CHP’nin 13. olağanüstü kurultayı, bu partinin -en az çeyrek yüzyıldır- sallantıda ve erimekte olan sosyo-politik konum ve işlevinin büsbütün çözülmüş, çürümüş ve tükenmiş olduğunu tarih ve siyaset sahnesinden süpürülmekten başka hiçbir geleceğinin olamayacağını sergileyerek sona erdi.
Kurultay da zaten bu bitişi adeta tescilleyen bir biçimde cereyan etti. Partinin ismini teşkil eden iki kavramın, “cumhuriyet” ve “halk”ın bu partinin özgül tarihi, bünyesi içinde vardıkları son halin temsilcileri arasındaki çatışmaya sahne olan bu kurultayda Deniz Baykal ve ekibi, CHP’nin vaktiyle olduğu, kökenini aldığı “devlet partisi”nin “Cumhuriyeti kuran kadro”nun artık tam bir enkaza dönüşmüş hali olarak yönetim makamına sımsıkı sarılmışken, o kadro ve devletin “halk”ı olma sürecinin “ürünleri” Mustafa Sarıgül’ün şahsında onları avamca bir aşağılamayla başlarından defetmeye soyunuyor, çekip gitmeye çağırıyorlardı. “Devlet Partisi”nin pörsümüş, çatlamış, içi boşalmış çekirdeğini bu enkazı öylece bırakarak çekip gitmeye de hazırdılar. Nitekim ilk -başkanlık- oylamanın sonucu belli olduğunda da sıradaki yerlerini terk edip çıktılar. “Halk”ının terk ettiği CHP, Cumhuriyetle yaşıt tarihi boyunca CHP’ye teyellendirilmiş, kurucu kadro ve doktrine eklemlendirilmiş ortanın solu, demokratik sol, sosyal demokrat vb. sıfatların taşıyıcılarını da kendinden uzak tutarak geriye kalan enkazdan bir “aslına dönüş” yönetimi oluşturduğunu ilân edebilir. Ama tarih bunun, ömrünü tamamlamakta, ölmekte olan birinin ana rahmindeki cenin pozisyonunu almasına benzer bir davranış olduğunu söyleyecektir sadece.
Ancak, CHP’nin bu “ölmeye yatma”sıyla siyaset ve tarih sahnesinde ortaya çıkacak boşluk ne CHP tezgahından geçip oradan savrulan bir “halk”ın Sarıgüllere teşne hareketi ile, ne herbiri CHP’ye eklemlenerek “şansı”nı denemiş ve tümü de başarısızlığa uğramış, kısırlığa mahkûm olmuş demokratik soldan Avrupa solu etiketlisine kadar bir dizi çağdaş sosyal demokrasi esinli hareketin biri veya bileşimi tarafından doldurulabilir gibi gözükmektedir. Şüphesiz bu yönde girişimler olacaktır ve hattâ çoktandır yürürlüktedirler de. “Büyük medya” bunlardan birini ya da bir ortak girişimi parlatarak lanse etmeye de hazırdır. Mevcut düzenin “yedekleme” ihtiyacı bunu gerekli, zorunlu kılar çünkü. Ama eğer Türkiye’deki tarihi boyunca CHP yörüngesinde dönenmekten öte bir tutum ve perspektif geliştirememiş olan bu “merkez sol” akım ve hareketler, şu tarihsel eşikte, uzatılacak bu yeni kopmadan önce, bir süre alışkanlıklarının dışına çıkıp taşıdıkları sol sıfatının kaynağındaki değer ve ideallerin çağrısına -genel olarak dünyanın, Türkiye’nin ve siyasetin geldiği noktada- nasıl cevap verebileceklerini içtenlikle düşünme zahmetine katlanabilirlerse, hiç değilse bu zahmete değer verebilirlerse en azından kendi alanlarının biraz daha ötesine yayılabilecek bir “yeniden başlama” heyecanı yaratabilirler. Şüphesiz bu heyecan “merkez solun daha solu”nun da bu yeniden düşünme, sorgulama, tartışma ve arayış ortamına katılımı ile de yükselebilirdi.
