’70’li yılların şiarı çok önceleri tersinden okunmuştur. Uzun yıllar Arap rejimleri tarafından “Filistin’in özgürlüğü Arap Birliği’nden geçer” sözü atı arabanın arkasına koşmanın formülü olmuştur. Filistin hareketi ise Arap rejimleri için hep “kullanım” aracıdır.
Nitekim Filistinliler bu sözü tersine çevirip, “Arap Birliği Filistin’in özgürlüğünden geçer” şeklinde okumuştur. Arapların Birliği anlayışı, Üçüncü Dünyacı, Baasçı ideoloji ile birlikte rafa kaldırılmıştır.
Filistin hareketi ise, 1959’de Bizim Filistin dergisi ile El Fetih’in temeli atıldığından bu yana milliyetçi-devrimci anlayış farklı aşamalardan geçerek, konjonktürel değişimlere uğramış, zaman zaman da bölgedeki gidişat iyi okunamamıştır. Ancak, tüm handikaplarına rağmen demokratik kanalları, unsurları ve mekanizmaları içinde barındırmıştır. Eleştirilecek yanlarıyla birlikte bu anlayış Arap dünyasının hep önünde ve ilerisinde seyretmiştir. Geçtiğimiz ay gerçekleşen seçim de bunun son örneğini oluşturur.
Bu yüzden Ortadoğu’ya demokrasi “getirmek” isteyenler için örnek uzaklarda değil, bölgenin içindedir. Üstelik, Filistin hareketinin hem kendisi örnektir hem de seçim sonrası karşı tarafın (İsrail) tavırları bölgede olumlu gelişmelerin ve diğer Arap rejimleri için yeni açılımların nüvesini oluşturabilir. Ama mevzuu Ortadoğu, özellikle Filistin ve İsrail olduğunda değerlendirmeleri kısa vadeli yapmakta yarar vardır. Çünkü, birden çok bileşkesi ve belirleyicisi olan bu sorun, aslında Ortadoğu yumağının çözülme noktasıdır.
Filistin’de seçim yapmak tüm engellerle karşın sandığa gitmek hiç de kolay değildir. Seçimler, İsrail tarafından işgâl edilen topraklarda, Batı Şeria’da bulunan yüzlerce Yahudi kolonisi ile çevrilmiş şekilde gerçekleştirildi. İsrail uygulamaları ve intifadadan yorulmuş Filistin halkı her şeye rağmen sandığa giderek geleneğini devam ettirdi. El Fetih adayı Mahmud Abbas devlet başkanı seçildi.
Seçimler El Fetih geleneğinden öte Filistin toplumunun her şeye rağmen demokratik bir damarı olduğunun göstergesiydi. Özellikle bölgedeki monarşik yapılar göz önüne alındığında uzun yıllardır anti-demokratik olduğu söylenen Filistin’in Arap dünyası içinde farklı bir yere sahip olduğu ortaya çıktı. Bu deneyim, Yaser Arafat’ın ölümünün üzerinden 60 gün gibi kısa bir süre geçmesine rağmen, hareketin efsanevi lidere bağlı olmadığını göstermesi açısından da önemliydi. Filistinliler, Arap rejimlerinin, yüzde 99’larla iktidarlarını koruyan sahte seçimlerin ve iktidarların Filistin’de olmayacağını gösterdiler.
