Başörtüsü, dolayısıyla da AKP’nin İslami kimliği, bir kez daha gündemde. Laik elit, Merkez Bankası başkanlığı için adı geçen kişilerin örtülü eşlerinin olmasını, devletin İslamileştirilmesine yönelik bir adım olarak görme eğiliminde.[2] Elitin spekülasyonları arasında, bu kişilerden birinin sırf eşi başörtülü olduğu için böyle kilit bir göreve getirileceği, aslında yeterli niteliklere sahip olmayabileceği de var. Şu ana kadar Serdengeçti’nin “sağlıklı” biçimde yönettiği kurumun bu yüzden yalpalayacağı konuşuluyor. Başbakan ise, kişilerin giyimini bu şekilde tartışmanın bir ayrımcılık olduğunu söylüyor. İki tarafın da konuşmak istemediği ise, neo-liberal para politikalarının gerçekte nereye kadar faydalı olduğu; kurumun eski çizgisinde devam etmesinin kime yarayıp, kime yaramayacağı. Bu önemli sorular, karşılıklı komplo teorileri altında gömülüyor.
Oysa AKP’nin en önemli özelliği kamuoyunda tartışma yaratan yönleri değil. Kafa yormamız gereken sadece bu partinin gerçekten demokrasiyi isteyip istemediği, gizliden gizliye şeriat devleti planları yapıp yapmadığı olmamalı. Sorun bunları da kapsayan, ama bunların ötesine geçen bir düzlemde ele alınabilir. Diyebiliriz ki, geçtiğimiz üç buçuk yılda belirleyici olan süreç, Türkiye’de kapitalizmin “doğallaşması” oldu. Bu doğallaşmanın ana motoru ise AKP’dir. AKP’nin demokrasi ve İslamiyet gibi konularla ilişkisi bu çerçeve etrafında değerlendirildiğinde, önümüze daha kışkırtıcı soru ve sorunlar çıkıyor.
AKP’nin aklığı nereden geliyor? Bu partiyi, kapitalizmi doğallaştıramamış diğer merkez partilerden farklı kılan ne? Cevap, partinin unutmak istiyor göründüğü geçmişinde yatıyor. AKP, örgütçülük anlayışıyla, kadrolarıyla ve kısmen de kullandığı dille, Türkiye’de 1980’lerden sonra kapitalizme tek kitlesel direniş noktası olan İslamcılığın sistem tarafından emilmesini sağladı. Gerçek başarısı bu. Böylesi bir emilmeyi karşılayacak en uygun kavram, kanımca, Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin geliştirdiği “pasif devrim” kavramıdır.
Gramsci, Hapishane Defterleri’nde pasif devrim kavramını birkaç anlamda kullanmıştır. Benim burada üzerinde duracağım iki anlam sırasıyla şöyle: 1) Bir ülkedeki kitle mobilizasyonu etkisiz hale getirildikten sonra, onun taleplerinin bir kısmının varolan sistem tarafından karşılanması; bu süreçte mobilize olan kadro ve sınıfların varolan sistemin iktidar bloğuna katılması. 2) Başka bir ülkede veya ülkelerde olan devrimlerin yayılmasını engellemek amacıyla, bu devrim ya da devrimlerin bazı söylem, simge ve yapısal dönüşümlerinin, devrim ihtimalini ortadan kaldırmak isteyen ülkelerde egemenler tarafından yürürlüğe konulması. Elbette bu el koyma, ancak bu simgelerin devrimci anlamının boşaltılmasıyla mümkün olabilmektedir. Gramsci’ye göre, her iki süreçte de, kökten dönüşümler engellenmiş olmakla birlikte, toplum moleküler olarak derin değişimlere maruz kalır. Egemen sınıflar egemenliklerini korurlar, ancak sistemin bazı yapı taşları değişmiştir.
Bugün Türkiye’de yaşanan pasif devrimin niteliğini anlamak için, 20. yüzyılın son çeyreğine damgasını vuran İslamcılığı, ana hatlarıyla da olsa, kavramak gerekiyor. Türkiye’de laik kapitalizmin hegemonik hale gelebilmesi, yani kitlelerin rızasını kazanması, ancak İslamcılığın yarattığı mobilizasyon sayesinde gerçekleşebildi. Türkiye’nin laik yöneticileri, bu rızayı İslamiyet’in desteği olmadan sağlamakta aciz kalmışlardır.