Fakat, görünen odur ki, böyle bir süreç yaşanmayacak. CHP dışı solun parti, hareket, grup olarak örgütlü unsurları, geleneksel sol siyaset alanını tutmuş orta, yaşlı kuşak “kadro”lar onyıllardır toplumların, insanın ve dolayısıyla siyasetin temellerini sarsan onca gelişmeye, yeni olgulara ve uğranılan ağır bozgunlara rağmen tutundukları ezberlerinin onları mahkûm ve mecbur ettiği bakış ve davranış kalıpları içinde CHP’den arta kalanı ya kendilerine çekmenin ya da paylaşmanın rutin girişimleri, manevra ve mücadeleleri içine dalmaktan başka bir şey yapabilecek gibi durmuyorlar.
Genel olarak siyasal tasavvur dünyamız bu gibi durumlarda gerçekten yeni bir yaklaşımı denemeye değil, “birlik”e kilitlenmeye fazlasıyla düşkün bir zihni ataletle malûl olduğu için, önümüzdeki bir-iki yılı çeşitli “solda birlik” projeleriyle geçireceğimiz ve genel seçimler yaklaşırken bunlardan birinin alelacele koparılarak -muhtemelen sosyalist sıfatlı bir iki grubu da içine alan- “sol alternatif” adıyla öne sürülmesine tanık olacağımız şimdiden belli gibi. Görünen odur ki büyük medyamız ve kamuoyu AKP’nin karşısına AB’den yana, ABD’ye muarız “çağdaş” kalıplarına uygun ve şimdilerde moda olmaya başlayan “sosyal piyasa”cı bir yığın projeyle çıkacak bir “sol alternatif”e destek vermeyi düzenin ve rejimin dengeleri açısından elzem ve istenir bulmaya hazır. Kuvvetle tahmin edilebilir ki, bu alternatifi karşısında CHP de “aslı”na daha fazla dönerek ama bunu bir enkaz olarak yapabildiği için daha fazla büzüşmüş bir “ulusalcı”lığa gömülüp, yine sosyalist etiketli birileriyle, Türk nasyonal sosyalistleriyle ve hattâ soy nasyonalistlerle aynı safta kucaklaşabilir.
Şu, önümüzdeki bir-iki yıl içinde Türkiye’nin üzerinde yürümekte olduğu -AB’ye entegrasyon- rotasını dikine kesen, altüst edici bir gelişme - Irak’ta Kürtleri Şiilerle de karşı karşıya getirecek bir kaos durumu, Kuzey Irak’taki fiilî Kürt devletinin İran ve Türkiye’deki Kürt bölgelerini “hareketlendirmesi”, ve bilhassa bunun İran’a bir ABD-İsrail saldırısı ile ilişkili olması gibi- vuku bulmaz ise, Türkiye siyasal düzeninin parti kompozisyonunu üç aşağı beş yukarı Avrupa’daki modellerine benzetecek bu “normal durum” bir süre sonra pekâlâ oluşabilir.
Bunu “normal bir durum”, normalleşme sayacak olanlara veya kaygısı bu normal çerçeve içinde kendi partisinin çok daha ön planda olabilmesinden ibaret olanlara söyleyecek fazla bir sözümüz yok. Ama; içinden geçtiğimiz tarihsel dönemin olağanüstü kritik önemini ve geleceğin insanlık durumuna nasıl benzersiz bir meydan okumayla yaklaştığını bir nebze olsun sezebilenler, tam da böylesi bir noktada, genel olarak siyaset kurumunun şu andaki durumuyla işlevini, özel olarak da “sol siyaset”in işlev ve araçlarının nasıl bir şey olması gerektiğini bir kez daha gündeme getirmek zorundadırlar.