Ayrıca bu seçim Filistin geleneğindeki kopuşu ve yeni dinamikleri de ortaya koymuştur. İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılına kadar toplumun önderliğini yapan çeşitli aileler/seçkinlerden Filistin hareketinin ikinci dönemini oluşturan, 1959’da El Fetih, 1964’te FKÖ yine aynı yıllarda Halk Cephesi ve Demokratik Cephe, 1980’lerde Hamas ve İslami Cihad’ın devreye girmesi bu kopuş ve dinamizmin temelini oluşturur. Bu süreci parçalanma olarak görmek doğru değildir. Belki hareket son yıllarda kan kaybetmiş ve içinde eleştirilecek onlarca öğe barındırmaktadır. Ancak “Filistin hareketinin gelebileceği noktanın biraz daha iyi olabileceği, ancak tüm otokratik yöntemleriyle, 40 yıllık birikimi yeni nesillere anlatabilecek mekanizmalar kurmaması ve bedelini Filistin halkına ödettiği dolayısıyla Filistin’de yaşanan kaos ve parçalanmışlığın tek ve baş sorumlusu Arafat’tır”[1] eleştirileri doğruluk payı saklı olmakla birlikte haksızlıktır. 1959’dan bu yana gelen süreci Yaser Arafat dönemi olarak ele alabiliriz. Unutulmamalıdır ki Arafat da 1996 yılında seçilerek göreve gelmiştir. Üstelik yukarıda saydığımız tarihi süreç, yapılan yanlışlıklara birlikte bir parçalanmayı değil zenginliği göstermektedir. Ve yine hatırlatmakta yarar var Filistin’in yaşadığı süreç sadece hareketin kendi dinamiğine bakarak değerlendirilmez. Seçimlerden sonra da böyle olmak durumundadır. Çünkü, Abbas’la birlikte, çizilen pembe tablonun sadece Filistin halkı/yöneticileri tarafından resmedilmeyeceği ortadadır.
Temel dinamikler sabit kalmakla birlikte Filistin’in önünde yeni bir dönem söz konusu.
Seçimlerin demokrasinin garantisi olmadığı gibi seçimsiz demokrasi de olamayacağını söylemek gerekir. Ancak seçimler hiçbir zaman Abbas meşrûiyeti için garanti değildir. Çünkü verilen oyların çoğunluğu Abbas’a değil El Fetih’e ve örgütün tarihsel mirasınadır. Abbas’ın kişisel popülaritesinin yüzde 3’leri aşamadığı düşünülürse işinin zor olduğu görülür. Rakamlara baktığımızda seçimlere katılımın yüzde 60’lar civarında kaldığı görülmektedir. Mahmud Abbas (El Fetih) % 62, Bağımsız Mustafa Barguti % 20, ( Yaser Arafat ise %7 ile 3. sırada yer almıştır) Filistin Halk Partisi’nden (eski komünist parti) Bassam El Salih % 2.5 ve Filistin’in Özgürlüğü için Demokratik Cephe’den Tayseer Khalid %3.5 oy almışlardır. Farklı mekanizmalar için yapılacak seçimlerde bu rakamlar değişecek ve Abbas, dolayısıyla FKÖ bu oy oranına ulaşamayacaktır. Bu da farklı seçenek ve çok sesliliğin habercisidir. Zaten eski Komünist Partisi üyesi, bağımsız Barguti’nin %20 oy alması da bunun bir göstergesidir. Barguti FKÖ ve Hamas dışında bir seçenek olarak ortaya çıkmıştır. Üstelik, bu süreç Hamas gibi örgütleri daha çok siyasi faaliyete içine çekebilecektir..
Bu yıl içinde yapılması tasarlanan Meclis seçimleri, Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin bu seçimlere katılması, Filistin’deki fotoğrafı daha net ortaya koyacak, demokratikleşmeyle birlikte hem Abbas hem de FKÖ için başka bir sancılı sürece işaret edecektir. 16 yıl sonra FKÖ içinde yapılacak seçimler ise yeni kuşak Filistinlilerin önünü açma ihtimali açısından başka bir adımdır.