İSLAMCI HAREKETİN DIŞARIDAKİ KÖKLERİ
İslamcılık öncelikle, Batılılaşmaya verilen geleneksel İslami tepkilerden ayrıştırılmalıdır. Tarikat çevrelerinin ve medreselerin önderlik ettiği bu tür tepkilerden daha örgütlü bir toplumsal harekettir İslamcılık. Önderlik kadrosunu öğretmenler, mühendisler ve avukatlar gibi modernitenin ürünü kesimlerin oluşturması da farklılığının diğer bir boyutudur. Dünyayı sistematik olarak değiştirme, varolana alternatif birer devlet, hukuk, iktisat, vs. düzeni kurma hedefleri vardır. Zaten geleneksel tepkilerin basitçe daha iyi bir hükümdar getirme ya da padişahlık düzenine dönme gibi yüzeysel çözüm önerilerinin eleştirisi üzerine kurulmuştur.
İslamcılıktan kavramsal olarak ayrıştırılması gereken bir başka İslami duruş da modernist İslam. 19. yüzyılda Cemaleddin Afgani, Raşid Rida, Muhammed Abduh gibi isimlerin, 20. yüzyılda ise en başta Fazlur Rahman’ın temsil ettiği bu anlayış, daha çok bir entellektüeller hareketiydi; geniş kesimler tarafından kabul görmedi. Modernist İslam, eşitlik, demokrasi gibi fikir ve kurumların aslında İslami olduğu, ancak geleneğin çarpıtmaları yüzünden Müslümanlar tarafından unutulduğu fikrine dayanır. İslamcılık, bu görüşten gelenek eleştirisini almakla birlikte, modernist Müslümanları Batı’ya fazla yakın olmakla, kendilerini yeterince sahih kaynaklar üzerine bina etmemekle yargıladı. Geleneksel ve modernist İslam’dan bu çifte kopuş, İslamcılığın temellerini hazırladı.
Bu haliyle İslamcı hareket, 1920’lerin sonlarına doğru şekillenmeye başladı. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in, ardından Pakistan’da Cemaat-i İslami’nin örgütlenişi, İslamcılığı kurumsallaştırdı. Bu süreçte İslamcı liderler ve aydınlar İslamiyet’in kapitalizme ve komünizme karşı üçüncü bir yol olduğunu, İslami toplumda sömürü ve devlet baskısının bulunmayacağını yaymaya başladılar. Bu toplum, İslami bir “devrim”le kurulacaktı. Modernistlere yöneltilen ağır eleştirilere rağmen, devrim ve eşitlik gibi kavramlar -bu sefer daha İslami bir çerçeveyle donatılarak- tekrar ideolojinin merkezine yerleştirilmişti. Bu kavramlar etrafında Müslüman dünyasındaki istibdat rejimlerine karşı popülist bir mobilizasyon başlatıldı.
Bu mobilizasyonun doruğu, elbette İran İslam devrimiydi (1979). İran’daki İslami hareketlerde, sınıfsal söylem iyice ön plana çıktı. Bundaki en büyük etki, İslam, Marksizm ve varoluşçuluğu harmanlayan Ali Şeriati’nin irşadıydı. Şeriati, İslam’ı ezenlere (müstekbirın) karşı, ezilenlerin (mustazafın) dini olarak yeniden yorumlamıştı. Bu yorum, İmam Humeyni tarafından devrimin temel sloganı haline getirildi. Humeyni aynı zamanda adil bir toplumun ancak bir din aliminin önderliğinde kurulabileceğini söylüyor ve bu noktada Şeriati’yle ayrışıyordu.
Devrimin ilk yıllarında, İslam’a soldan bakanlar katliamlarla tasfiye edildi. Humeyni’ye sadık olmakla birlikte Şeriati’nin görüşlerini özümsemiş birçok genç ise Irak savaşının ön saflarında telef oldu. Böylece evlatlarını yiyen devrim, zaman içinde kendi taleplerini de kurban etti: devrimin vaatlerinden olan toprak reformu ve adaletli gelir vergisi gündemden çıkarıldı. Zaten dışarıya fazla yansıtılmayan bu iç çatışmalara rağmen, devrim İran dışındaki İslamcılar için bir enerji ve ilham kaynağı haline geldi. Artık İslamileşme dünyanın gündemindeydi.