Bu perspektiften bakıldığında şüphesiz ilk gözönüne alınacak husus, postmodern döneme geçilmekle siyasetin bir toplumsal/insanî boyut ve pratik olarak modern dönemde yüklenmiş olduğu işlevin radikal biçimde başkalaşmaya yüz tutmuş, bir yönetenler pratiğine, yönetim işi olmaya indirgenmiş olduğu gerçeğidir. Bu indirgenme elbette modernizmin siyasete verdiği içeriğin mantıki bir sonucudur. Çünkü siyaseti aslî sonuçları yönetimlerin uygulamaları ile görülecek bir etkinlik alanı/biçimi olarak tanımlayan ve kabûl ettiren modern zihniyet, bu etkinliğin merkezinde yer alan genel yönetimin, devletin, devlet aygıtlarının hem çok büyük iktisadî kaynak ve imkânları doğrudan veya dolaylı yönlendirebilir oluşundan hem de genel yönetimin eğitimden sağlığa pek çok “hizmet”i toplum adına sağlıyor olmasından dolayı siyasete neredeyse tüm hayatımızı kapsayan bir içerik vermiş gibi görünebiliyordu. Ama, neredeyse kamu hizmeti diye bir şey bırakmama kararlılığıyla ilerleyen özelleştirme dalgası dünün kamu hizmetlerini birer işkoluna, gönüllü girişimlere dönüştürdükçe, böylece devlet -genel yönetim- küçültüldükçe, hayatın tamamı ile siyaset arasındaki bağlar da azalmaya incelmeye başladı. “Özelleştirme”nin temel mantığını sorgulayamamak, bunu -veya tersini- iktisadın gözlüğüyle benimseyebilmek ile apolitikleşmenin bağını öncelikle buradan kurabiliriz.*
İkinci nokta, postmodernizmle eşanlı -bir anlamda onu mümkün kılan- büyük bilimsel-teknolojik dönüşüm dalgasının geniş yığınları oluşturan bireyleri siyasetin “özü” sayılması gereken kendi kaderci geleceklerini belirleme duygu ve güveninden uzaklaştıran bir etki yaratıyor olması; daha doğrusu bunların bu etkiyi yaratabilecek bir düzenek içinde üretilip biçimlendiriliyor oluşudur. Sadece hayat tarzlarının değil modern toplumun hayatın eksenine yerleştirdiği “iş”lerinin de bu teknolojik fırtınanın -ondan güç alan malî fırtınaların- tehdidine açık olduğunu bilmenin telaşıyla “iş”lerine, her tür kazanç fırsatına tutunma noktasına sürüklenmiş yığınlar için siyaset artık sadece bu tutunma çabasını doğrudan ilgilendirdiği kadarıyla söz konusudur.
“Merkez” veya merkezin sağındaki her türden siyasal akım için ne siyasetin bir yönetim/yönetenler işi haline gelmesi ne de yığınların apolilitikleşmesi “iş”e ve kazanca kilitlenmeleri en azından “siyasetçi” bakış açısından esaslı bir sorun, kaygı konusu değil, hattâ aksine istenir bir durumdur. Oysa genel olarak -insanın tek tek bir şeyler ve tür olarak yücelişi inancı üzerine kurulu- sol düşünüşün temel kaynaklarından biri, hattâ birincisi bu durum ve gidişatı sorunlaştırmaktır. Modern tarih boyunca solun siyasetin kitleselleşmesine, canlı bir siyasal eylem ve düşünce ortamının ve bunu besleyecek kurumsal yapı ve düzenlemelerin oluşturulmasına ötekilerle kıyaslanmayacak kadar önem ve öncelik vermesinin aslî nedeni de buradadır. Modern toplumlarda parti denildiğinde önce sol partilerin akla gelmesi de bu yüzdendir.
Oysa gelinen noktada, modern dönemin en etkin siyasal ortam, hareket ve partilerini, en kitlesel siyasallaşma biçim ve durumlarını gerçekleştirebilmiş o sol partiler, tam bir çöküş süreci içindedirler. Çeyrek yüzyılı aşkındır giderek belirginleşen ve geçmişte başarılı olmuş tüm yöntemler denendiği halde bir türlü önlenemeyen bu süreç boyunca sol parti ve hareketler ya taraftar ve militanlarını yitirerek marjinalleşmeye sürüklenmiş ya da “zamane çağa uyarak” merkez sağ partilerden sadece etiketiyle farklı partilere dönüşmüşlerdir.
