe tanındı.

[4] Genelde Amerikalılar ‘Demokrat’ ya da ‘Demokrasi’ kelimelerini büyük harflle yazdıkları zaman, bu onların Demokrat Parti’den bahsettikleri anlamına gelir. Eğer, demokrat ya da demokrasi (ya da bizim deyimimizle “küçük harfle yazılmış demokrat”) küçük harfle yazıyorlarsa, bu partizan olmayan teorik terime işaret eder.

[5] Başkan Garfield, Charles Guiteau tarafından Temmuz 1881’de vurulmadan önce yanlızca üç ay başkanlık yapabilmişti. Guiteau siyasî yardımının karşılığında Paris Birleşik Devletler Konsolosluğu’na atanmadığı için deliye dönmüştü. Bu tarz siyasî patronaj ilişkileri Jackson ile beraber başlamış ve neredeyse tüm 19. yüzyıl boyunca sürmüştü. Başkan Garfield iki ay boyunca can çekiştikten sonra Eylül 1881’de aldığı yaralardan dolayı öldü.

[6] Finansal yardımları kısıtlamaya yönelik bu adım aslında mütevazi bir çabaydı zira enflasyona göre hesaplandığında bu rakam 66,000 doları buluyor!

[7] Louise Overacker, Money in Elections (New York: Macmillan, 1932) s. 295.

[8] Bu boşluklar sayesinde, Nixon ve yardımcıları (kötü şöhretli bir şirket dolandırıcısı olan ve 1973 yılında ABD’den kaçan) Robert Vesco gibi çok sayıda kişiden muazzam büyüklükte yardım aldılar. Vesco halen umut verici bir AIDS ilacının üretimiyle ilgili olarak hükümeti ve uluslararası yatırımcıları dolandırdığı için Fidel Castro tarafından Küba hapishanelerinde konuk ediliyor. İnzivaya çekilmiş havacılık sektörü girişimcisi Howard Hughes ve büyük bir sigorta şirketinin kurucusu olan ve iki milyon dolar yardımda bulunan Clement Stone akla gelen diğer isimler. Başkanı Yeniden Seçme Komitesi’ne (CREEP) para dolu çantalar ve çuvallar veren insanlara dair hikâyeler anlatılıyor.

[9] Jeffrey Binbaum, Money Men (New York, 2000) s. 32.

[10] Frank Sorauf, Inside Campaign Finance (New Haven: Yale, 1992) s. 7.

[11] Amerikan seçimlerinde adaylıklar siyasî parti görevlileri tarafindan değil, artık tamamiyle ön seçimlerle belirleniyor. Amerikan Temsilciler Meclisi, (run-off sistemini benimsemiş Louisiana dışında) tek üyeli bölgelerde çoğunluk oyuyla seçiliyor. Senatörler (yine Louisiana dışında) eyalet çapındaki seçimlerle belirleniyorlar. Hiçbir şekilde çok üyeli bölge, parti listesi ya da orantısal temsiliyet yöntemi kullanılmıyor.

[12] Denk finansal yardımları geri çevirmek bir aday için çılgınca görünse de 1996’da Bob Dole’un durumuna bakmakta fayda var. Dole denk yardımları kampanyasının erken bir safhasında kabul etti ve CP Kongresi başlamadan harcama sınırına ulaştı. Genel seçimler resmî olarak kongredeki biçimsel adaylıktan sonra başlamasına rağmen, Dole haftalar boyunca kampanya ilanları için bir kuruş bile harcayamadı ve Başkan Clinton’ın televizyon reklamlarının yayımlanmasını eli kolu bağlı bir vaziyette izledi. Hasar onarılamaz bir düzeydeydi.

[13] Bir adaya, partiye ya da PAC’a yapılan 200 doların üzerindeki her bağış beyan edilmek zorundaydı. Bireylerin yaptığı bağışlar için bkz. www.opensecrets.org

[14] 1992’den önce değersiz para makbuzlarını bildirmek gibi bir zorunluluk yoktu, buna rağmen Common Cause isimli liberal bir yandaş (advocacy) grubu 1984 ve 88 yıllarında her iki partinin topladığı toplam değersiz para makbuzlarının 56 milyon dolar civarında olduğunu tahmin ediyor.

[15] Buna bir örnek, bir partinin başka bir adayın sicili ya da beyanatı ile ilgili bir ilan yayımlayıp, “Bill Clinton’a onun rekor vergi artışını onaylamadığınızı söyleyin” diye belirtmekti. Bu gruplar sarih yandaşlık adına, seçin, yenin, destekleyin gibi kelimelerden kaçınıyorlardı ama bu hisler açıkça ima ediliyordu. Demokratlar herhalde bu konuda en az Cumhuriyetçiler kadar suçludur.

[16] McCain’in kendisi “Keating Beşlisi’nin içindeydi. Bir grup Senatör ‘ün 80’lerin sonunda milyoner inşaat müteahhidi Charles Keating ile fazla samimi ilişkileri açığa çıkmıştı. Buna rağmen, bu skandal patlayınca McCain kampanya finansmanı reformunun en inatçı ve saygıdeğer destekçilerinden biri oldu.