VE İSLAMCILIK TÜRKİYE’DE
Türkiye, 20. yüzyılın büyük bir kısmında (yukarıda tanımlandığı haliyle) İslamcılıktan uzak kaldı. İslam’ın kamusal dışavurumları, gelenekçi tepkiler, modernist akımlar, ve bunların sentezini yapan Said-i Nursi gibi hocalarla sınırlı kaldı. Bu odakların büyük bir kısmı merkez sağa, yani Türkiye’yi kapitalistleştiren siyasi iradenin bir kanadına destek verdi. İslamcılık bağımsız bir ideoloji ve siyasi yapı haline gelmedi.
Bu durumun değişmesinde iki etken öne çıkıyor. Birincisi, çeviri eserlerin yayılmasıyla, en azından okumuş dindarların kafalarındaki kalıpların kırılması. Ve yeni İslam anlayışlarının özellikle medya kanallarıyla daha geniş kitlelere de yayılması. İkincisi, taşralı küçük işadamı ve esnafın merkez sağ parti ve meslek kuruluşlarından kopması, ve sınıfsal kaderini 1970’lerde etkinlik kazanmakta olan İslami akımla birleştirmesi.
1970’lerden itibaren Türkiye’de etkisini gösteren İslamcı dalga, o güne kadar eğitime mesafeli olan dindar halk kesimlerinin, çocuklarını şevkle okula göndermelerini sağladı. Yeri sadece ev olarak görülen kadının İslami dava için sokağa çıkabileceği fikri yavaş yavaş benimsendi. Tam da burada, kadının erkekten farkını (yoruma göre onun koruması ve hakimiyeti altında oluşunu) simgeleyen başörtüsü, şeklini de değiştirerek, dindar kadının dışarıdaki yaşama toplumu dönüştürmek için katılmasını da simgelemeye başladı. Olan bitene tepkisini en fazla “din elden gidiyor” temalı, buharlaşıp giden geleneksel ayaklanmalarla seslendirmeye alışmış dindar kesimler, parti, dernek ve sendika gibi mecralarda siyaset yapmayı öğrenmeye başladılar. Bankanın gölgesinde durmayı haram kabul edenler, adil ekonomik işletmeler ve faizsiz bankalar kurmak için kolları sıvadı.
Tüm bunlar olurken vaat, komünizm ve kapitalizmden farklı, adalete dayanan, yoksulluğun, gelir adaletsizliğinin, sömürünün, devlet baskısının olmayacağı bir İslami düzen kurulacağıydı. Bu bekleyiş, dindarların dört elle eğitime, siyasete, yayıncılığa, ekonomiye sarılmasını sağlamıştı. Solun 1980’lerdeki yenilgisi ve ataleti, devrimci veya popülist sol hareket ve örgütlerin alt kademelerinde yer almış yığınla insanı İslamcı harekete itti. 1980 darbesi iki nedenle İslami uyanış için bir katalizör işlevi gördü. Birincisi, solun siyasi haritadan silinmesi ve sosyal adalet mesajının boşta kalmasıydı. İkincisi ise, sistemin sahiplerinin (ABD’nin yeşil kuşak projesi etrafında) solculuğa ve İran tipi devrimci İslamcılığa karşı ılımlı bir İslam yerleştirme çabalarıydı. Yani İslamcılığın talepleri pasif bir devrimle kapitalizme yedirilmeye çalışılıyordu. AKP iktidarıyla doruğuna varacak pasif devrim başlatılmıştı. Darbe rejimi bu itkiyle, daha sonraki yıllarda sistemin başını çok ağrıtacak olan İslami eğitim kurumlarına yaygınlık kazandırdı.
Bazı dar İslamcı çevrelerin daha tutarlı ve radikal duruşları bir yana, İslamcılığı bu dönemde geniş kitleler nezdinde temsil eden güç Milli Görüş, ve onun ana sloganı Adil Düzen oldu. Farklı ülkelerin İslamcılık anlayışlarından etkilenen ve bunlara Robert Owen’ın ütopik sosyalizminden bazı renkler de ekleyen Adil Düzen fikri, Refah Partisi’ne kısa sürede öngörülemeyen bir yaygınlık kazandırdı. Refah Partisi’nin diğer sivrilme nedenleri sıkı mahalle çalışması, elitizme karşı çıkması, solun düşüşü ve hemen her Müslüman ülkede yükselen İslamcı hareketlerin verdiği sınırötesi dayanışma duygusuydu. Parti’nin kapı kapı dolaşma üzerine dayalı örgütlenme çalışması aynı zamanda dinî sohbetlerle donatılarak, halkın daha da dindarlaşması sağlanıyordu. Bu da hareketi besleyen unsurlardan biri haline geldi.