Kapitalizmin insanlığı bir iktisat toplumuna, varoluşunu ve tahayyül ufkunu ekonomi-politiğe indirgeyen potansiyelini, enerjisini güç ve çıkar edinimine koşullu güdülere yönelten mantığı inşâ halindeyken, bunun ilk yıkıcı sonuçlarına karşı duyulan tepkileri, bu inşânın güçlü-egemen hale getirdiklerine yöneltebilmek için o mantığın simetrisinde bir karşı ekonomi- politik diskur-ideoloji türeterek ortaya çıkan modern -geleneksel- sol akım ve partiler, böylece aslında sistemin zihniyetinin seslendikleri ve harekete geçirebildikleri kesimlere nüfuz etmesinin aracı, dolayımı işlevi gördüklerini hâlâ kavrayabilmiş değillerdir. Çünkü bir zamanlar kendilerini veya özdeşleştiklerini “zafer”in eşiğine kadar getirebilmiş o ideoloji ve onun siyasal formları içselleştirilme, inanç ve “kimliğe” işlenme düzeyinin derinliği bunu neredeyse imkânsız kılar. O nedenledir ki, yoksullaşmanın, işsizlik tehlikesinin gitgide ağırlaştığı, gelir uçurumlarının başdöndürücü hale geldiği, devasa yağma, vurgun skandallarının ardarda yaşandığı şu son on onbeş yıl boyunca, daha birkaç yıl önce “sola destek olmuş, oy vermiş yığınların sol parti ve hareketlere daha fazla yaklaşmak yerine daha hızlı uzaklaştıklarını bununla da kalmayıp Cem Uzan veya Mustafa Sarıgül gibileri idolleştiren “hareket”ler oluşturmaya yönelebildiklerini şaşkınlık ve çaresiz bir öfkeyle izlemekten başka bir şey yapamaz. Oysa iktisadî mantık ve ideoloji topluma tümüyle sirayet ettiğinde atomize olmuş bireylerin benimseyeceği çıkar mantığının en süfli biçimleri bilhassa bu gibi kişileri siyasal idolü, Alaattin Çakıcı gibileri de kahraman sayar “doğal olarak.” Milliyetçi ya da etnik-mezhebi kimlik hareketlerinin kanalına da kolaylıkla akabilecek orta-alt sınıf mensuplarına özgü ezik, alçak profilli çıkar “bilinci” biçimlerinin beslediği bu “hareket”lerin geleneksel - “radikal”- solun üzerinde yükselmek istediği “sınıf bilinci”nden beslenen hareketlere dönüşme ihtimali ise son derece zayıf, hattâ imkânsızdır. Kaldı ki, bireysel iktisadî çıkar/hak güdüsünü esas alan ve sadece onun gerçekleştirilmesinin bireysel değil, kollektif biçimde çok daha optimal olacağını kabûlden yola çıkan, bu mantığı siyasete taşıyan “sınıf bilinci” perspektifi bu kurgusundan dolayı sürekli olarak tekil çıkarlara ayrışma tehdidi altındadır. Modern endüstriyel toplumlarda kitlesel refah düzeyi arttıkça, “sınıf bilinci”ne dayalı örgüt ve siyasal hareketlerin de zayıflaması bunun en açık göstergesidir.
Edindikleri nitelikli iş -emek- düzeyine karşılık düşecek refah durumunu bireysel olarak sağlayabileceğine güvenen kesimlerin merkez, merkez sağ eğilimlere, niteliksiz emeğe mahkûm, işsizlik tehdidi altında oldukları için kendilerini etkin bir özne olarak göremeyecek hale itilmiş olanların sığındıkları milliyetçi -dinci- azınlık düşmanı reflekslerinden yakalayan neo-faşist akımlara ya da bunlara dönüşmeye hazır -onlar adına özne yerine konulan- idol kişiliklerin sürüklediği hareketlere kapılmasına en azından çeyrek yüzyıldır bir türlü önleyemeyen modern -artık geleneksel diyebiliriz- sol içine kilitlendiği ekonomi-politikten türeme mantık/düşünüş tarzı içinde kaldıkça giderek daha fazla tarih ve sahne dışına itilmeye mecbur olacaktır.