Şu andaki süreç Filistin’de tek otorite değil, görevlerin belli oranlarda dağıldığı, bölünmeye gidildiği, güvenlik kuvvetlerinin belli görevler çevresinde birleştirilip kontrollerinin başka bir organa bırakıldığı bir dönemin başlamasını gerektirmektedir. Demokratik bir muhalefetin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Muhalefet, hem Filistin yönetimini dinamik tutacak hem de Filistin halkının seçeneklerini arttıracaktır. Yaser Arafat ve çevresine, dolayısıyla El Fetih’e yöneltilen en temel eleştiri, yozlaşma kirlenme ve yolsuzluklardır. Bu kirli noktalar bilinmesine rağmen Arafat’ın varlığı daha yüksek sesle itirazları önlemiştir. Ancak şimdi değişen durumla birlikte bu yönde eleştiriler daha kolaylaşacaktır. Yani Filistin halkını ayakta tutmak, intifada ile birlikte yorgun düşen halkın heyecanını devam ettirmek için yeni bir kan ve ivme gerekmektedir. Bu son yılda giderek yaygınlaşan klientelizmi ortadan kaldırmanın ilk adımını oluşturabilir.
Bilindiği üzere Mahbud Abbas ABD ve İsrail’in de desteklediği adaydı. Tabii ki bu sırt sıvazlama ve takdir etmenin, bedelinin ileride Filistin toplumunun vermesini istediği karşılanamaz tavizler olup olmadığı görülecektir. Oslo sürecinden bilinen ve görüşmeci ekibinde yer alan 70 yaşındaki lidere biçilen en uygun rol “ılımlı” olmasıydı. Edward Said ise onu “genelde renksiz, esnek, özgün bir fikri olmayan, yolsuzluklara bulaşmış” olarak değerlendirmiştir. Davud Kutup’a göreyse Abbas, “kırmızı çizgilerden geri adım atmayacak” birisi.[2]
Ancak, ılımlı olmakla taviz vermek arasındaki ince çizgiye dikkat etmek gerekir. Abbas silahlı intifadaya karşıdır ve görüşme masasına dönme yanlısıdır ki bu anlamıyla ılımlıdır. Ancak ılımlı olmaktan kastedilen önüne her getirilene “evet” demek, İsrail diktasına karşı çıkmamak ve kendi deyimi ile “kırmızı çizgilerden” taviz vermek ya da bu çizgileri esnetmekse büyük yanılgı içine düşebilir. 1967 öncesi sınırlarda, başkenti Doğu Kudüs olan, mültecilerin dönüş yaptığı bir Filistin devleti kimsenin taviz vermeye cesaret edemeyeceği konulardır. Ancak mülteciler konusunda çeşitli esneklik marjları söz konusu olacaktır.
Abbas ve Abbas sonrası gelecek olan liderlerin kaderi kendi halkı ile birlikte İsrail ve uluslararası kamuoyunun elindedir. Filistinlileri sadece yüzde 22 toprak üzerinden masaya oturtmaya çalışan bir İsrail ile yol haritasını çürümeye bırakan bir uluslararası toplum karşısında görüşmelerin sadece ve sadece taviz üzerinden yürütülmeye çalışacağı ortadadır. İsrail şu an için güvenliğin sağlanması üzerinden politika yapmakta ve güvenliğin sağlanmasının ardından diğer maddelere döneceğini söylemektedir. Aslında bunlar eş zamanlı konular olup birisinin diğerine önceliği yoktur. Çünkü, güvenliği sağlama bahanesi hiçbir zaman sona ermeyecektir. Bu konuda İsrail’den hiçbir olumlu sinyal gelmemektedir. İsrail’in seçimlerden bir hafta sonra görüşmeleri askıya alması, Gazze’nin dünyayla bağlantısını kesmesi, gelecekteki tavrı açısından manidardır. Batı Şeria’daki Yahudi kolonilerinin sökülmesi konusunda en ufak bir adım atılmaz, atılacağı yönünde hiçbir umut ışığı görülmezken, Gazze’den çekilme planı ile uzatılan zeytin dalı sahte bir adımdır.