1990’lar bir dönüm noktası oldu. Mobilizasyon meyvelerini vermeye başlamıştı. İslamcılar önce belediyeleri, sonra hükümeti devraldı. Bu arada küçük muhafazakar işletmeler, büyük holdingler halini almıştı bile. İslamcılar makam ve parayla tanışıyorlardı. Ancak bu gelişmeler, onları gevşetmeye başladı. Önce haram ile helal arasındaki çizgiler silikleşti. Sonra eskiden haram kabul edilen birçok davranış için dinî kılıflar bulundu. Cihad için yemin etmiş belki on binlerce genç, uzaktan da olsa daha rahat bir yaşamın olabileceğini, serden geçmenin gereği olmadığını görmeye başladılar. Türkiye’nin İslamcıları burjuvalaşıyorlardı.
İşte bu dönüşüm ortamında Cezayir’deki korkunç iç savaşın hikayeleri yayılmaya başladı. Bir ordu, kendi ülkesini yok etme pahasına, İslamcıları seçimle geldikleri iktidardan uzaklaştırıp silahlı direnişe zorluyordu. Bunun Türkiye için anlamı açıktı. Cezayir ordusundan çok daha güçlü, üstelik arkasında Fransız değil Amerikan desteği olan bir ordu, tabii ki olası bir iç savaşta çok daha yenilmez bir rakip olacaktı. İslamcıların hem kendi iç dinamikleriyle kapitalizme eklemlenmeye başlamış olmaları, hem de böyle bir savaşın olası gazabından çekinmeleri, 28 Şubat postmodern darbesini mümkün kılıyordu.
AKP VE İSLAMCILIĞIN EMİLMESİ
Darbe kapitalizme eklemlenmeyi hızlandırdı. Ancak 21. yüzyıla girildiğinde, İslamcılar arasında kapitalizme ve komünizme karşı sosyal adalet temelli bir yol hâlâ telaffuz ediliyordu. ABD hâlâ zalimdi. Seattle protestosu bir meydan okuyuş olarak -hem de bugün Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin önde gelen sözcülerinden olan Ömer Çelik tarafından- selamlanıyordu.
AKP’nin kuruluş ve iktidara geliş süreci İslamcıların emilme hızını katladı. Partinin ideologları sadece kapitalizmi değil, neo-liberal projeyi “alternatifsiz” olarak sundular dindar kitlelere. Partiye yakın gazeteler esnek üretimin karşısında duranları “karanlık güçler” olarak yaftaladılar. Daha da çarpıcısı, ABD’nin Müslüman ülkelere müdahalesi ve Türkiyeli Müslümanların buna desteği siyasetin ve dış ilişkilerin bir gereği olarak benimsetilmeye çalışıldı. Bunlar, bir taraftan din-dışı teknik gerekçelerle desteklenirken, diğer taraftan da aklı başında her Müslümanın mutlaka savunması gereken politikalar olarak anlatıldı siyasetçiler ve gazeteciler tarafından.
Peki ABD’yi, özelleştirmeyi, Avrupa Birliği reformlarını savunmak neden dini bir gereklilik mertebesine yükseltilmişti? Özellikle çalışan kesimler, görünüşte kendi çıkarlarına ve inançlarına ters düşen bu neo-liberal ve Amerikancı projeye nasıl destek verdiler?[3] Bu soruların cevabı, sermayenin Türkiye dindarlarını nasıl kapitalizme razı ettiğinin temel dinamiklerini ortaya koyacağı için gayet önemlidir. Türkiye’de dindarlar ve laik elit arasındaki statü mücadelesi burada belirleyici olmuştur. Modernleşme ve Batılılaşmanın İslam karşıtlığı üzerinden kurulması, elitin hâlâ başörtüsünü bir ölüm kalım meselesiymiş gibi algılaması, bugüne kadar iktidardan dışlananların (çok da haksız olmayarak) dinî pratikleri dolayısıyla mağdur olduklarına inanmalarını getirmiştir. Böyle bir hiyerarşi hâlâ ayaktayken, dinin ibadet gereklerini yerine getiren bir yönetici kadronun halk tarafından kutsanması kaçınılmazdır. Artık kapitalizm, sömürü, emperyalizm hakkında sesini yükseltmeyen yoksullar ve eski İslamcılar, ibadetlerini yerine getiren yeni yöneticilerini savunmayı bir şeref (statü) meselesi haline getirmişlerdir. Bu kutuplaşmanın bir sonucu da, iktidarın herhangi bir politikasına karşı çıkışın, dindarları görevden uzaklaştırmaya yönelik bir komplo olarak algılanmasıdır.