Hayatı, kimliği, bilgileri ve yeteneklerini kullanma tarzı, kısaca varoluş biçimi bu mantık/düşünüş kalıbı içinde oluşmuş ve halen sol dediğimiz dünyanın “köşe başlarını tutmuş olan orta yaş ve üzeri kuşakların bu çıkmazdan kurtulma irade ve enerjisini göstermeleri gitgide daha zor gözükmektedir. Ancak bu tesbitin geleneksel sol/sosyalist hareket/partilerin ana mecrasını oluşturdukları genel sol alanın öteki bileşenleri de derece derece kapsadığını belirtmeliyiz. Her ne kadar bu -“yeşil”, feminist.... “hareket/akımlar, özellikle geleneksel sol siyasal akım ve örgütlerin sürekli güç ve prestij yitirdikleri 1980 sonrası dönemde genel sola prestij, ilgi ve dinamizm sağlayan yegâne girişimleri gerçekleştirmişseler de, gelişmelerinin bir noktasında tıkanmaktan da kurtulamamışlardır. Yarattıkları ilginin ve dinamizmin duraklamaya yüz tuttuğu 1990’larda bu hareketlerle geleneksel sol/sosyalist hareketleri birbirleriyle teyelleyen girişimlerin sönük, geçici sonuçları, bunların geleceğimizi aydınlatacak bir sentezin ilk bileşenleri olacağı gerçeğini reddettiremez; ama bu sentezin bu hareketlerin tümüne şamil düşünüş kalıpları içinde mümkün olamadığını ve olamayacağını gösterir sadece.
Bununla kasdedilen; herbiri kendi özgül monizmleri içinde insanî-toplumsal varoluşumuzu gerçekte içiçe “boyutları”nı ayrıştırıp farklı birer öncelik/belirleyicilik şemasına göre eklemleyip bir kimlik ve varoluş tasarımı sunan bu hareketlerin, bu halleriyle kurdukları bir ittifak ilişkisi değil, gerçek bir sentezdir; dikkatimizi bireysel ve toplumsal varoluşumuzu eklemsiz, kaynaşık bir bütünsellikle ve bizi insan kılan özgül niteliklerimiz ve değerlerimiz ekseninde “yeniden” kurabilmemizin yol ve imkânları üzerine yoğunlaştıran bir arayış ve çağrıdır bu.
Bu ses ve çabayı duyulur, kulak verilir kılmak, geleceğin gitgide daha ürkütücü ve tehditkâr meydan okuması karşısında solun kendi tarihsel misyonuna sahip çıktığı ölçüde ön plana çıkaracağı görevdir. Halihazır kuşaklar bu görevi hakkıyla yerine getiremeseler bile, taze bir enerji ve umutla başlayacak yeni kuşaklara bu görevin aciliyetini aktarabildikleri, kendi bilgi ve deneyim mirasını bu ihtiyacın imbiğinden damıtarak devredebildikleri oranda üzerlerine düşeni yapabilmiş sayılabileceklerdir.
Bunu yapmamak ve onun yerine aslında formatı “sistem” tarafından verilmiş, belirlenmiş olan “sol alternatif”lerin içinde ve civarında yer tutmaya teksif olmak bunu yaparken geleneksel solcu bir “radikalizmi” yedekte tuttuğu izlenimini de vererek hem “devrimci” ve hem de siyasî beceri sahibi “olduğunu sanmak, gelinen noktada artık ne acıklı ne de gülünç sayılacak bir yanılgının esiri olmak demektir sadece.
(*) Cümlenin o bildik “devletleştirme”nin de aynı sonucu üreteceği fikrini içerdiğine dikkat ediniz.