[17] Burada Cumhuriyetçilerin muhalefetinin ve Demokratların desteğinin bu şartlar altında oldukça fedakârca olduğunu belirtmeliyiz. Her ikisi de kendi açılarından sıkı felsefi konumlara sahipler. Eğer sırf parti çıkarlarına bakarsak, Demokratların bu hesapta değersiz para yardımlarına Cumhuriyetçilerden daha fazla bağımlı oldukları için kaybeden tarafta olduklarını görürüz. Yine de Demokrat desteği Cumhuriyetçi muhalefet kadar geneldi.

[18] Bu çıkar gruplarının sponsorluğunda yayımlanan ilanlar iğneleyici üslupları nedeniyle kötü bir şöhrete sahipti. Her ne kadar yasal açıdan kampanyalarla beraber çalışamasalar da, bunu uygulamak oldukça zordu ve seçmenler ilânlardan her zaman kimin sorumlu olduğunu bilemiyordu. BCRA adaylara hangi ilanı desteklediklerini açıkça ifade etmelerini şart koşuyor. Bu nedenle Başkanlık kampanyası ilanları artık, “Ben George W. Bush” ya da “Ben John Kerry” “ve bu mesajı destekliyorum” diye başlıyor.

[19] Senatör Mitch McConnell McCain-Feingold yasasının karşısındaki en kuvvetli muhalifti ve mahkemeye olan başvurusunu yasa yürürlüğe girdiği günün ertesinde yaptı. Ben de dahil olmak üzere birçok gözlemci, muhafazakârların hakim olduğu Anayasa Mahkemesi’nin BCRA’nin birçok bölümünü geri çevireceğini düşünüyordu. Pek çok kişi ilânlara getirilen koşulların mahkeme tarafından kabul edilmesini şaşırtıcı buldu.

[20] Bkz. Jennifer Steen. “Money Isn’t Everything: Self-Financed Candidates in U.S House elections, 1992-1998.” Doktora tezi. University of California, Berkeley, 2000.

[21] Bkz. Donald Stokes ve Warren Miller. “Party Government and the Salience of Congress”, Angus Campell, Phillip Coverse, Warren Miller ve Donald Stokes Elections and the Political Order (New York: Wiley, 1966).

[22] Bkz. Richard Fenno, Home Style: House Memebers in Their Districts (New York: Little Brown, 1978).

[23] Temsilciler Meclisi’ndeki 435 koltuk için iki yılda bir seçime gidilirken, Senato’da yalnızca 34 ya da 35 koltuk için iki yılda bir seçime gidildiğini unutmamak gerekiyor. Bu durum, Senato için gereken ortalama harcamanın Temsilciler Meclisi’nden çok daha fazla olduğu anlamına geliyor.

[24] Robert Biersak, Paul Hernson, ve Clyde Wilcox, “Seeds for Success: Early Money in Congressional elections.” Legislative Studies Quarterly 18 (1993) s. 535.

[25] Bkz. Gary Jacobson, “The Effects of Campaign Spending in Congressional Elections.” The American Political Science Review 72 (1978), syf 469: ve Gary Jacobson, “The Effects of Campaign Spending in House elections: New Evidence for Old Arguments.” American Journal of Political Science 34 (1990), s. 334.

[26] Bkz. Donald Green ve Jonathan Kranso, “Salvation for the Spendthrift Incumbent: Reestimating the Effects of Campaign Spending in House Elections.” American Journal of Political Science 32 (1998) syf. 884: ve Anthoney Gierzynski ve David Breaux, “Money and Votes in State Legislative Elections.” Legislative Studies Quarterly 16 (1991) s. 203.

[27] McConnel bu hususta hiçbir şekilde yalnız değildi. Oldukça liberal olan pekçok siyaset bilimci (benim gözlemlediğim kadarıyla çoğunluk) bu hissi paylaşıyor. Bkz. John Coleman ve Paul Manna, “Congressional Campaign Spending and the Quality of Democracy.” The Journal of Politics 62 (2000) s. 757, bu yazarlar kampanya harcamaları arttıkça seçmen bilincinin arttığını ve bazı reformcuların iddialarının tersine bu durumun zarar vermek bir kenara etkinliği arttırdığını ortaya koydular.

[28] Daha fazla partinin katılımını destekledikleri için Amerika’nın orantısal temsiliyet sistemini benimsemesini isteyen çok küçük bir azınlık var. Bu grup, başka birtakım tasarılarla birlikte sisteme daha Avrupai bir karakter kazandırmak istiyorlar. Bu tasarıların hem seçimlerde hem de devlet düzeyinde taraftar bulmaması göz ardı edilemez.

TABLO

TABLO 1

1992, 1996 ve 2000 Seçim Döneminde

‘Değerli’ ve ‘Değersiz’ Para Makbuzlarının Toplam Tutarı (dolar)

1992 1996 2000

Demokrat Parti ‘değerli’ para makbuzları 163.279.568 221.613.028 275.230.680

Demokrat Parti ‘değersiz’ para makbuzları 36.256.667 123.877.924 245.202.519

Toplam Demokrat Parti makbuzları 199.536.235 345.490.952 520.433.199

Cumhuriyetçi Parti ‘değerli’ para makbuzları 264.915.932 416.513.249 465.840.139

Cumhuriyetçi Parti ‘değersiz’ para makbuzları 49.787.433 138.199.706 249.861.645

Toplam Cumhuriyetçi Parti makbuzları 314.703.365 554.712.955 715.701.784

Her iki parti için toplam makbuzları 514.239.600 900.203.907 1.236.134.983

Kaynak: FEC.