Burada vurgulanması gereken, daha on yıl önce (en azından bir kesim için) farklı ve daha yaşanabilecek bir dünyayı temsil eden İslami giyim tarzlarının, (Türkiye’nin büyük çoğunluğu için) artık böyle bir anlamının kalmadığıdır. Koparılan fırtınanın altında yatan, sistemle eklemlenen dindar kesimlerin pastadan ne kadar pay alacağına dair bir kavgadır. Fakat, mücadele zemini değişmiş olsa da, laik elit sistem sorunu varmış hissi vererek ayrıcalıklarını koruma telaşına düşmüştür. Yeni İslami elit ise, pastadan aldığı payı genişletmeye çalışırken, otuz yıllık İslamcı mobilizasyonun yarattığı (ve örneğin başörtüsü etrafında somutlaşan) duygu yoğunluklarını kullanmaktadır. AKP’nin dini kimliği üzerinden yaşanan diğer çatışmalar da aynı şekilde pasif devrimin getirdiği sürtüşmeler olarak yorumlanabilir.
Bu siyasi denklem sayesinde, AKP hükümeti, başka bir hükümet tarafından uygulamaya konulsa, Cuma namazı çıkışlarını yangına çevirecek politikaları sessiz sedasız uygulamaya koyabiliyor. Bu sayede Meclis Irak’a asker göndermeyi gündemine alabiliyor. İmam Hatip Liseleri sorunu sürüncemede bırakılabiliyor. Çözümü hakkında söz verilip verilmediği bile nereden baktığınıza göre değişen başörtüsü sorunu imalarla idare ediliyor.
Ancak tabii ki Türkiye bu iktidarla toptan sekülerleşmiyor. Örneğin yönetenlerin ağzından arada bir de olsa dini sözcüklerin dökülmesi, seçim zaferi kazanan HAMAS ile kaçamak şekilde de olsa görüşülmesi, bazı bürokratik makamlara gelenlerin eşlerinin başörtülü olması, ülkenin rejimini İslamileştirmeden kamusal alanı kısmen İslamileştiriyor. Bu da, pasif devrimlerin Gramsci’nin parmak bastığı çok önemli bir yönünün altını çizmemizi sağlıyor. Gramsci’ye göre pasif devrimler halk kesimlerinde bekledikleri değişimlerin bir gün gerçekleşeceğine dair umutları, ve dolayısıyla bu kesimlerin sisteme olan bağlılığını ayakta tutar. Bu çerçeveden bakıldığında, bazı alanlardaki İslami dönüşümler, laik kapitalizmi yıpratmaktan çok kitle desteğini arttırmaya yarıyor.
Halk kesimlerinin umutlarının ayakta kalmasının bir başka nedeni de, ekonomik göstergelerin düzelmesi şüphesiz. Reel ücretlerin düşmesine ve işsizliğin artmasına rağmen, sözkonusu göstergeler halka ne ifade ediyor? Birincisi, kendi somut durumu bozulan birçok kişinin bu göstergelere bel bağlaması bile burjuva hegemonyasının kurulmasının bir belirtisi: ekonomi laiklerin elinde olunca göstergelere yabancı gözlerle bakan dindarlar, muhafazakarların yönetimindeki ekonomiyi (onlara güvenlerinden dolayı) bir yaşam pratiği değil, bir “şey” olarak görüyorlar; yani iktisada burjuvazinin gözlükleriyle bakıyorlar. Kapitalizm doğallaşıyor.