Bu anlamda uluslararası toplumun desteği çok önemlidir. Filistin uluslararası toplumdan destek almadığı oranda Şaron’la baş başa kalacak olan Abbas asimetrik sorunlar ve ilişki içinde kalacaktır. ABD’nin dahil ve zorlayıcı olmadığı hiçbir süreç başarılı olamayacaktır. The Economist dergisine verilen bir ilan İsrail-Filistin meselesinde Amerikalı aydınların uzun yıllar sonra attığı bir adım olarak değerlendirilebilir. Aralarında Samuel Hunttington’un da bulunduğu bir dizi akademisyenin imzasının bulunduğu ilanda sorunun çözümsüz hale gelmesinin bölgedeki Amerikan çıkarlarına ters düştüğü belirtilmekte ve Şaron politikalarına müdahale istenmektedir. Ama ilanın ana fikri, “Amerikanın önündeki iki temel sorunun El Kaide ile mücadele ile Basra Körfezi’nin güvenliğinin sağlanması olduğudur”. Yani ilanın temel mantığı İsrail-Filistin sorununun Amerikan çıkarları için çözülmesi gerektiği yönündedir.[3]
Filistinli siyasi aktörlere düşen görev, 2. yılını bitiren intifadayı başka bir yöne evirmek ve giderek silahtan arındırmaktır. Ancak bu intifadanın sona ermesi anlamına gelmemektedir. Silahsız ve daha geniş tabanlı, kendi organlarını oluşturan, uluslararası alanda da meşrûiyetini devam ettiren bir intifada elzemdir. Çünkü Filistin halkı 2. İntifadadan yorulmuştur. Sonuçsuzluk halkı hem umutsuzluğa hem de şiddete yöneltmektedir. 2. İntifada başarısız olmamakla birlikte 1. İntifada kadar kitleselleşememiştir.
Çünkü “yeni” dönemde Filistin halkını demokratikleşme girişimleri ile birlikte kendi içinde yeni çelişkiler ve mücadeleler beklemektedir. Diğerleri ise İsrail politikasına karşı verilen günlük hayatta ve masadaki diplomatik (tabii masaya dönülürse, İsrail bahanelerini arttırmasa) mücadeledir.
Dolayısıyla bu süreç, silahtan çok, meşrû, kitlesel ve hayatın her alanında verilecek mücadele ile başarılı olacaktır. Çünkü rakip zaten şiddet beklemekte ve şiddetten beslenmektedir.
Filistin’de işgâlin deneyimleri, şiddet kullanmadan direndikçe kurumsallaşmanın arttığını, haklılığı kanıtlandığını ve işgâlin dayattığı gerçekleri reddetmeye daha çok yoğunlaşıldığını[4] göstermiştir. Ayrıca, Filistin’deki demokratikleşme kendi başına bir şey ifade etmemekte asıl ve büyük adımların İsrail tarafından atılması gerekmektedir. Filistin’in demokratikleşmesi, barış için adımdır ama doğrudan bir etken değil. Önemli olan istektir. Bu isteğin İsrail tarafından ne kadar paylaşıldığı ise şüphelidir.
Ama unutmayalım ki eğer kısa süre içinde Abbas, İsrail ile müzakerelerde başarısız olursa ya da tersten söylersek İsrail yine ayak sürerse hem Filistin hem de Arap dünyası için vaaz edilen demokratik model başka bahara kalacaktır. Çünkü Arap dünyasında beklenen demokratikleşme yolunun taşları Filistin’de döşenecektir. Hem Filistin hem bölge için.
Ancak, İsrail’in var olan tavrını kısa vadede değiştireceğini beklemenin hayalcilik olduğunu da unutmamak gerekir.
METE ÇUBUKÇU
[1] Erhan Keleşoğlu, Arafat ve Mirası, Birikim dergisi, sayı: 188.
[2] Haithem el Zabri, 4 Ocak 2005, Alaqsa intifada.org
[3] Ending the Israel-Palestinian Stalmate Will Strenthen US National Security.
[4] Hannan Aşravi, El Ahram, 30 Aralık 2004.