Yine aynı şekilde laik elitlerin yönetimi esnasında bir aldanma olarak görülebilecek kısmi düzelmeler, dindarlar yönetimde olunca derin bir hikmetin yansımaları olarak kabul ediliyor. Bu kısmi düzelmelerin en önemli boyutlarından biri, enformel sektörün bazı kollarında görülen toparlanma. Çalışan kesimlerin durumuna dair tüm formel göstergeler kötüye giderken, eşitsizlik katsayısındaki düşüş büyük bir ihtimalle bu toparlanma yüzündendir. Enformel ve düzensiz çalışan birçok işçinin kendi durumlarının, bir ay içinde çalıştıkları toplam günün ve gelirlerinin arttığını söylemeleri boşuna değil. Ancak ilginç olan, bunların durumu iyi olan ve olmayan işçiler tarafından nasıl değerlendirildiği. Enformel işçiler arasında daha beş yıl öncesine kadar ender rastlanan kapitalist çalışma ahlakı temelli argümanlar, bugün dini referanslarla meşrulaştırılmakta, ve iş bulamayan, geçinemeyen işçiler iş bulabilenler tarafından tembelliklerinden dolayı suçlanmaktadır. Kötü durumda olan işçilerse, AKP’ye koşulsuz güvendiklerini ve partinin bütün sorunlara çözüm bulmasının çok yakın olduğunu, özelleştirme ya da diğer politikalarla hiçbir sorunları olmadığını söylemekteler.
NEO-LİBERAL
KAPİTALİZMİN TÜRKİYE BAHARI
Hülasa, kısmi bir İslamileşmeye koşut olarak, derin bir kapitalistleşme yaşamaktayız. Önümüzdeki paradoks şu ki, bu kapitalistleşmenin ana mimarı eski İslamcılar. Üstelik, bu kapitalistleşmeyi başka kimsenin yapamayacağı kadar halka benimsetmiş durumdalar. Çünkü onun gibi namaz kılıyor, onun geldiği mahallelerden geliyorlar. Dünyanın her yerinde kitlesel direnişle karşılaşan neo-liberalleşmenin, Türkiye’de minimum mukavvemet görmesinin sırrı bu.
Sermayenin hegemonyasını pekiştirdiği bu dönemde, modernist İslam belki de ilk kez kitleselleşme potansiyeline kavuşuyor. Bu ekolden gelen Mehmet Aydın’ın devlet bakanı olmasıyla, modernist İslam’ın önemli ismi Fazlur Rahman, ilahiyat kitaplarının baş köşesine oturuyor. Bir zamanlar marjinal olan görüşleri, sıradan insanlar tarafından olmasa bile, halkın içine karışabilen dindar işadamları, esnaf ve eğitimli bazı işçiler tarafından tartışılır hale geliyor. Bu yeni din anlayışıyla birlikte, kapitalizmin hukuku da, din tarafından onaylanan bir hukuk haline geliyor.
Daha düne kadar Batı’ya kafir gözüyle bakan dindarların çay ocaklarına bugün girdiğinizde, sofralarına oturduğunuzda, mitinglerine katıldığınızda, övgüyle Kopenhag kriterlerinden bahsettikleri çarpacak kulaklarınıza. Size bunların şeriat ile aynı kapıya çıktığını söyleyecekler. Bu kriterler tutarlı biçimde, ikiyüzlülük olmadan uygulandığında başörtüsü sorununun da kalmayacağını iddia edecekler. Sohbet daha da uzarsa, zaten paranın dini imanı olmadığını anlatıp, başörtülü bir eşin Merkez Bankası’nın yönetimiyle ne alakası olduğunu soracaklar.
Takiyye mi diyorsunuz? Bir daha düşünün. Bir kere daha kulak kabartın. Merkez sağ partilerin “liberal” kanatlarının, liberal aydınların, sermayenin dışa dönük kesimlerinin yıllardır söylediği şarkının İslami bir tını ile gürleştirildiğini duyacaksınız.
[1] Katkılarından dolayı Aynur Sadet’e teşekkür ederim.
[2] Bu yazı kaleme alındığında, Merkez Bankası’nın başkanlığına kimin geleceği henüz netlik kazanmamıştı.
[3] Aşağıdaki argümanların bir kısmı, bu soruya cevap verebilmek amacıyla İstanbul’un bir semtinde yaptığım ve işadamlarından işçilere, esnaftan profesyonellere farklı kesimlerle görüşmeleri de içeren etnografik bir araştırmaya dayanmaktadır.